YEDİNCİ MEKTUP - ( devam )
|
Böyle düşünerek her şeye gözümü kapadım ve kaygıyla, hiç de uygun olmayan önsezilerle yola çıktım; Sicilya'ya geldim. Üçüncü kadehimi, kurtarıcı Zeus'un onuruna dökmem gerek; çünkü, çok şükür kurtuldum. Bu kurtuluşu, Tanrı'dan sonra Dionysios'a borçluyum. Birçok kimse beni öldürtmek istediği halde, o saygılı davrandı, buna engel oldu.
Sicilya'ya geldiğim zaman, önce yapmam gereken şeyin, Dionysios felsefe için gerçekten yanıp tutuşuyor mu, yoksa Atina'da söylenenlerin aslı yok mu, bunu araştırmak olacağını düşündüm. Böyle bir şeyi anlamak için, hiç de değersiz olmayan bir yol vardır ki, bir tyrannosa karşı kullanıldığında çok iyi sonuçlar verir; hele o tyrannos, Dionysios gibi gelir gelmez anladığıma göre, kafası iyi anlaşılmamış öğretilerle dolu bir kimse olursa. Böyle adamlara, felsefenin ne denli engin olduğunu; özünü, güçlüklerini ve beklediği çabayı göstermek gerekir. Felsefeye gerçekten yeteneği olan, ona yakınlık duyan ve uygun olan kimse, tanrılık olduğu için, kendisine gösterilen yolu hayranlıkla karşılar ve var gücüyle bu yola atılmak gerektiğine, başka türlü davranırsa yaşayamayacağına inanır. Böylece yola atılır, kılavuzunu sürükler ve amaçlarına ulaşmadan ya da artık bu yolda öğretmeninin yardımına gereksinmesi olmadan, kendi kendisine yürüyebilecek kadar güç elde etmeden durmaz. Böyle bir adam, hep böyle bir ruh durumu içinde yaşar; gündelik işleriyle uğraşsa da, her zaman ve her şeyde felsefeye ve kendisine ölçülü davrandığı için, öğrenmek, bellemek ve düşünmek yetilerini en iyi sağlayacak olan yaşayışa bağlı kalır. Bunun tersi olan bir yaşayış, onda tiksintiden başka bir duygu uyandırmaz. Ama gerçekten filozof olmayan, tenlerini güneşin yaktığı kimseler gibi yalnızca yüzeyde kalan düşünceleri olan kimseler, öğrenecek epey şey olduğunu, çok çalışmak gerektiğini ve ancak böyle bir yaşayışla amaca erişileceğini görünce, böyle bir çalışmayı güç, dahası, olanaksız bulurlar; bu yolda çalışma yetisini de yitirirler. Kimileriyse, öğrendikleri şeyleri yetesiye bildiklerine, yeni güçlüklere katlanmaya gereksinmeleri olmadığına inanırlar. Kendini gevşekliğe bırakan, hiçbir çaba göstermeyen kimseleri denemek için bundan daha açık, bundan daha güvenilir bir yol olamaz. Bu gibi kimseler, felsefenin istediği şeyleri yapamazlarsa, suçu kendilerinde bulmalıdırlar, öğretmenlerinde değil.
İşte Dionysios'un yanına gittiğim zaman bu anlattığım yönteme başvurdum; ama konumu ayrıntılı olarak anlatmadım; aslında bunu Dionysios da istemiyordu. Başka öğretmenlerden aldığı derslerle, birçok şey, birçok önemli şey bildiğini; bunları tümüyle kendi malı kıldığını sanıyordu. Daha sonra, benden öğrendiklerini toplayarak bir yapıt yazdığını, bunları büsbütün ayrı bir öğreti (kendi öğretisi) olarak gösterdiğini bile işittim. Bunun üzerinde kesin olarak bir şey söyleyemezsem de, başkalarının aynı konularda yazıları olduğunu gerçekten biliyorum. Ama kendilerinin ne olduğunu bilmeyen kimselere nasıl değer verebiliriz? Benim uğraştığım şeyler üzerinde, bunları benden ya da başkalarından öğrenmiş ya da kendileri bulmuş olsunlar, yazı yazan ya da yazacak olan kimselerin, bunları anlamalarının olanaksız olduğunu söyleyebilirim. Benim bu konuda yazılmış bir yapıtım yoktur, olmayacaktır da; çünkü bunlar, öteki bilimler gibi söz kalıbına sokulamaz. Bu konularla ancak uzun uzun uğraştıktan, ömrünü bunları düşünmekle geçirdikten sonradır ki, gerçek, ruhta sıçrayan bir kıvılcım gibi parlar ve sonra kendiliğinden gelişir. Öğretimi yazı ya da sözle yapmak gerekseydi, bunu en iyi olarak benden başka kimse yapamayacağı gibi, kötü anlatırsam, kimse benden pek etkilenmeyecektir. Onu yazmam gerektiğini, çoğunluğun anlayacağı gibi anlatabileceğimi düşünseydim, ömrümde insanlara o denli yararlı olacak öğretilerimi yazmaktan, herkesi nesnelerin özü konusunda aydınlatmaktan daha iyi bir iş görebilir miydim? Ama bunları "kanıtlama" adı verilen yolla anlatmak insanlar için iyi olmaz sanıyorum; gerçeği, küçük bir işaretle kendiliğinden bulabilecek azınlığı, elbette bir yana bırakmak gerek. Ötekilere gelince, felsefeyi yersiz ve haksız olarak aşağı görürler ya da en yüksek bilgilere erdiklerini sanarak büyük ve boş umutlara kapılırlar. Bu konu üzerinde uzun uzun durmak istiyorum; ne demek istediğimi anlatınca, belki bu sözlerimi daha iyi anlarsınız. Bu konuda bir şey yazmayı göze alanları durduracak sağlam bir neden vardır. Buna birçok kez işaret ettim; ama anlaşılan yinelemek gerekiyor.
Bir varlığın bilgisini elde etmek isteyenler için bilinmesi gereken üç şey vardır. Bilim dördüncü şeydir. Beşinci olarak da, tanınanı, gerçekte var olanı saymamız gerekir. Birincisi ad, ikincisi kavram, üçüncüsü imge, dördüncüsü de bilimdir. Bu söylediğimi anlamak için bir örnek verelim, her şeyi bu örnekle karşılaştıralım. Daire denen bir şey vardır; adı da şimdi söylediğim sözcüktür. Sonra, dairenin, ad ve eylemlerden kurulmuş bir kavramı vardır; bütün uçlarının odağa eşit uzaklıkta olduğu şey; işte yuvarlak, çember, daire denen şeyin kavramı. Bundan sonra resmi çizilen, sonra silinen; tornayla yapılan, sonra bozulan nesne gelir; oysa bütün bunlarla ilgili olan dairenin kendisi bu değişmelerin dışındadır; çünkü o, ayrı bir şeydir. Dördüncü şey, bu nesnelerin bilimi, akılla kavranması ve onlar konusundaki doğru kanıdır. Bunlar aynı türdendir ve sözde ya da madde biçimlerinde değil, ruhta bulunurlar. Onun için bunların daireden ve demin sözünü ettiğim o üç şeyden başka bir özde oldukları açıkça görünür. Bunların yakınlık ve benzerlik bakımından beşinciye en çok yaklaşanı, akılla kavramadır; ötekiler daha uzaktır.
Aynı ayrımlar, düz ve yuvarlak biçimlerde, renklerde, iyide, güzelde, doğruda; insanın yaptığı ya da doğanın oluşturduğu cisimlerde, ateş, su ve bunlara benzer her öğede; bütün hayvanlarda, ruh durumlarında, eylemlerde, edimlerde vardır. Nasıl olursa olsun, bu dört öğe kavranamazsa beşinci de tam olarak bilinemez. Şunu da ekleyin ki, bu dört öğe, dilin kendisindeki yetersizlik yüzünden, her nesnenin özünü olduğu gibi niteliğini de anlatmaktadır. Onun için akıllı bir kimse düşüncelerini dile emanet etme tehlikesini göze almaz; hele dil, yazıyla olacağı gibi, donmuş bir biçim alırsa.
Ama biz gene, demin söylediğimize dönelim: Bunu iyi anlamak gerektir. Geometride çizilen ya da tornayla yapılan dairelerin her biri, beşinciye karşıt olan şeylerle doludur; gerçekten, bütün bölümlerinde düz çizgiye yaklaşmaktadır. Oysa asıl dairede, küçük olsun, büyük olsun, özüne karşıt hiçbir öğe yoktur, diyoruz. Gene diyoruz ki, bu biçimlerin adında da hiçbir değişmezlik yoktur; bugün yuvarlak dediğimiz biçimlere düz, düz dediğimiz biçimlere yuvarlak dersek, kim ne diyebilir? Bu adları böylece değiştirip karşıt anlamlarda kullanırsak değişmezlikleri de azalmaz. Kavram (yani tanımlama) için de böyledir; ad ve eylemlerde olduğuna göre, onda da kesin olarak değişmez bir şey yoktur. Dört öğenin her birinin belirsiz olduğunu göstermek için binlerce kanıt vardır; ama bunların başlıcası biraz önce söylediğimizdir; öz ve nitelik olarak iki ilke bulunduğuna, ruhun da tanımak istediği nitelik değil öz olduğuna göre, dört öğenin her biri düşünce ya da olaylarla, ruhun istemediğini önüne koyuyor; çizilen ya da gösterilen her nesneyi de duyular kolayca çürütebileceğinden, herkes kuşku ve kararsızlık içinde kalıyor. Onun için, kötü bir eğitim yüzünden gerçeği aramadığımız, önümüze çıkan ilk imgeyle yetindiğimiz şeylerde, bize sorulana yanıt verirken birbirimizle alay etmiyoruz; çünkü bu dört öğeyi parça parça etmek ve çürütmek elimizdedir. Ama bize beşinci öğeyle yanıt verilmesini ve bunun anlatılmasını istersek, çürütme yetisi olan herhangi bir kimse bu yetisini kolaylıkla gösterebilir; dinleyenlerin çoğunu, öğretisini, söz, yazı ya da yanıtlarla anlatan kimsenin, yazdıklarını ya da söylediklerini hiç anlamadığına inandırabilir; çünkü asıl çürütülen şeyin, konuşanın ya da yazanın ruhu değil, o dört öğeden her birinin özde kusurlu olan yapısı olduğu her zaman bilinmez. Bilim, ancak bu dördünü inceleye inceleye, birinden ötekine çıkarak ya da inerek, binbir güçlükle elde edilebilir; o da tanınması istenen nesneyle tanıyan aklın iyi olmaları koşuluyla. Tersine, birçok ruhun bilim ve töre denen şey karşısında olduğu gibi, yaradılıştan yetisiz olunursa ya da yeti bozulmuşsa, Lynkeus'un gözleriyle de olsa, hiçbir şey görmeye olanak yoktur. Sözün kısası, bir kimsede nesneyle yakınlık olmazsa, ne öğrenme, ne belleme kolaylığı ona bir şey gösterebilir; çünkü görebilmek için nesneyle yakınlık ilk koşuldur. Onun için, herhangi bir şeyi kolaylıkla öğrenip belleyen, ama doğru ve güzel olan her şeye doğal bir bağlantısı ve yakınlığı olmayan kimseler ya da kendilerinde bu yakınlık olup da her şeyi güçlükle öğrenen, belleyen kimseler, erdem ya da düşkünlük üzerinde, öğrenilebilecek bütün gerçeği elde edemezler. Bütün özün, aynı zamanda doğru ve yanlış yönlerini öğrenmekten başka yol yoktur; bu da, başta söylediğim gibi çok dikkat ve türlü türlü çalışma ister. Ancak adları tanımlamaları, duyumları, algıları birbiriyle karşılaştırdıktan ve hırçınlığın soru ve yanıtları etkilemediği dostça tartışmalarda evirip çevirdikten sonradır ki, anlayışın ve aklın ışığı, insanlık güçlerinin ancak dayanabileceği bir aydınlıkla parlar.
İşte bunun için, gerçekten ciddi konularla uğraşan ciddi bir adam, düşüncesini yazmaktan ve çoğunluğun anlayışsızlık ve hırçınlığına yemlik olarak atmaktan çekinecektir. Bundan şu kısa sonucu çıkarabiliriz: Birinin, örneğin yasa yapanın yasalar üzerine ya da herhangi bir kimsenin herhangi bir konu üzerine yazılarını görünce kendisi ciddi de olsa, yapıtını ciddiye almadığını ve düşüncesinin, kendisinin en iyi yerinde gizli kaldığını kabul etmeliyiz. Yok, düşüncesini çok ciddi birşey olarak yazıyla anlatmışsa, o zaman bu adamın aklını, Tanrılar değil ama ölümlüler almıştır, diyebiliriz.
Asıl konudan ayrılarak söylediğim bu sözleri, bu açıklamaları dikkatle okumuş olanlar, Dionysios ya da ondan daha büyük ya da daha küçük bir kimse, doğanın en eski, en yüksek ilkeleri üzerine bir şey yazmışsa, bu yazıların sağlam ders ve araştırmalara dayanamayacağını kolayca anlarlar; sözlerim de ilkten bunu gösterdi. Çünkü böyle olmasaydı, Dionysios da bu gerçeklere benim beslediğim saygıyı gösterir; bunları yersiz ve yakışık almayan bir yolla ortaya koymaktan çekinirdi. Bunları unutmaması için yazmış olamaz; bu gerçekler öyle kısadır ki, ruh bir kez kavradı mı, unutma dokuncası kalmaz. Dionysios gerçekten böyle bir şey yapmışsa, bu, ya benim öğretimi kendi malı gibi göstermek ya da bu öğretimden pay almış olmakla kazanacağı ünü düşünerek, ondan pay almış gibi görünmek içindir. Verdiğim biricik ders bütün gerçekleri öğretmeye yetmişse, söylediklerini kabul edebiliriz. Ama, bunu nasıl başardı? Thebaililerin dedikleri gibi: Zeus bilir. Ben, yukarıda da söylediğim gibi, öğretimi ona yalnızca bir kez anlattım ve sonra, sözünü bile etmedim.
Olayları olduğu gibi öğrenmek isteyenler, öğretimi, Dionysios'a niçin ikinci, üçüncü ya da daha çok yinelemedim; bunu anlamalıdırlar. Acaba Dionysios, beni bir kez dinledikten sonra, bunun yettiğini mi sandı? Benden önce başkalarından öğrendikleri ya da kendi kendisine bulduklarıyla gerçekten yeter bilgisi var mı; derslerimi değersiz mi buluyor; yoksa (üçüncü olarak şunu da düşünebiliriz) bunlar kavrama yeteneğinin dışında mı? Kendisini bilgelik ve erdeme vererek yaşamıyor mu? Öğretimi anlamsız buluyorsa, bunun tersini gösterecek ve bu konularda Dionysios'tan çok daha yetkili birçok tanığım var. Bu gerçekleri kendi buldu ya da öğrendiyse, bunları özgür bir ruhun eğitimine yardım edecek değerde buluyorsa, nasıl oluyor da (olağanüstü bir adam değilse), bu konularda kendisine kılavuzluk eden birini aşağı görüyor? Onu ne için aşağı gördüğünü, şimdi söyleyeceğim.
Biraz sonra, o zamana dek Dion'un mallarına dokunmamış, gelirinden yararlanmasına izin vermiş olan Dionysios, mektubunda yazdıklarını tümüyle unutmuş gibi davrandı; Dion'un işlerine bakanlara, Peloponessos'a hiçbir şey göndermemelerini buyurdu. Bu malların Dion'un değil, oğlunun olduğunu; oğlu da kendi yeğeni olduğundan, yasa gereği onun vasisi sayılacağını söylüyordu. İşte bu ana dek Dionysios böyle davranmıştı. Bense felsefeye nasıl bir sevgi beslediğini anlamaya başlıyordum, kızmamak elimden gelmiyordu. Mevsim yazdı, gemiler de limandan çıkıyordu. Ben, yalnızca Dionysios'a değil, kendime de, beni üçüncü kez olarak Skylla boğazını geçip
"uğursuz Kharybdis ile karşılaşmaya"
zorlayan kimselere de kızmam gerektiğini düşünüyordum.
Dionysios'a, Dion'a karşı böyle aşağılamayla davranıldıkça, yanında kalamayacağımı söyledim. Beni yatıştırmaya çalıştı; böyle çabucak gitmem, bu haberleri yaymam, onuruna dokunacağından kalmamı diledi. Üstelediğimi görünce, gezim için gereken hazırlıkları kendisinin yapamayacağını söyledi. Bense ilk kalkan gemiye binmek istiyordum: Çok kızmıştım; yolumda durulacak olursa her şeyi göze almaya hazırdım; çünkü hiçbir suçum olmadığı gibi, asıl yakınan da bendim. Dionysios kalmak istemediğimi görünce, beni yolculuk mevsimi geçinceye kadar alıkoymak için şu hileyi düşündü: Konuşmamızın ertesi günü yanıma geldi ve şu kurnazca sözleri söyledi: "Aramızda Dion ve onun çıkarları var; ayrılığımızın nedeni de bu. Gel, bu engeli ortadan kaldıralım. Sana olan saygımdan, bak Dion'a nasıl davranacağım: Malını mülkünü kendisine vermek doğru olacaktır: Peloponessos'da otursun, ama sürgün olarak değil; kendisi, ben ve siz, dostları bir anlaşmaya varınca buraya gelebilecektir; ama doğallıkla, bana karşı koymamak koşuluyla. Bundan sen ve dostlarınla Dion'un akrabaları sorumlu olacaktır: Dion da böyle bir şey yapmayacağına size söz verecektir. Payına düşen malı mülkü, Atina ya da Peloponessos'ta sizin seçeceğiniz kimselere emanet edilecektir. Dion, bunlardan yararlanacak, ama izniniz olmadan bunları alamayacaktır. Çünkü Dion'a, böyle büyük zenginlikleri eline geçirdikten sonra, bana bağlı kalacağına inanacak denli güvenemiyorum.Daha çok sana ve senin dostlarına güveniyorum. İşte, istersen bu koşullar altında bir yıl daha kal; gelecek mevsimde, Dion'un malını mülkünü alarak gidersin. Dion da eminim, böyle bir hizmet gördüğün için sana minnet duyacaktır."
Bu sözleri epey canımı sıktı; bununla birlikte düşüneceğimi ve vereceğim kararı ertesi gün kendisine bildireceğimi söyledim; anlaştık. Yalnız başıma kalınca, düşündüm, taşındım, ne yapacağımı bilmiyordum. Aklıma ilk gelen şey şu oldu: Ya Dionysios verdiği sözü tutmak niyetinde değilse ve ben gittikten sonra Dion'a hem kendisi bir mektup gönderir, hem adamlarından birçoğuna yazdırır da, bugün bana yaptığı önerileri bildirir ve kendisinin bunları yerine getirmeye hazır olduğu halde benim hiç aldırmadığımı, Dion'un çıkarlarını hiç gözetmediğimi söylerse; ya Dionysios gitmemi istemiyorsa ve bu yolda hiçbir gemi kaptanına söylemeden, herkese, kendi isteğine karşı yola çıktığımı duyurursa, sarayından kaçınca beni gemisine alacak kimse bulunur mu? Büyük bir talihsizlik olarak sarayına bitişik olan bahçede oturuyordum; kapıcı da, Dionysios'dan buyruk almazsa, beni dışarı bırakmazdı. Öte yandan burada bir yıl daha kalırsam, Dion'a durumumu ve ne yaptığımı anlatırdım: Dionysios da verdiği sözü azıcık olsun tutarsa, davranışım pek gülünç olmazdı. Çünkü tam olarak hesaplanırsa, Dion'un serveti yüz talanttan aşağı değildi. Ama olaylar düşündüğüm gibi durum alırsa, o zaman ben ne olurdum? Her neyse, bir yıl daha sabretmek, Dionysios'un hilelerini olayların ışığıyla ortaya koymak gerektiğini düşündüm.
Bu karara vardıktan sonra, ertesi gün Dionysios'a şunu dedim: "Kalıyorum, ama rica ederim beni Dion'un bütün işlerinin sorumlusu sayma. Ona ikimiz de mektup yazalım, kararımızı bildirelim; bir diyeceği var mı, yok mu, soralım. İşlerinin başka türlü ele alınmasını istiyorsa, hemen yazsın. Şimdilik bir şey değiştirmeyelim; her şey olduğu gibi kalsın." İşte aşağı yukarı bunları söyledim; ikimiz de böyle davranmaya karar verdik.
Biraz sonra, gemiler yola koyuldu; ben de artık gidemezdim. O zaman Dionysios, Dion'un mülkünün yalnızca yarısının onun olduğunu, öteki yarısının oğluna kalması gerektiğini söylemeyi uygun buldu. Bütün malını satacak, sattıktan sonra da paranın yarısını götürmem için bana verecek, öteki yarısını da çocuk için alıkoyacaktı. Bundan daha haklı bir düzen olamazdı. Bu sözleri beni şaşkınlık içinde bıraktı; bir sözcük bile eklemeyi gülünç buldum. Yalnız Dion'un mektubunu beklememiz, bu değişikliği ona bildirmemiz gerektiğini söyledim. Ama Dionysios, bu konuşmamızdan sonra, Dion'un bütün mülkünü, hiç aldırmadan, istediği kimselere, orada, burada, gelişigüzel sattı; bana bir şey söylemeye bile gönül indirmedi. Ben de onun gibi davrandım; Dion'un işlerinin sözünü bile etmedim. Ne dersem diyeyim, bir işe yaramayacağını biliyordum.
İşte o zamana dek felsefeye ve dostlarıma böyle yardım ettim. Ondan sonra da Dionysios'la ben şöyle yaşadık: Ben, kafesten uçmaya can atan bir kuş gibi hep dışarlara bakıyordum, o beni yatıştırmak için elinden geleni yapıyor, ama Dion'un mülkünden bir şey vermiyordu. Bununla birlikte, bütün Sicilya'ya birbirimizin dostuymuşuz gibi görünüyorduk. Bu sıra, Dionysios, babasının yaptığının tersine, askerlerinin ücretini kısmak istedi. Askerler de kızdı; hep bir araya gelerek böyle bir şeye katlanamayacaklarını, karşı koyacaklarını bildirdiler. Dionysios zora başvurdu, Akropolis'in kapılarını kapattı; ama askerler, barbarların savaş şarkılarını söyleyerek, duvarlara saldırdılar; Dionysios öyle korktu ki, istedikleri her şeyi kabul etti; o sıra toplanmış olan peltastların (6) bile ücretini artırdı.
Bütün bu karışıklıkları Herakleides'in çıkardığı sözü her yana çabucak yayıldı. Herakleides de bunu haber alınca, kaçtı, gizlendi. Dionysios onu yakalamak istiyordu, ama bunu nasıl yapacağını bilemiyordu. Theodotes'i bahçesine çağırttı; ben de o sıra oralarda geziniyordum. Önce birbirlerine ne dediler, konuşmalarını işitmediğimden bilmiyorum; ama Theodotes'in Dionysios'a yanımda söylediklerini biliyor ve anımsıyorum: "Platon," dedi, "Herakleides'i kendisine yüklenen suçlara yanıt vermek üzere buraya getirebilirsem, Dionysios da artık Sicilya'da kalmasına izin vermemek gerektiğini düşünürse, hiç olmazsa, karısı ve çocuklarıyla Peloponessos'a gidip Dionysios'a hiçbir zararı dokunmadan yaşamasına ve gelirinden yararlanmasına izin versin diye Dionysios'u kandırmaya çalışıyorum. Ona haber yolladım; şimdi gene birini yollayacağım. Belki ya ilk çağrımı ya da şimdikini dinler de gelir. Dionysios'tan şunu istiyorum, şunu rica ediyorum: Herakleides'i kırlarda ya da burada bulurlarsa, Dionysios başka bir karar verinceye dek, başına ülkeden uzaklaştırılmaktan başka bir kötülük gelmesin." Sonra Dionysios'a dönerek, "Razı oluyor musun?" dedi. Dionysios, "Peki", dedi, "Onu senin evinin yakınında bulsalar bile, başına, bu karar verdiğimizden başka hiçbir kötülük gelmeyecektir."
Ertesi akşam Eurybios'la Theodotes, büyük bir telaş ve heyecan içinde evime geldiler. Theodotes söze başlayarak, "Platon!", dedi "Dionysios, Herakleides için sana da, bana da ne söz vermişti, biliyorsun.". "Elbette!" dedim, "Ama şimdi onu yakalamak için peltastlar her yanı araştırıyor; olasılıkla, bulunduğu yer de buradan uzak değil. Onun için, kesinlikle bizimle birlikte Dionysios'a gelmelisin." Yola çıktık; Dionysios'un sarayına geldik. İki arkadaşım ayakta durdu ve hiçbir şey söylemeden ağlamaya koyuldular. Ben söze başladım: "Arkadaşlarım, Herakleides'e karşı dünkü anlaşmamıza aykırı olarak davranacağından korkuyorlar; çünkü, sanırım buralarda saklandığı anlaşılmış." Bu sözlerin üzerine Dionysios ateşlendi ve büyük öfkeye kapılmış kimseler gibi renkten renge girdi. Theodotes ayaklarına kapandı; elini eline aldı; böyle bir şey yapmaması için yalvardı, yakardı. Araya girerek, Theodotes'u yüreklendirmek için, "Emin ol, Theodotes!" dedim, "Dionysios dünkü sözüne aykırı bir şey yapmayı göze alamayacaktır." Bunun üzerine Dionysios, tam bir tyrannos bakışıyla, "Sana," dedi, "hiç, ama hiç söz vermedim". "Tanrılar hakkı için," diye yanıt verdim, "Theodotes'in yapmamanı rica ettiği şeyi yapmamaya söz vermemiş miydin?" Bunu söyledikten sonra döndüm, yanından çıktım. Dionysios, Herakleides'i arattı durdu; ama Theodotes, dostuna haberciler göndererek hemen gitmesini bildirdi. Dionysios, Teisias'ı peltastlarla birlikte ardından saldıysa da, söylediğine göre Herakleides bunlardan biraz önce davranarak, Kartaca egemenliği altındaki topraklara sığınmış.
Bundan sonra, Dion'un mülkünü geri vermemeyi öteden beri kuran Dionysios, düşmanım olmak için bunu da bir neden saydı. Evimin bulunduğu bahçede, kadınların Tanrılar için on günlük bir tören yapacaklarını ileri sürerek beni Akropolis'ten çıkardı; bu on günü dışarda, Arkhedemos'un evinde geçirmemi buyurdu. Ben oradayken, Theodotes beni çağırttı ve bütün olup bitenleri nefretle karşıladığını söyleyerek, Dionysios'tan uzun uzun yakındı. Dionysios da, Theodotes'in evine gittiğimi öğrenince, aramızın büsbütün açılması için, o ilkine benzeyen yeni bir neden bulmuş oldu. Theodotes çağırınca, gidip gitmediğimi sormak için birini yolladı. Ben de, "Elbette gittim!" dedim; bunun üzerine, gönderdiği adam: "Öyleyse, Dionysios, Dion'u ve dostlarını kendisine yeğlemekle çok kötü davrandığını sana söylememi buyurdu," dedi. İşte birini göndererek sanki Theodotes'le Herakleides'in dostu, kendisinin de düşmanıymışım gibi, bana bunları söyletti ve beni bir daha sarayına çağırmadı. Bundan başka da, Dion'un malını mülkünü saçıp savurmuş bir adama artık iyilik etmek istemeyeceğimi düşünüyordu.
Ben artık Akropolis'in dışında, askerlerin arasında yaşıyordum. Kimi dostlarım ve yurttaşlarım Atinalı uşaklar, gelip beni buldular; düşmanlarımın kara çalıp beni peltastlara kötülediklerini haber verdiler. Bunlardan kimileri de, beni yakalarlarsa öldüreceklerini söylemişler. Bunun üzerine kurtulmak için bir yol düşündüm. Arkhytas'a, Taranto'daki başka dostlarıma haber yollayarak durumumu anlattım. Onlar da, Sicilya'da görülecek resmi işleri olduğunu ileri sürerek, dostlarından Lamiskos'la birlikte otuz kürekli bir gemi gönderdiler. Lamiskos gelir gelmez araya girdi; Dionysios'a, gitmek istediğimi söyleyerek, buna engel olmamasını rica etti. Dionysios razı oldu ve yol paramı vererek beni başından savdı. Dion'un mülküne gelince; ben bir şey istemedim, o da bir şey vermedi.
Peloponessos'a varınca, Olympia'daki oyunlar için gelmiş olan Dion'a rasladım; başımdan geçenleri anlattım. O, Zeus'u tanık tutarak, hepimizin (benim, akrabalarımın, dostlarımın) Dionysios'tan öc almak için hemen işe girişmemizi istedi. Bizim öç almamız gerekiyordu; çünkü Dionysios bize karşı, konukluk yasalarına aykırı davranmıştı (Dionysios'un davranışını böyle adlandırıyor, böyle görüyordu); kendisinin öç alması gerekiyordu; çünkü, haksız olarak kovulmuş, sürülmüştü. Bu sözleri üzerine, dostlarımı, razı olurlarsa, bu yola götürebileceğini söyledim ve "Bana gelince, sen de başkaları da, beni Dionysios'un sofrasını, evini, Tanrılara sunduğu şeyleri paylaşmaya zorladınız; o da, belki birçok karaçalmacıya inanarak seninle birlikte kendisine ve tahtına karşı birçok düşünceleriniz olduğunu sandığı halde, beni öldürtmedi, konuğa saygı gösterdi. Sizinle birlikte savaşa girişemem; çünkü yaşlıyım. Bundan başka da, bir gün yararlı bir iş başarmak için Dionysios'la dostluğunuzu yeniden kurmak isterseniz, aranızda bir bağ olabilirim; ama siz birbirinize kötülük etmek istedikçe, başka kimselere başvurmalısınız," dedim. İşte, hiçbir başarı elde etmeden Sicilya'ya yapmış olduğum yolculukların verdiği üzüntüyle böyle konuştum. Ama onlar beni dinlemediler; aralarını bulmak için girişimlerime kulak asmadılar; onun için, o zamandan beri olagelen yıkımların sorumluluğunu kendi üzerlerine almalıdırlar. Dionysios, Dion'un mülkünü geri verseydi ya da onunla barışsaydı, insanca işlerin karşısında duyabileceğimiz güvenle söyleyebilirim ki, uğradığınız yıkımların hiçbiri olmayacaktı; çünkü, Dion'u bu yoldan kolaylıkla çevirebilecek isteğim ve gücüm vardı. Ama onlar birbirlerine saldırdılar, her yere yıkım getirdiler.
Şunu da söyleyebilirim ki; Dion'un istediği şey, benim ve her ölçülü insanın da isteyeceği şeydi: erkini, dostlarını ve kendi kentini göz önünde tutacak olursak, yönetim erkini ve yüksek konumlar elde etmeyi, büyük hizmetler görmek için olmasaydı, düşünmezdi bile. Devlete karşı tasarılar kurup, arabozucular toplayarak, kendisine ve arkadaşlarına zenginlikler sağlayan, ama kendini tutamayan, zevklerinin alçakça kölesi olan bir kimse; zengin olanları düşman diye öldürüp, mallarını mülklerini çalan, yardımcı ve suç ortaklarını da, bir gün yoksulluğunu yüzüne vurmasınlar diye, bu yolda kışkırtan bir insan, sanırım böyle davranmaz. Azınlığın malını mülkünü birtakım kararlarla çoğunluğa dağıttığı ya da daha küçük kentleri egemenliğine almış büyük bir kentin başında bulunduğundan, bu küçük kentlerin bütün mülkünü kendi kentine mal ettiği için, bir kentin velinimet saydığı bir kimse de böyle davranmaz. Hayır, ne Dion, ne de başka biri, kendisine ve bütün soyuna sonsuz bir ilenç getirecek bir erkin peşinde koşmamıştır. Dion, elinden geldiğince az kimse öldürerek ya da sürerek, en iyi, en doğru yasaları yapmak, en iyi, en doğru bir yönetim biçimini kurmak istiyordu.
İşte Dion böyle davranarak haksızlık etmektense haksızlığa uğramayı yeğledi; ama kendisini koruma yollarını da aradı. Düşmanlarını tam altedeceği sırada sendeledi; bunda da şaşılacak bir şey yoktur. Tanrıdan korkan, sakıngan ve akıllı bir kimse, hainlerin huyunu anlamakta hiçbir zaman tümüyle aldanamaz; ama fırtınaları gerektiği gibi sezdiği halde bunların hiç beklemediği büyük yeğinliğini ölçmediği için sulara gömülen usta bir dümencinin sonu onun da başına gelebilir. Dion'un yıkılışı da aynı nedenledir. Düşmanlarının kötü niyetlerini biliyordu; ama çılgınlık, kötülük ve açgözlülüklerinin enginliğini ölçmemişti. İşte onu ölüme götüren, bütün Sicilya'yı sonsuz bir yasa bürüyen hata.
Bu anlattıklarımdan sonra, size verebileceğim öğütleri aşağı yukarı vermiş bulunuyorum; bu kadarının da yeteceğini sanıyorum. Sicilya'ya ikinci gezimi anlatma gereğini duydum, çünkü bu konuda çok şaşırtıcı ve inanılmayacak şeyler söyleniyor. Anlattıklarım akla uygun görünür, olup bitenlerin gösterdiğim nedenleri de yeterli bulunursa, ben de öykümü akla uygun ve yeterli sayarım.
Sicilya'ya geldiğim zaman, önce yapmam gereken şeyin, Dionysios felsefe için gerçekten yanıp tutuşuyor mu, yoksa Atina'da söylenenlerin aslı yok mu, bunu araştırmak olacağını düşündüm. Böyle bir şeyi anlamak için, hiç de değersiz olmayan bir yol vardır ki, bir tyrannosa karşı kullanıldığında çok iyi sonuçlar verir; hele o tyrannos, Dionysios gibi gelir gelmez anladığıma göre, kafası iyi anlaşılmamış öğretilerle dolu bir kimse olursa. Böyle adamlara, felsefenin ne denli engin olduğunu; özünü, güçlüklerini ve beklediği çabayı göstermek gerekir. Felsefeye gerçekten yeteneği olan, ona yakınlık duyan ve uygun olan kimse, tanrılık olduğu için, kendisine gösterilen yolu hayranlıkla karşılar ve var gücüyle bu yola atılmak gerektiğine, başka türlü davranırsa yaşayamayacağına inanır. Böylece yola atılır, kılavuzunu sürükler ve amaçlarına ulaşmadan ya da artık bu yolda öğretmeninin yardımına gereksinmesi olmadan, kendi kendisine yürüyebilecek kadar güç elde etmeden durmaz. Böyle bir adam, hep böyle bir ruh durumu içinde yaşar; gündelik işleriyle uğraşsa da, her zaman ve her şeyde felsefeye ve kendisine ölçülü davrandığı için, öğrenmek, bellemek ve düşünmek yetilerini en iyi sağlayacak olan yaşayışa bağlı kalır. Bunun tersi olan bir yaşayış, onda tiksintiden başka bir duygu uyandırmaz. Ama gerçekten filozof olmayan, tenlerini güneşin yaktığı kimseler gibi yalnızca yüzeyde kalan düşünceleri olan kimseler, öğrenecek epey şey olduğunu, çok çalışmak gerektiğini ve ancak böyle bir yaşayışla amaca erişileceğini görünce, böyle bir çalışmayı güç, dahası, olanaksız bulurlar; bu yolda çalışma yetisini de yitirirler. Kimileriyse, öğrendikleri şeyleri yetesiye bildiklerine, yeni güçlüklere katlanmaya gereksinmeleri olmadığına inanırlar. Kendini gevşekliğe bırakan, hiçbir çaba göstermeyen kimseleri denemek için bundan daha açık, bundan daha güvenilir bir yol olamaz. Bu gibi kimseler, felsefenin istediği şeyleri yapamazlarsa, suçu kendilerinde bulmalıdırlar, öğretmenlerinde değil.
İşte Dionysios'un yanına gittiğim zaman bu anlattığım yönteme başvurdum; ama konumu ayrıntılı olarak anlatmadım; aslında bunu Dionysios da istemiyordu. Başka öğretmenlerden aldığı derslerle, birçok şey, birçok önemli şey bildiğini; bunları tümüyle kendi malı kıldığını sanıyordu. Daha sonra, benden öğrendiklerini toplayarak bir yapıt yazdığını, bunları büsbütün ayrı bir öğreti (kendi öğretisi) olarak gösterdiğini bile işittim. Bunun üzerinde kesin olarak bir şey söyleyemezsem de, başkalarının aynı konularda yazıları olduğunu gerçekten biliyorum. Ama kendilerinin ne olduğunu bilmeyen kimselere nasıl değer verebiliriz? Benim uğraştığım şeyler üzerinde, bunları benden ya da başkalarından öğrenmiş ya da kendileri bulmuş olsunlar, yazı yazan ya da yazacak olan kimselerin, bunları anlamalarının olanaksız olduğunu söyleyebilirim. Benim bu konuda yazılmış bir yapıtım yoktur, olmayacaktır da; çünkü bunlar, öteki bilimler gibi söz kalıbına sokulamaz. Bu konularla ancak uzun uzun uğraştıktan, ömrünü bunları düşünmekle geçirdikten sonradır ki, gerçek, ruhta sıçrayan bir kıvılcım gibi parlar ve sonra kendiliğinden gelişir. Öğretimi yazı ya da sözle yapmak gerekseydi, bunu en iyi olarak benden başka kimse yapamayacağı gibi, kötü anlatırsam, kimse benden pek etkilenmeyecektir. Onu yazmam gerektiğini, çoğunluğun anlayacağı gibi anlatabileceğimi düşünseydim, ömrümde insanlara o denli yararlı olacak öğretilerimi yazmaktan, herkesi nesnelerin özü konusunda aydınlatmaktan daha iyi bir iş görebilir miydim? Ama bunları "kanıtlama" adı verilen yolla anlatmak insanlar için iyi olmaz sanıyorum; gerçeği, küçük bir işaretle kendiliğinden bulabilecek azınlığı, elbette bir yana bırakmak gerek. Ötekilere gelince, felsefeyi yersiz ve haksız olarak aşağı görürler ya da en yüksek bilgilere erdiklerini sanarak büyük ve boş umutlara kapılırlar. Bu konu üzerinde uzun uzun durmak istiyorum; ne demek istediğimi anlatınca, belki bu sözlerimi daha iyi anlarsınız. Bu konuda bir şey yazmayı göze alanları durduracak sağlam bir neden vardır. Buna birçok kez işaret ettim; ama anlaşılan yinelemek gerekiyor.
Bir varlığın bilgisini elde etmek isteyenler için bilinmesi gereken üç şey vardır. Bilim dördüncü şeydir. Beşinci olarak da, tanınanı, gerçekte var olanı saymamız gerekir. Birincisi ad, ikincisi kavram, üçüncüsü imge, dördüncüsü de bilimdir. Bu söylediğimi anlamak için bir örnek verelim, her şeyi bu örnekle karşılaştıralım. Daire denen bir şey vardır; adı da şimdi söylediğim sözcüktür. Sonra, dairenin, ad ve eylemlerden kurulmuş bir kavramı vardır; bütün uçlarının odağa eşit uzaklıkta olduğu şey; işte yuvarlak, çember, daire denen şeyin kavramı. Bundan sonra resmi çizilen, sonra silinen; tornayla yapılan, sonra bozulan nesne gelir; oysa bütün bunlarla ilgili olan dairenin kendisi bu değişmelerin dışındadır; çünkü o, ayrı bir şeydir. Dördüncü şey, bu nesnelerin bilimi, akılla kavranması ve onlar konusundaki doğru kanıdır. Bunlar aynı türdendir ve sözde ya da madde biçimlerinde değil, ruhta bulunurlar. Onun için bunların daireden ve demin sözünü ettiğim o üç şeyden başka bir özde oldukları açıkça görünür. Bunların yakınlık ve benzerlik bakımından beşinciye en çok yaklaşanı, akılla kavramadır; ötekiler daha uzaktır.
Aynı ayrımlar, düz ve yuvarlak biçimlerde, renklerde, iyide, güzelde, doğruda; insanın yaptığı ya da doğanın oluşturduğu cisimlerde, ateş, su ve bunlara benzer her öğede; bütün hayvanlarda, ruh durumlarında, eylemlerde, edimlerde vardır. Nasıl olursa olsun, bu dört öğe kavranamazsa beşinci de tam olarak bilinemez. Şunu da ekleyin ki, bu dört öğe, dilin kendisindeki yetersizlik yüzünden, her nesnenin özünü olduğu gibi niteliğini de anlatmaktadır. Onun için akıllı bir kimse düşüncelerini dile emanet etme tehlikesini göze almaz; hele dil, yazıyla olacağı gibi, donmuş bir biçim alırsa.
Ama biz gene, demin söylediğimize dönelim: Bunu iyi anlamak gerektir. Geometride çizilen ya da tornayla yapılan dairelerin her biri, beşinciye karşıt olan şeylerle doludur; gerçekten, bütün bölümlerinde düz çizgiye yaklaşmaktadır. Oysa asıl dairede, küçük olsun, büyük olsun, özüne karşıt hiçbir öğe yoktur, diyoruz. Gene diyoruz ki, bu biçimlerin adında da hiçbir değişmezlik yoktur; bugün yuvarlak dediğimiz biçimlere düz, düz dediğimiz biçimlere yuvarlak dersek, kim ne diyebilir? Bu adları böylece değiştirip karşıt anlamlarda kullanırsak değişmezlikleri de azalmaz. Kavram (yani tanımlama) için de böyledir; ad ve eylemlerde olduğuna göre, onda da kesin olarak değişmez bir şey yoktur. Dört öğenin her birinin belirsiz olduğunu göstermek için binlerce kanıt vardır; ama bunların başlıcası biraz önce söylediğimizdir; öz ve nitelik olarak iki ilke bulunduğuna, ruhun da tanımak istediği nitelik değil öz olduğuna göre, dört öğenin her biri düşünce ya da olaylarla, ruhun istemediğini önüne koyuyor; çizilen ya da gösterilen her nesneyi de duyular kolayca çürütebileceğinden, herkes kuşku ve kararsızlık içinde kalıyor. Onun için, kötü bir eğitim yüzünden gerçeği aramadığımız, önümüze çıkan ilk imgeyle yetindiğimiz şeylerde, bize sorulana yanıt verirken birbirimizle alay etmiyoruz; çünkü bu dört öğeyi parça parça etmek ve çürütmek elimizdedir. Ama bize beşinci öğeyle yanıt verilmesini ve bunun anlatılmasını istersek, çürütme yetisi olan herhangi bir kimse bu yetisini kolaylıkla gösterebilir; dinleyenlerin çoğunu, öğretisini, söz, yazı ya da yanıtlarla anlatan kimsenin, yazdıklarını ya da söylediklerini hiç anlamadığına inandırabilir; çünkü asıl çürütülen şeyin, konuşanın ya da yazanın ruhu değil, o dört öğeden her birinin özde kusurlu olan yapısı olduğu her zaman bilinmez. Bilim, ancak bu dördünü inceleye inceleye, birinden ötekine çıkarak ya da inerek, binbir güçlükle elde edilebilir; o da tanınması istenen nesneyle tanıyan aklın iyi olmaları koşuluyla. Tersine, birçok ruhun bilim ve töre denen şey karşısında olduğu gibi, yaradılıştan yetisiz olunursa ya da yeti bozulmuşsa, Lynkeus'un gözleriyle de olsa, hiçbir şey görmeye olanak yoktur. Sözün kısası, bir kimsede nesneyle yakınlık olmazsa, ne öğrenme, ne belleme kolaylığı ona bir şey gösterebilir; çünkü görebilmek için nesneyle yakınlık ilk koşuldur. Onun için, herhangi bir şeyi kolaylıkla öğrenip belleyen, ama doğru ve güzel olan her şeye doğal bir bağlantısı ve yakınlığı olmayan kimseler ya da kendilerinde bu yakınlık olup da her şeyi güçlükle öğrenen, belleyen kimseler, erdem ya da düşkünlük üzerinde, öğrenilebilecek bütün gerçeği elde edemezler. Bütün özün, aynı zamanda doğru ve yanlış yönlerini öğrenmekten başka yol yoktur; bu da, başta söylediğim gibi çok dikkat ve türlü türlü çalışma ister. Ancak adları tanımlamaları, duyumları, algıları birbiriyle karşılaştırdıktan ve hırçınlığın soru ve yanıtları etkilemediği dostça tartışmalarda evirip çevirdikten sonradır ki, anlayışın ve aklın ışığı, insanlık güçlerinin ancak dayanabileceği bir aydınlıkla parlar.
İşte bunun için, gerçekten ciddi konularla uğraşan ciddi bir adam, düşüncesini yazmaktan ve çoğunluğun anlayışsızlık ve hırçınlığına yemlik olarak atmaktan çekinecektir. Bundan şu kısa sonucu çıkarabiliriz: Birinin, örneğin yasa yapanın yasalar üzerine ya da herhangi bir kimsenin herhangi bir konu üzerine yazılarını görünce kendisi ciddi de olsa, yapıtını ciddiye almadığını ve düşüncesinin, kendisinin en iyi yerinde gizli kaldığını kabul etmeliyiz. Yok, düşüncesini çok ciddi birşey olarak yazıyla anlatmışsa, o zaman bu adamın aklını, Tanrılar değil ama ölümlüler almıştır, diyebiliriz.
Asıl konudan ayrılarak söylediğim bu sözleri, bu açıklamaları dikkatle okumuş olanlar, Dionysios ya da ondan daha büyük ya da daha küçük bir kimse, doğanın en eski, en yüksek ilkeleri üzerine bir şey yazmışsa, bu yazıların sağlam ders ve araştırmalara dayanamayacağını kolayca anlarlar; sözlerim de ilkten bunu gösterdi. Çünkü böyle olmasaydı, Dionysios da bu gerçeklere benim beslediğim saygıyı gösterir; bunları yersiz ve yakışık almayan bir yolla ortaya koymaktan çekinirdi. Bunları unutmaması için yazmış olamaz; bu gerçekler öyle kısadır ki, ruh bir kez kavradı mı, unutma dokuncası kalmaz. Dionysios gerçekten böyle bir şey yapmışsa, bu, ya benim öğretimi kendi malı gibi göstermek ya da bu öğretimden pay almış olmakla kazanacağı ünü düşünerek, ondan pay almış gibi görünmek içindir. Verdiğim biricik ders bütün gerçekleri öğretmeye yetmişse, söylediklerini kabul edebiliriz. Ama, bunu nasıl başardı? Thebaililerin dedikleri gibi: Zeus bilir. Ben, yukarıda da söylediğim gibi, öğretimi ona yalnızca bir kez anlattım ve sonra, sözünü bile etmedim.
Olayları olduğu gibi öğrenmek isteyenler, öğretimi, Dionysios'a niçin ikinci, üçüncü ya da daha çok yinelemedim; bunu anlamalıdırlar. Acaba Dionysios, beni bir kez dinledikten sonra, bunun yettiğini mi sandı? Benden önce başkalarından öğrendikleri ya da kendi kendisine bulduklarıyla gerçekten yeter bilgisi var mı; derslerimi değersiz mi buluyor; yoksa (üçüncü olarak şunu da düşünebiliriz) bunlar kavrama yeteneğinin dışında mı? Kendisini bilgelik ve erdeme vererek yaşamıyor mu? Öğretimi anlamsız buluyorsa, bunun tersini gösterecek ve bu konularda Dionysios'tan çok daha yetkili birçok tanığım var. Bu gerçekleri kendi buldu ya da öğrendiyse, bunları özgür bir ruhun eğitimine yardım edecek değerde buluyorsa, nasıl oluyor da (olağanüstü bir adam değilse), bu konularda kendisine kılavuzluk eden birini aşağı görüyor? Onu ne için aşağı gördüğünü, şimdi söyleyeceğim.
Biraz sonra, o zamana dek Dion'un mallarına dokunmamış, gelirinden yararlanmasına izin vermiş olan Dionysios, mektubunda yazdıklarını tümüyle unutmuş gibi davrandı; Dion'un işlerine bakanlara, Peloponessos'a hiçbir şey göndermemelerini buyurdu. Bu malların Dion'un değil, oğlunun olduğunu; oğlu da kendi yeğeni olduğundan, yasa gereği onun vasisi sayılacağını söylüyordu. İşte bu ana dek Dionysios böyle davranmıştı. Bense felsefeye nasıl bir sevgi beslediğini anlamaya başlıyordum, kızmamak elimden gelmiyordu. Mevsim yazdı, gemiler de limandan çıkıyordu. Ben, yalnızca Dionysios'a değil, kendime de, beni üçüncü kez olarak Skylla boğazını geçip
"uğursuz Kharybdis ile karşılaşmaya"
zorlayan kimselere de kızmam gerektiğini düşünüyordum.
Dionysios'a, Dion'a karşı böyle aşağılamayla davranıldıkça, yanında kalamayacağımı söyledim. Beni yatıştırmaya çalıştı; böyle çabucak gitmem, bu haberleri yaymam, onuruna dokunacağından kalmamı diledi. Üstelediğimi görünce, gezim için gereken hazırlıkları kendisinin yapamayacağını söyledi. Bense ilk kalkan gemiye binmek istiyordum: Çok kızmıştım; yolumda durulacak olursa her şeyi göze almaya hazırdım; çünkü hiçbir suçum olmadığı gibi, asıl yakınan da bendim. Dionysios kalmak istemediğimi görünce, beni yolculuk mevsimi geçinceye kadar alıkoymak için şu hileyi düşündü: Konuşmamızın ertesi günü yanıma geldi ve şu kurnazca sözleri söyledi: "Aramızda Dion ve onun çıkarları var; ayrılığımızın nedeni de bu. Gel, bu engeli ortadan kaldıralım. Sana olan saygımdan, bak Dion'a nasıl davranacağım: Malını mülkünü kendisine vermek doğru olacaktır: Peloponessos'da otursun, ama sürgün olarak değil; kendisi, ben ve siz, dostları bir anlaşmaya varınca buraya gelebilecektir; ama doğallıkla, bana karşı koymamak koşuluyla. Bundan sen ve dostlarınla Dion'un akrabaları sorumlu olacaktır: Dion da böyle bir şey yapmayacağına size söz verecektir. Payına düşen malı mülkü, Atina ya da Peloponessos'ta sizin seçeceğiniz kimselere emanet edilecektir. Dion, bunlardan yararlanacak, ama izniniz olmadan bunları alamayacaktır. Çünkü Dion'a, böyle büyük zenginlikleri eline geçirdikten sonra, bana bağlı kalacağına inanacak denli güvenemiyorum.Daha çok sana ve senin dostlarına güveniyorum. İşte, istersen bu koşullar altında bir yıl daha kal; gelecek mevsimde, Dion'un malını mülkünü alarak gidersin. Dion da eminim, böyle bir hizmet gördüğün için sana minnet duyacaktır."
Bu sözleri epey canımı sıktı; bununla birlikte düşüneceğimi ve vereceğim kararı ertesi gün kendisine bildireceğimi söyledim; anlaştık. Yalnız başıma kalınca, düşündüm, taşındım, ne yapacağımı bilmiyordum. Aklıma ilk gelen şey şu oldu: Ya Dionysios verdiği sözü tutmak niyetinde değilse ve ben gittikten sonra Dion'a hem kendisi bir mektup gönderir, hem adamlarından birçoğuna yazdırır da, bugün bana yaptığı önerileri bildirir ve kendisinin bunları yerine getirmeye hazır olduğu halde benim hiç aldırmadığımı, Dion'un çıkarlarını hiç gözetmediğimi söylerse; ya Dionysios gitmemi istemiyorsa ve bu yolda hiçbir gemi kaptanına söylemeden, herkese, kendi isteğine karşı yola çıktığımı duyurursa, sarayından kaçınca beni gemisine alacak kimse bulunur mu? Büyük bir talihsizlik olarak sarayına bitişik olan bahçede oturuyordum; kapıcı da, Dionysios'dan buyruk almazsa, beni dışarı bırakmazdı. Öte yandan burada bir yıl daha kalırsam, Dion'a durumumu ve ne yaptığımı anlatırdım: Dionysios da verdiği sözü azıcık olsun tutarsa, davranışım pek gülünç olmazdı. Çünkü tam olarak hesaplanırsa, Dion'un serveti yüz talanttan aşağı değildi. Ama olaylar düşündüğüm gibi durum alırsa, o zaman ben ne olurdum? Her neyse, bir yıl daha sabretmek, Dionysios'un hilelerini olayların ışığıyla ortaya koymak gerektiğini düşündüm.
Bu karara vardıktan sonra, ertesi gün Dionysios'a şunu dedim: "Kalıyorum, ama rica ederim beni Dion'un bütün işlerinin sorumlusu sayma. Ona ikimiz de mektup yazalım, kararımızı bildirelim; bir diyeceği var mı, yok mu, soralım. İşlerinin başka türlü ele alınmasını istiyorsa, hemen yazsın. Şimdilik bir şey değiştirmeyelim; her şey olduğu gibi kalsın." İşte aşağı yukarı bunları söyledim; ikimiz de böyle davranmaya karar verdik.
Biraz sonra, gemiler yola koyuldu; ben de artık gidemezdim. O zaman Dionysios, Dion'un mülkünün yalnızca yarısının onun olduğunu, öteki yarısının oğluna kalması gerektiğini söylemeyi uygun buldu. Bütün malını satacak, sattıktan sonra da paranın yarısını götürmem için bana verecek, öteki yarısını da çocuk için alıkoyacaktı. Bundan daha haklı bir düzen olamazdı. Bu sözleri beni şaşkınlık içinde bıraktı; bir sözcük bile eklemeyi gülünç buldum. Yalnız Dion'un mektubunu beklememiz, bu değişikliği ona bildirmemiz gerektiğini söyledim. Ama Dionysios, bu konuşmamızdan sonra, Dion'un bütün mülkünü, hiç aldırmadan, istediği kimselere, orada, burada, gelişigüzel sattı; bana bir şey söylemeye bile gönül indirmedi. Ben de onun gibi davrandım; Dion'un işlerinin sözünü bile etmedim. Ne dersem diyeyim, bir işe yaramayacağını biliyordum.
İşte o zamana dek felsefeye ve dostlarıma böyle yardım ettim. Ondan sonra da Dionysios'la ben şöyle yaşadık: Ben, kafesten uçmaya can atan bir kuş gibi hep dışarlara bakıyordum, o beni yatıştırmak için elinden geleni yapıyor, ama Dion'un mülkünden bir şey vermiyordu. Bununla birlikte, bütün Sicilya'ya birbirimizin dostuymuşuz gibi görünüyorduk. Bu sıra, Dionysios, babasının yaptığının tersine, askerlerinin ücretini kısmak istedi. Askerler de kızdı; hep bir araya gelerek böyle bir şeye katlanamayacaklarını, karşı koyacaklarını bildirdiler. Dionysios zora başvurdu, Akropolis'in kapılarını kapattı; ama askerler, barbarların savaş şarkılarını söyleyerek, duvarlara saldırdılar; Dionysios öyle korktu ki, istedikleri her şeyi kabul etti; o sıra toplanmış olan peltastların (6) bile ücretini artırdı.
Bütün bu karışıklıkları Herakleides'in çıkardığı sözü her yana çabucak yayıldı. Herakleides de bunu haber alınca, kaçtı, gizlendi. Dionysios onu yakalamak istiyordu, ama bunu nasıl yapacağını bilemiyordu. Theodotes'i bahçesine çağırttı; ben de o sıra oralarda geziniyordum. Önce birbirlerine ne dediler, konuşmalarını işitmediğimden bilmiyorum; ama Theodotes'in Dionysios'a yanımda söylediklerini biliyor ve anımsıyorum: "Platon," dedi, "Herakleides'i kendisine yüklenen suçlara yanıt vermek üzere buraya getirebilirsem, Dionysios da artık Sicilya'da kalmasına izin vermemek gerektiğini düşünürse, hiç olmazsa, karısı ve çocuklarıyla Peloponessos'a gidip Dionysios'a hiçbir zararı dokunmadan yaşamasına ve gelirinden yararlanmasına izin versin diye Dionysios'u kandırmaya çalışıyorum. Ona haber yolladım; şimdi gene birini yollayacağım. Belki ya ilk çağrımı ya da şimdikini dinler de gelir. Dionysios'tan şunu istiyorum, şunu rica ediyorum: Herakleides'i kırlarda ya da burada bulurlarsa, Dionysios başka bir karar verinceye dek, başına ülkeden uzaklaştırılmaktan başka bir kötülük gelmesin." Sonra Dionysios'a dönerek, "Razı oluyor musun?" dedi. Dionysios, "Peki", dedi, "Onu senin evinin yakınında bulsalar bile, başına, bu karar verdiğimizden başka hiçbir kötülük gelmeyecektir."
Ertesi akşam Eurybios'la Theodotes, büyük bir telaş ve heyecan içinde evime geldiler. Theodotes söze başlayarak, "Platon!", dedi "Dionysios, Herakleides için sana da, bana da ne söz vermişti, biliyorsun.". "Elbette!" dedim, "Ama şimdi onu yakalamak için peltastlar her yanı araştırıyor; olasılıkla, bulunduğu yer de buradan uzak değil. Onun için, kesinlikle bizimle birlikte Dionysios'a gelmelisin." Yola çıktık; Dionysios'un sarayına geldik. İki arkadaşım ayakta durdu ve hiçbir şey söylemeden ağlamaya koyuldular. Ben söze başladım: "Arkadaşlarım, Herakleides'e karşı dünkü anlaşmamıza aykırı olarak davranacağından korkuyorlar; çünkü, sanırım buralarda saklandığı anlaşılmış." Bu sözlerin üzerine Dionysios ateşlendi ve büyük öfkeye kapılmış kimseler gibi renkten renge girdi. Theodotes ayaklarına kapandı; elini eline aldı; böyle bir şey yapmaması için yalvardı, yakardı. Araya girerek, Theodotes'u yüreklendirmek için, "Emin ol, Theodotes!" dedim, "Dionysios dünkü sözüne aykırı bir şey yapmayı göze alamayacaktır." Bunun üzerine Dionysios, tam bir tyrannos bakışıyla, "Sana," dedi, "hiç, ama hiç söz vermedim". "Tanrılar hakkı için," diye yanıt verdim, "Theodotes'in yapmamanı rica ettiği şeyi yapmamaya söz vermemiş miydin?" Bunu söyledikten sonra döndüm, yanından çıktım. Dionysios, Herakleides'i arattı durdu; ama Theodotes, dostuna haberciler göndererek hemen gitmesini bildirdi. Dionysios, Teisias'ı peltastlarla birlikte ardından saldıysa da, söylediğine göre Herakleides bunlardan biraz önce davranarak, Kartaca egemenliği altındaki topraklara sığınmış.
Bundan sonra, Dion'un mülkünü geri vermemeyi öteden beri kuran Dionysios, düşmanım olmak için bunu da bir neden saydı. Evimin bulunduğu bahçede, kadınların Tanrılar için on günlük bir tören yapacaklarını ileri sürerek beni Akropolis'ten çıkardı; bu on günü dışarda, Arkhedemos'un evinde geçirmemi buyurdu. Ben oradayken, Theodotes beni çağırttı ve bütün olup bitenleri nefretle karşıladığını söyleyerek, Dionysios'tan uzun uzun yakındı. Dionysios da, Theodotes'in evine gittiğimi öğrenince, aramızın büsbütün açılması için, o ilkine benzeyen yeni bir neden bulmuş oldu. Theodotes çağırınca, gidip gitmediğimi sormak için birini yolladı. Ben de, "Elbette gittim!" dedim; bunun üzerine, gönderdiği adam: "Öyleyse, Dionysios, Dion'u ve dostlarını kendisine yeğlemekle çok kötü davrandığını sana söylememi buyurdu," dedi. İşte birini göndererek sanki Theodotes'le Herakleides'in dostu, kendisinin de düşmanıymışım gibi, bana bunları söyletti ve beni bir daha sarayına çağırmadı. Bundan başka da, Dion'un malını mülkünü saçıp savurmuş bir adama artık iyilik etmek istemeyeceğimi düşünüyordu.
Ben artık Akropolis'in dışında, askerlerin arasında yaşıyordum. Kimi dostlarım ve yurttaşlarım Atinalı uşaklar, gelip beni buldular; düşmanlarımın kara çalıp beni peltastlara kötülediklerini haber verdiler. Bunlardan kimileri de, beni yakalarlarsa öldüreceklerini söylemişler. Bunun üzerine kurtulmak için bir yol düşündüm. Arkhytas'a, Taranto'daki başka dostlarıma haber yollayarak durumumu anlattım. Onlar da, Sicilya'da görülecek resmi işleri olduğunu ileri sürerek, dostlarından Lamiskos'la birlikte otuz kürekli bir gemi gönderdiler. Lamiskos gelir gelmez araya girdi; Dionysios'a, gitmek istediğimi söyleyerek, buna engel olmamasını rica etti. Dionysios razı oldu ve yol paramı vererek beni başından savdı. Dion'un mülküne gelince; ben bir şey istemedim, o da bir şey vermedi.
Peloponessos'a varınca, Olympia'daki oyunlar için gelmiş olan Dion'a rasladım; başımdan geçenleri anlattım. O, Zeus'u tanık tutarak, hepimizin (benim, akrabalarımın, dostlarımın) Dionysios'tan öc almak için hemen işe girişmemizi istedi. Bizim öç almamız gerekiyordu; çünkü Dionysios bize karşı, konukluk yasalarına aykırı davranmıştı (Dionysios'un davranışını böyle adlandırıyor, böyle görüyordu); kendisinin öç alması gerekiyordu; çünkü, haksız olarak kovulmuş, sürülmüştü. Bu sözleri üzerine, dostlarımı, razı olurlarsa, bu yola götürebileceğini söyledim ve "Bana gelince, sen de başkaları da, beni Dionysios'un sofrasını, evini, Tanrılara sunduğu şeyleri paylaşmaya zorladınız; o da, belki birçok karaçalmacıya inanarak seninle birlikte kendisine ve tahtına karşı birçok düşünceleriniz olduğunu sandığı halde, beni öldürtmedi, konuğa saygı gösterdi. Sizinle birlikte savaşa girişemem; çünkü yaşlıyım. Bundan başka da, bir gün yararlı bir iş başarmak için Dionysios'la dostluğunuzu yeniden kurmak isterseniz, aranızda bir bağ olabilirim; ama siz birbirinize kötülük etmek istedikçe, başka kimselere başvurmalısınız," dedim. İşte, hiçbir başarı elde etmeden Sicilya'ya yapmış olduğum yolculukların verdiği üzüntüyle böyle konuştum. Ama onlar beni dinlemediler; aralarını bulmak için girişimlerime kulak asmadılar; onun için, o zamandan beri olagelen yıkımların sorumluluğunu kendi üzerlerine almalıdırlar. Dionysios, Dion'un mülkünü geri verseydi ya da onunla barışsaydı, insanca işlerin karşısında duyabileceğimiz güvenle söyleyebilirim ki, uğradığınız yıkımların hiçbiri olmayacaktı; çünkü, Dion'u bu yoldan kolaylıkla çevirebilecek isteğim ve gücüm vardı. Ama onlar birbirlerine saldırdılar, her yere yıkım getirdiler.
Şunu da söyleyebilirim ki; Dion'un istediği şey, benim ve her ölçülü insanın da isteyeceği şeydi: erkini, dostlarını ve kendi kentini göz önünde tutacak olursak, yönetim erkini ve yüksek konumlar elde etmeyi, büyük hizmetler görmek için olmasaydı, düşünmezdi bile. Devlete karşı tasarılar kurup, arabozucular toplayarak, kendisine ve arkadaşlarına zenginlikler sağlayan, ama kendini tutamayan, zevklerinin alçakça kölesi olan bir kimse; zengin olanları düşman diye öldürüp, mallarını mülklerini çalan, yardımcı ve suç ortaklarını da, bir gün yoksulluğunu yüzüne vurmasınlar diye, bu yolda kışkırtan bir insan, sanırım böyle davranmaz. Azınlığın malını mülkünü birtakım kararlarla çoğunluğa dağıttığı ya da daha küçük kentleri egemenliğine almış büyük bir kentin başında bulunduğundan, bu küçük kentlerin bütün mülkünü kendi kentine mal ettiği için, bir kentin velinimet saydığı bir kimse de böyle davranmaz. Hayır, ne Dion, ne de başka biri, kendisine ve bütün soyuna sonsuz bir ilenç getirecek bir erkin peşinde koşmamıştır. Dion, elinden geldiğince az kimse öldürerek ya da sürerek, en iyi, en doğru yasaları yapmak, en iyi, en doğru bir yönetim biçimini kurmak istiyordu.
İşte Dion böyle davranarak haksızlık etmektense haksızlığa uğramayı yeğledi; ama kendisini koruma yollarını da aradı. Düşmanlarını tam altedeceği sırada sendeledi; bunda da şaşılacak bir şey yoktur. Tanrıdan korkan, sakıngan ve akıllı bir kimse, hainlerin huyunu anlamakta hiçbir zaman tümüyle aldanamaz; ama fırtınaları gerektiği gibi sezdiği halde bunların hiç beklemediği büyük yeğinliğini ölçmediği için sulara gömülen usta bir dümencinin sonu onun da başına gelebilir. Dion'un yıkılışı da aynı nedenledir. Düşmanlarının kötü niyetlerini biliyordu; ama çılgınlık, kötülük ve açgözlülüklerinin enginliğini ölçmemişti. İşte onu ölüme götüren, bütün Sicilya'yı sonsuz bir yasa bürüyen hata.
Bu anlattıklarımdan sonra, size verebileceğim öğütleri aşağı yukarı vermiş bulunuyorum; bu kadarının da yeteceğini sanıyorum. Sicilya'ya ikinci gezimi anlatma gereğini duydum, çünkü bu konuda çok şaşırtıcı ve inanılmayacak şeyler söyleniyor. Anlattıklarım akla uygun görünür, olup bitenlerin gösterdiğim nedenleri de yeterli bulunursa, ben de öykümü akla uygun ve yeterli sayarım.