Husserl’in Felsefesinde Doğal Tavrın Gerekliliği: Fenomenolojik İndirgeme ve Özel Dil Üzerine Tartışma (...devam )
|
Husserl algının gerçek doğası hakkında konuşurken, perspektif ya da daha doğru bir ifadeyle perspektif değişimleri kavramını ortaya atmaktadır. Husserl’e göre, algı perspektife dayanmaktadır. Demek istediğim şey, genel olarak algılanılan obje kendisinin tüm parçalarının, yönlerinin ve yüzlerinin bir tanesinden algılanabilmektedir. Yani perspektiften bize gelen algı algılanılan nesnenin sadece bir acıdan gelen görüntüsünden ibarettir. Her perspektiften elde ettiğimiz algı nesnenin farklı bir algısıdır. Fakat, her ne kadar da perspektifteki değişim algıdaki değişime sebep olsa da, algılanılan nesne bir bütün olarak bir ve aynı kalmaktadır. Husserl Logical Investigations adlı eserinde, Berkeley ve Hume’un nesneleri ideler kümesine indirgeyen kuramlarına karşı çıkmış, bunun mümkün olamayacağını savunmuştur. Bilinç, üç boyutlu hiçbir nesnenin algısına tam olarak (reele content) sahip olamaz. Uzay zaman içinde bulunan nesneler için perspektife bağımlı olarak sadece tek bir noktadan algılanabilir. Nesneler fiziksel nesne olduklarından değil, üç boyutlu olmalarından ötürü sonsuz sayıda perspektife sahip olurlar ve bu yüzden bilinç tarafından tam olarak kavranamazlar (2000: 546). Husserl’in bu görüşlerinden bahsederken bilince içkin olanla, bilince aşkın olan şey konusunda dikkatli olmak gerekmektedir. Bu da algımızın nesnesiyle algı deneyimimize birbirinden ayrıt etmekle olabilir.
Husserl, algı hakkındaki iddialarını desteklemek için masanın algısını örnek olarak vermektedir. Masaya bakmaya devam ederek mekandaki konumumu sürekli olarak değiştiriyorum. Aynı kalmaya devam eden masanın fiziki varlığının farkındayım. Ancak, masanın sürekli değişen bir algısı olmasına rağmen, masa aynı ve bir kalmaya devam etmektedir. Gözlerimi ve diğer duyu organlarımın masayla olan ilişkilerini kestim ve şu an masayı algılamıyorum diye devam etmekte Husserl. Gözlerimi açtıktan sonra, algı geri dönmekte. Algılamada kesinti olması, algıladığım şeyin doğasında herhangi bir değişiklik yaratmamaktadır (1962: 117).
Husserl’e göre, masanın algısındaki birliktelik bilinç tarafından sağlanmaktadır. Bilinç, masaya ait olan ait olan algıları hatırlama yoluyla yeni algıları dahil ederek, aynı masanın algısı olduğu fikrini oluşturmaktadır. Algı dediğimiz şey, sürekli bir bilinç akışıdır ve kendisi sürekli bir akış halindedir. Şu algılanılan, yakın geçmişte gerçekleşmiş olan algının üzerine eklenerek ilerler. Bilinç, yakın geçmişte yapılan algıların yeni algılarla birleştirilmesini sağlar. Farklı perspektiflerden gelen farklı algı içerikleri birleştirilerek tek bir masa algısına dönmektedir.
Algıdaki birlikteliğin nasıl ortaya çıktığı sorunu Husserl’in felsefesi için çok önemlidir. Objelerin özlerini kavramamız bu yolla olacağından, bu birlikteliğin nasıl olduğu açık bir şekilde ortaya konulmalıdır. Husserl bu konuda şöyle devam etmektedir: “Objesi algının toplamı olarak ortaya çıkan nesnenin kendisinin bilincinde olmak, ve bunu yaparken sürekli olarak onun doğasındaki birliktelikle uyumlu olmak, esasen ve zorunlu olarak görüngü desenlerini ve perspektif değişimlerini birleştiren sisteme sahip olmaya bağlıdır, ve bu sistemin yardımıyla algıda ortaya çıkan nesnenin nesnel tüm fiziksel yanları kendilerini bir devamlılık içinde ortaya çıkarırlar” (a.e., 118).
Demek istediğimiz şey, bilinç, nesnenin eski algılarını ona ait olan yeni algıları birleştirerek, algılanılan nesneyi bir ve aynı olarak kavrar. Bunu yaparken, perspektif değişimlerinden gelen, ve aynı nesneye ait olan farklı algı içeriklerini, algıladığı nesnenin doğasıyla uyumluluk göstermesine bakılarak, algılanılan nesnenin bir ve aynı nesne olduğu ortaya çıkarılır.
Perspektif değişimlerindeki görüngüleri (algı içeriklerinin) nesnelerin zorunlu durumlarıdır. Perspektif değişimiyle bize ulaşan her algı durumu belirli bir içeriğe sahiptir. Duyusal veri adı verdiğimiz bu içerikler bir araya getirilerek somut yaşantı birliktelikleri haline çevrilmektedir. Daha sonra, kavrama dediğimiz edim somut yaşantı birlikteliklerine somut algı bütünlükleri biçiminde hayat vermek anlamına gelmektedir.
Husserl nesnenin tam algısının mümkün olmadığını iddia etmektedir. Çünkü algı perspektifteki değişimlere bağımlıdır ve bir nesne sonsuz sayıda perspektife sahiptir. Demek istediğimiz şey, her bir algı, nesnenin sadece bir tane perspektifinden verilen içeriği taşımaktadır. Husserl’e göre perspektiflerle edinilmiş olan nesnenin algısı, nesnenin tahmin edilemez değişimi yada insan yapısının bir hatası değildir. Yani, algının perspektif bağımlı olması ve perspektifteki değişimlerin algı içeriklerini değiştiriyor olması, ne nesnenin ne de insanın doğasındaki bir eksiklikten kaynaklanmamaktadır. Perspektif bağımlı olmak ya da perspektiften algılanabilir olmak mekansal varlık olmanın temel özelliklerinden başka bir şey değildir.
Refleksiyon kavramı Husserl’in fenomenolojik indirgemesinde önemli yeri olan kavramalardan biridir. Refleksiyon bilinçte yapılan değişiklikler anlamına gelmekte ve bütün bilinç edimleri için bir tane refleksiyon edimi bulunmaktadır. Şimdi, Husserl’in “Ideas I” adlı eserinin çerçevesinde, onun fenomenoloji anlayışı açısından refleksiyon kavramının ve işlevinin önemini tartışalım.
Husserl’e göre, refleksiyon deneyim biçimlerini genel adıdır. Bütün refleksiyon biçimleri özelliği bilincin değiştirmesine maruz kalması ve bilinçteki her türlü değişim ve deneyim olarak kabul edilmektedir. Refleksiyonu sadece algının bir edimi olarak değil, hafızanın, fantezinin vb. şeylerinde edimi olarak görüyoruz. Kısacası, refleksiyon kavramı, temelinde kavramaya dayanan bütün mümkün değişikliklerdir.
Refleksiyon deneyimle ilgili bilgi sahibi olmamızı sağlar, demek istediğim, eğer biz hiçbir deneyim üzerine refleksiyon yapmasaydık, bu deneyim hakkında hiçbir şey bilemezdik. Deneyimin doğasında refleksiyonla algılanılabilir olmak vardır. Husserl refleksiyonun objektif olduğunun iddia etmektedir. Refleksiyonla bize verilen şeyler, algıda verilen içerikler gibi perspektif bağımlı değillerdir. Somut bir şeyin algısı olarak ortaya çıkar refleksiyon. Refleksiyon öznel olandan nesnel olana geçiş anlamına gelmektedir. Algıyla perspektif bağımlı olduğu için eksik kalan algı, refleksiyonun perspektif bağımlı olmaması nedeniyle nesnenin tam algısı biçimine dönüşür.
3. Fenomenolojik İndirgeme ve Özel Dil
Husserl’in felsefesinde önemli bir yer tutan ve fenomenolojik indirgemenin temeline koyduğu doğal tavrın varlığı, indirgemenin özel dil olmadığının ya da indirgeme sonunda özel dilin meydana gelmediğinin en önemli kanıtlarından biridir. Fenomenolojik indirgeme bir bilinç sürecidir, bilincin bir edimidir ve bu akt’tın kendisinin özel dil olması mümkün değildir denilebilir. Ancak, cevaplanması gereken önemli soru şudur: Husserl’in fenomenolojik indirgemesinin sonucunda bir özel dil oluşturmak mümkün müdür?
Suzanne Cunningham’a göre algının ve algılanılan şeyin, özneye ait olduğu ve başka öznelerce aynı algılama yapılması mümkün değildir. Ona göre, fenomenolojik indirgemenin 2 temel özelliği vardır. Fenomenolojik indirgeme özel dildir, çünkü algı sonrası ortaya çıkan nesnenin tam olarak algısının mümkün olmaması yani perspektif bağımlı olmasından ötürü öznelerin algıladıkları nesnelerin özleri farklı olarak çıkacaktır karşımıza. Cunningham, fenomenolojik indirgemenin özel dildir algılanılan nesnenin başka öznelerce anlaşılmasının mümkün olamayacağını iddia etmektedir. Farklı algılara sahip olacaklarından dolayı, birbirlerinin algıladıkları şeyi anlayamayacaklar (1976: 1-22). Wittgenstein’ın özel dil argümanını Cunningham, Husserl’in fenomenolojik indirgemesine uygulamaya çalışmaktadır.
Tartışmaları daha netleştirmek için Husserl’in fenomonolojik indirgemesi, doğal tavrın bize sağladıklarını ve özel dilin ne olduğunu tarif etmek gereklidir. Husserl, doğal tavrı felsefesinin temeline koyması bana göre dil ile dış dünya arasındaki ilişkiye gizli bir vurgu anlamı taşımaktadır. Bize konuştuğumuz, düşündüğümüz dili veren doğal tavırdır. Kendimi bir parçası olarak bulduğum dış dünya ile bağımı, doğal tavırla bana verilmiş olan dil aracılığıyla kurmaktayım.
Husserl, fenomonolojik indirgeme yolunu felsefi analiz için yöntemsel bir araç olarak ortaya attığında, bir özel dil oluşturma iddiasında mıdır? Fenomonolojik indirgeme ardından varılan dil özel bir dil değildir çünkü fenomenolojik indirgemenin basamaklarından olan doğal tavrın ayraca alınmasına, yani varlık koyucu her türlü yargıdan kaçınılmasına dayanması özel dil iddiasını yersiz kılmaya yeterli görünmektedir. Çünkü, fenomonolojik indirgemenin hem öncesinde hem de sonrasında kullandığım bir dilin varlığından bahsetmekteyim. Özel dilin ne anlama geldiğinin açıklanması zorunludur. Yani, fenomonolojik indirgemenin özel dil olmadığı iddiasını temellendirmek için,özel dilin tarifinin verilmesi gereklidir. Ancak, karşımıza birden fazla tanım ve özel dil anlayışı çıkmaktadır.
Özel dil, sınırlı sayıda insan tarafından konuşulan dil olarak tanımlanamaz. Bir dilin özel dil olabilmesi için, sınırlı sayıda insan tarafından geliştirilip üretilmiş olması yeterli bir tanım olmayacaktır. Ya da, özel şifreler kullanılarak günlük tutmak özel bir dili kullanıldığı anlamına gelmemektedir. Her ne kadar da, şifrelerin başka insanlar tarafından anlaşılamaması söz konusu olsa da. Sınırlı sayıda insan tarafından anlaşılması, sadece bir kişi bile olması durumu da düşünülebilir, bir dili özel dil yapmaz.
Özel dil, “deneyimleri, söz konusu deneyimleri kullananın özel duyumlarına, yaşantılarına, psişik hallerine gönderimde bulunan, bundan dolayı başkaları tarafından anlaşılamaz olup yalnızca deyimleri kullanan için anlamlı olan dil” olarak tanımlanmaktadır (Cevizci 2000: 726). Özel dilin en önemli özelliği, eğer mümkünse, herhangi bir yaygın dilden türetilmemiş ve onlara çevrilebilir olmayan dildir. Çünkü, özel dilin yaygın bir dile çevrilmesi bir yana, başka bir insan tarafından anlaşılması dahi imkansızdır. Her hangi bir dili öğrenme fırsatı bulamadan ya da yeni doğmuş bir bebek olarak Robinson Crouse’nun ıssız bir adaya düştüğünü varsayalım. Özel dil, eğer başarabiliyorsa, Crouse’nin kendi kendine oluşturduğu dil olarak tanımlanmalıdır. Ancak, her hangi bir dilin yapısını kullanmadan Robinson’un kendine bir dil oluşturması mümkün görünmemektedir. Sahip olduğumuz dilin yapısını kullanarak, o dilin bize verdiği sembollerin başka sembollere çevrilmesi sonucunda oluşan dile özel dil denilemez, çünkü anlamlar aynı kalmaktadır.
Dil bir toplumun ortak ürünü olarak ortaya çıkan bir şeydir. Wittgenstein’ a göre dil öğretilen bir şeydir ve sözcüklerin neleri imledikleri bir süreç içinde öğrenilmektedir (1998: 14-15). “Ben görmedikçe renkleri öğrenemem; ancak aynı zamanda onları dil olmadan da bilemem. Renkleri biliyorum çünkü dili biliyorum. Ve bu durum duyumlara benzemektedir. Sahip olduğum bir duyumu hatırlayabiliyorum, tıpkı gördüğüm bir rengi hatırladığım gibi. Aynı duyum olduğunu ya da aynı renk olduğunu hissedebiliyorum. Çünkü aynılık ya da benzerlik fikri dilden gelmektedir.” (Rhees 1976: 63). Robinson Crouse kendine bir dil oluşturması mümkün görünmemektedir, çünkü basit bile olsa her hangi bir dil yapısına sahip değildir. Algıladığı nesnelerin yada olayları tekrar eden olaylar olduğunu anlayabilmesi için, aynılık (identity) fikrine ihtiyaç duyar. Bu kavram olmadığından, algılarını unutacaktır. Örneğin, asla aynı kuşu defalarca görse bile, aynı kuş olduğunu anlayamayacaktır. Bruzina (2004)’e göre, Husserl’in dil anlayışı tekrarlanma eyleminin (operation of repetition) bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Anlam (Signification) tekrarlanma eyleminin kendisi olarak anlaşılmasa bile, anlam bir biçimde tekrarlanma eylemi için şart olmaktadır. Bu noktada, şu soru akla gelebilir: Robinson Cruose fenomonolojik indirgeme yapması mümkün müdür? Her hangi bir dile sahip olmadığı için, kendini içinde bulduğu, kendini kuşatan dünyanın farkına varamayacaktır. Dolayısıyla, parantez altına alması gereken bir varlık fikri olmayacağından dolayı, fenomonolojik indirgeme aşamaları sekteye uğrayacaktır. Özel bir dil oluşturamayacağına göre ve her hangi bir dile sahip olmadığına göre, fenomonolojik indirgeme yapması mümkün değildir.
Fenomonolojik indirgeme, doğal tavır ve onun bize sağlamış olduğu dil üzerinde ilerlemektedir. Fenomonolojik indirgeme yapan kişi ile Robinson Cruose aynı insan olamaz çünkü indirgemeyi yapan kişi bir dili kullanmaktadır. Dolayısıyla, fenomonolojik indirgeme sonucunda ortaya çıkan özel bir değil, sahip olduğumuz dili kullanarak oluşturduğumuz yeni bir dildir. Yani, indirgeme bir anlamda, iki dil arasında çeviri yapmaya benzemektedir. Bir dildeki kavramları, şifreyelerek yeni bir dil oluşturmaktır bir anlamda. Yeni oluşturduğumuz dil, gramer yapısı, kuralları, ve dilbilgisi kuralları açısından kullandığı dile benzer olacaktır.
Fenomonolojik indirgemede önemli yer tutan kavramlardan gerek algı gerekse refleksiyon ancak bir dil kullanımıyla mümkündür. Daha önce de belirttiğim üzere, Husserl’de algı, daha doğrusu bir nesnenin algısı perspektifteki değişimler anlamına gelmektedir. Nesnenin tam algısı mümkün değildir. Algı perspektif bağımlı olduğundan dolayı, biz nesnenin sadece bize yansıyan yönünü algılamaktayız. Bilinç nesnenin tek tek algılarından bir birlik oluşturur. Bilincin bu birlikteliği oluşturabilmesi için dile ihtiyaç duymaktayız.
Husserl, algı hakkındaki iddialarını desteklemek için masanın algısını örnek olarak vermektedir. Masaya bakmaya devam ederek mekandaki konumumu sürekli olarak değiştiriyorum. Aynı kalmaya devam eden masanın fiziki varlığının farkındayım. Ancak, masanın sürekli değişen bir algısı olmasına rağmen, masa aynı ve bir kalmaya devam etmektedir. Gözlerimi ve diğer duyu organlarımın masayla olan ilişkilerini kestim ve şu an masayı algılamıyorum diye devam etmekte Husserl. Gözlerimi açtıktan sonra, algı geri dönmekte. Algılamada kesinti olması, algıladığım şeyin doğasında herhangi bir değişiklik yaratmamaktadır (1962: 117).
Husserl’e göre, masanın algısındaki birliktelik bilinç tarafından sağlanmaktadır. Bilinç, masaya ait olan ait olan algıları hatırlama yoluyla yeni algıları dahil ederek, aynı masanın algısı olduğu fikrini oluşturmaktadır. Algı dediğimiz şey, sürekli bir bilinç akışıdır ve kendisi sürekli bir akış halindedir. Şu algılanılan, yakın geçmişte gerçekleşmiş olan algının üzerine eklenerek ilerler. Bilinç, yakın geçmişte yapılan algıların yeni algılarla birleştirilmesini sağlar. Farklı perspektiflerden gelen farklı algı içerikleri birleştirilerek tek bir masa algısına dönmektedir.
Algıdaki birlikteliğin nasıl ortaya çıktığı sorunu Husserl’in felsefesi için çok önemlidir. Objelerin özlerini kavramamız bu yolla olacağından, bu birlikteliğin nasıl olduğu açık bir şekilde ortaya konulmalıdır. Husserl bu konuda şöyle devam etmektedir: “Objesi algının toplamı olarak ortaya çıkan nesnenin kendisinin bilincinde olmak, ve bunu yaparken sürekli olarak onun doğasındaki birliktelikle uyumlu olmak, esasen ve zorunlu olarak görüngü desenlerini ve perspektif değişimlerini birleştiren sisteme sahip olmaya bağlıdır, ve bu sistemin yardımıyla algıda ortaya çıkan nesnenin nesnel tüm fiziksel yanları kendilerini bir devamlılık içinde ortaya çıkarırlar” (a.e., 118).
Demek istediğimiz şey, bilinç, nesnenin eski algılarını ona ait olan yeni algıları birleştirerek, algılanılan nesneyi bir ve aynı olarak kavrar. Bunu yaparken, perspektif değişimlerinden gelen, ve aynı nesneye ait olan farklı algı içeriklerini, algıladığı nesnenin doğasıyla uyumluluk göstermesine bakılarak, algılanılan nesnenin bir ve aynı nesne olduğu ortaya çıkarılır.
Perspektif değişimlerindeki görüngüleri (algı içeriklerinin) nesnelerin zorunlu durumlarıdır. Perspektif değişimiyle bize ulaşan her algı durumu belirli bir içeriğe sahiptir. Duyusal veri adı verdiğimiz bu içerikler bir araya getirilerek somut yaşantı birliktelikleri haline çevrilmektedir. Daha sonra, kavrama dediğimiz edim somut yaşantı birlikteliklerine somut algı bütünlükleri biçiminde hayat vermek anlamına gelmektedir.
Husserl nesnenin tam algısının mümkün olmadığını iddia etmektedir. Çünkü algı perspektifteki değişimlere bağımlıdır ve bir nesne sonsuz sayıda perspektife sahiptir. Demek istediğimiz şey, her bir algı, nesnenin sadece bir tane perspektifinden verilen içeriği taşımaktadır. Husserl’e göre perspektiflerle edinilmiş olan nesnenin algısı, nesnenin tahmin edilemez değişimi yada insan yapısının bir hatası değildir. Yani, algının perspektif bağımlı olması ve perspektifteki değişimlerin algı içeriklerini değiştiriyor olması, ne nesnenin ne de insanın doğasındaki bir eksiklikten kaynaklanmamaktadır. Perspektif bağımlı olmak ya da perspektiften algılanabilir olmak mekansal varlık olmanın temel özelliklerinden başka bir şey değildir.
Refleksiyon kavramı Husserl’in fenomenolojik indirgemesinde önemli yeri olan kavramalardan biridir. Refleksiyon bilinçte yapılan değişiklikler anlamına gelmekte ve bütün bilinç edimleri için bir tane refleksiyon edimi bulunmaktadır. Şimdi, Husserl’in “Ideas I” adlı eserinin çerçevesinde, onun fenomenoloji anlayışı açısından refleksiyon kavramının ve işlevinin önemini tartışalım.
Husserl’e göre, refleksiyon deneyim biçimlerini genel adıdır. Bütün refleksiyon biçimleri özelliği bilincin değiştirmesine maruz kalması ve bilinçteki her türlü değişim ve deneyim olarak kabul edilmektedir. Refleksiyonu sadece algının bir edimi olarak değil, hafızanın, fantezinin vb. şeylerinde edimi olarak görüyoruz. Kısacası, refleksiyon kavramı, temelinde kavramaya dayanan bütün mümkün değişikliklerdir.
Refleksiyon deneyimle ilgili bilgi sahibi olmamızı sağlar, demek istediğim, eğer biz hiçbir deneyim üzerine refleksiyon yapmasaydık, bu deneyim hakkında hiçbir şey bilemezdik. Deneyimin doğasında refleksiyonla algılanılabilir olmak vardır. Husserl refleksiyonun objektif olduğunun iddia etmektedir. Refleksiyonla bize verilen şeyler, algıda verilen içerikler gibi perspektif bağımlı değillerdir. Somut bir şeyin algısı olarak ortaya çıkar refleksiyon. Refleksiyon öznel olandan nesnel olana geçiş anlamına gelmektedir. Algıyla perspektif bağımlı olduğu için eksik kalan algı, refleksiyonun perspektif bağımlı olmaması nedeniyle nesnenin tam algısı biçimine dönüşür.
3. Fenomenolojik İndirgeme ve Özel Dil
Husserl’in felsefesinde önemli bir yer tutan ve fenomenolojik indirgemenin temeline koyduğu doğal tavrın varlığı, indirgemenin özel dil olmadığının ya da indirgeme sonunda özel dilin meydana gelmediğinin en önemli kanıtlarından biridir. Fenomenolojik indirgeme bir bilinç sürecidir, bilincin bir edimidir ve bu akt’tın kendisinin özel dil olması mümkün değildir denilebilir. Ancak, cevaplanması gereken önemli soru şudur: Husserl’in fenomenolojik indirgemesinin sonucunda bir özel dil oluşturmak mümkün müdür?
Suzanne Cunningham’a göre algının ve algılanılan şeyin, özneye ait olduğu ve başka öznelerce aynı algılama yapılması mümkün değildir. Ona göre, fenomenolojik indirgemenin 2 temel özelliği vardır. Fenomenolojik indirgeme özel dildir, çünkü algı sonrası ortaya çıkan nesnenin tam olarak algısının mümkün olmaması yani perspektif bağımlı olmasından ötürü öznelerin algıladıkları nesnelerin özleri farklı olarak çıkacaktır karşımıza. Cunningham, fenomenolojik indirgemenin özel dildir algılanılan nesnenin başka öznelerce anlaşılmasının mümkün olamayacağını iddia etmektedir. Farklı algılara sahip olacaklarından dolayı, birbirlerinin algıladıkları şeyi anlayamayacaklar (1976: 1-22). Wittgenstein’ın özel dil argümanını Cunningham, Husserl’in fenomenolojik indirgemesine uygulamaya çalışmaktadır.
Tartışmaları daha netleştirmek için Husserl’in fenomonolojik indirgemesi, doğal tavrın bize sağladıklarını ve özel dilin ne olduğunu tarif etmek gereklidir. Husserl, doğal tavrı felsefesinin temeline koyması bana göre dil ile dış dünya arasındaki ilişkiye gizli bir vurgu anlamı taşımaktadır. Bize konuştuğumuz, düşündüğümüz dili veren doğal tavırdır. Kendimi bir parçası olarak bulduğum dış dünya ile bağımı, doğal tavırla bana verilmiş olan dil aracılığıyla kurmaktayım.
Husserl, fenomonolojik indirgeme yolunu felsefi analiz için yöntemsel bir araç olarak ortaya attığında, bir özel dil oluşturma iddiasında mıdır? Fenomonolojik indirgeme ardından varılan dil özel bir dil değildir çünkü fenomenolojik indirgemenin basamaklarından olan doğal tavrın ayraca alınmasına, yani varlık koyucu her türlü yargıdan kaçınılmasına dayanması özel dil iddiasını yersiz kılmaya yeterli görünmektedir. Çünkü, fenomonolojik indirgemenin hem öncesinde hem de sonrasında kullandığım bir dilin varlığından bahsetmekteyim. Özel dilin ne anlama geldiğinin açıklanması zorunludur. Yani, fenomonolojik indirgemenin özel dil olmadığı iddiasını temellendirmek için,özel dilin tarifinin verilmesi gereklidir. Ancak, karşımıza birden fazla tanım ve özel dil anlayışı çıkmaktadır.
Özel dil, sınırlı sayıda insan tarafından konuşulan dil olarak tanımlanamaz. Bir dilin özel dil olabilmesi için, sınırlı sayıda insan tarafından geliştirilip üretilmiş olması yeterli bir tanım olmayacaktır. Ya da, özel şifreler kullanılarak günlük tutmak özel bir dili kullanıldığı anlamına gelmemektedir. Her ne kadar da, şifrelerin başka insanlar tarafından anlaşılamaması söz konusu olsa da. Sınırlı sayıda insan tarafından anlaşılması, sadece bir kişi bile olması durumu da düşünülebilir, bir dili özel dil yapmaz.
Özel dil, “deneyimleri, söz konusu deneyimleri kullananın özel duyumlarına, yaşantılarına, psişik hallerine gönderimde bulunan, bundan dolayı başkaları tarafından anlaşılamaz olup yalnızca deyimleri kullanan için anlamlı olan dil” olarak tanımlanmaktadır (Cevizci 2000: 726). Özel dilin en önemli özelliği, eğer mümkünse, herhangi bir yaygın dilden türetilmemiş ve onlara çevrilebilir olmayan dildir. Çünkü, özel dilin yaygın bir dile çevrilmesi bir yana, başka bir insan tarafından anlaşılması dahi imkansızdır. Her hangi bir dili öğrenme fırsatı bulamadan ya da yeni doğmuş bir bebek olarak Robinson Crouse’nun ıssız bir adaya düştüğünü varsayalım. Özel dil, eğer başarabiliyorsa, Crouse’nin kendi kendine oluşturduğu dil olarak tanımlanmalıdır. Ancak, her hangi bir dilin yapısını kullanmadan Robinson’un kendine bir dil oluşturması mümkün görünmemektedir. Sahip olduğumuz dilin yapısını kullanarak, o dilin bize verdiği sembollerin başka sembollere çevrilmesi sonucunda oluşan dile özel dil denilemez, çünkü anlamlar aynı kalmaktadır.
Dil bir toplumun ortak ürünü olarak ortaya çıkan bir şeydir. Wittgenstein’ a göre dil öğretilen bir şeydir ve sözcüklerin neleri imledikleri bir süreç içinde öğrenilmektedir (1998: 14-15). “Ben görmedikçe renkleri öğrenemem; ancak aynı zamanda onları dil olmadan da bilemem. Renkleri biliyorum çünkü dili biliyorum. Ve bu durum duyumlara benzemektedir. Sahip olduğum bir duyumu hatırlayabiliyorum, tıpkı gördüğüm bir rengi hatırladığım gibi. Aynı duyum olduğunu ya da aynı renk olduğunu hissedebiliyorum. Çünkü aynılık ya da benzerlik fikri dilden gelmektedir.” (Rhees 1976: 63). Robinson Crouse kendine bir dil oluşturması mümkün görünmemektedir, çünkü basit bile olsa her hangi bir dil yapısına sahip değildir. Algıladığı nesnelerin yada olayları tekrar eden olaylar olduğunu anlayabilmesi için, aynılık (identity) fikrine ihtiyaç duyar. Bu kavram olmadığından, algılarını unutacaktır. Örneğin, asla aynı kuşu defalarca görse bile, aynı kuş olduğunu anlayamayacaktır. Bruzina (2004)’e göre, Husserl’in dil anlayışı tekrarlanma eyleminin (operation of repetition) bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Anlam (Signification) tekrarlanma eyleminin kendisi olarak anlaşılmasa bile, anlam bir biçimde tekrarlanma eylemi için şart olmaktadır. Bu noktada, şu soru akla gelebilir: Robinson Cruose fenomonolojik indirgeme yapması mümkün müdür? Her hangi bir dile sahip olmadığı için, kendini içinde bulduğu, kendini kuşatan dünyanın farkına varamayacaktır. Dolayısıyla, parantez altına alması gereken bir varlık fikri olmayacağından dolayı, fenomonolojik indirgeme aşamaları sekteye uğrayacaktır. Özel bir dil oluşturamayacağına göre ve her hangi bir dile sahip olmadığına göre, fenomonolojik indirgeme yapması mümkün değildir.
Fenomonolojik indirgeme, doğal tavır ve onun bize sağlamış olduğu dil üzerinde ilerlemektedir. Fenomonolojik indirgeme yapan kişi ile Robinson Cruose aynı insan olamaz çünkü indirgemeyi yapan kişi bir dili kullanmaktadır. Dolayısıyla, fenomonolojik indirgeme sonucunda ortaya çıkan özel bir değil, sahip olduğumuz dili kullanarak oluşturduğumuz yeni bir dildir. Yani, indirgeme bir anlamda, iki dil arasında çeviri yapmaya benzemektedir. Bir dildeki kavramları, şifreyelerek yeni bir dil oluşturmaktır bir anlamda. Yeni oluşturduğumuz dil, gramer yapısı, kuralları, ve dilbilgisi kuralları açısından kullandığı dile benzer olacaktır.
Fenomonolojik indirgemede önemli yer tutan kavramlardan gerek algı gerekse refleksiyon ancak bir dil kullanımıyla mümkündür. Daha önce de belirttiğim üzere, Husserl’de algı, daha doğrusu bir nesnenin algısı perspektifteki değişimler anlamına gelmektedir. Nesnenin tam algısı mümkün değildir. Algı perspektif bağımlı olduğundan dolayı, biz nesnenin sadece bize yansıyan yönünü algılamaktayız. Bilinç nesnenin tek tek algılarından bir birlik oluşturur. Bilincin bu birlikteliği oluşturabilmesi için dile ihtiyaç duymaktayız.
1 Yorum
mükemmel bir yorumlama olmuş, hatta okuduğum en iyi husserl-phenomenology yazısı diyebilirim.emeğinize sağlık.