KANT’TA AYDINLANMANIN OLANAĞI OLARAK İNSANA SAYGI
|
Ogün ÜREK
Bu yazıda, Kant’ın insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmayış durumundan kurtulması olarak tanımladığı aydınlanmanın olanağını , a priori bir duygu olan ahlâk yasasına saygı duygusunun sağladığı gösterilmeye çalışılacaktır. Çünkü, ahlâk yasasının öznesi insan olduğundan insana saygı duygusu olarak da nitelendirilebilecek olan bu duygu, ahlâk yasasının istemeyi belirleme amacıyla kendisinden önce gelebilecek olan bütün eğilimleri engellemesiyle ortaya çıkan, dolayısıyla tutkusal olarak nitelendirilen diğer bütün duygulardan ayrı olan bir duygudur. Saygı duygusunun bu özelliği, onun eylemlerde saf pratik aklın tek güdüsü olarak etkide bulunmasını sağlar. Bir kişi, en sıradan insanda bile bir dürüstlük olduğunu fark ederse, istese de istemese de o dürüst kişiye saygı duymaktan kendini alamaz.
Kant’a göre insana saygı, aynı zamanda amacı kişileri aydın kişiler haline getirmek olan eğitimin de gerçekleşmesinin tek koşuludur. Çünkü ahlâksal bir eğitimin amacı, insana kendi değerini duymayı öğretmek, duyular dünyasına ait bir varlık olmasının ötesinde düşünülür dünyaya ait bir varlık da olduğunu göstermektir. Bu da, ancak ahlâklılık insan kalbi üzerine saf ahlâksal güdüler olarak sunulursa olanaklıdır. Ahlâklılık ne kadar saf olarak sunulursa, onun insan kalbi üzerinde gücü de o kadardır. Kişinin kendi mutluluğundan çıkan güdülerin her karışması, ahlâk yasasının insan kalbini etkilemesine bir engeldir. Bundan dolayı, kişinin duyusallığı üzerinde ahlâk yasasına saygı güdüsünün etkili olabilmesi için, kişiye ahlâksal bakımdan iyi eylem örnekleri vererek, onun buna doğrudan ilgi duymasını sağlamak gerekir.
Kant, Aralık 1784’de yayımlanan “Aydınlanma Nedir?” başlıklı yazısında aydınlanmayı şöyle tanımlar: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmayış durumundan kurtulmasıdır”. Ona göre ergin olmayış, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğu olmadan kullanamayışıdır. Bu duruma da insan kendi suçu ile düşmüştür. Çünkü erginsizliğin nedeni aklın kendisinde değil, aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanın kendisinde aranmalıdır. Bu nedenle “Aklını kendin kullanmak yürekliliği göster!” sözü aydınlanmanın parolası olmalıdır.
Kant’a göre “doğa, insanları yabancı bir yönlendirmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın, tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar”. Çünkü erginsizlik pek rahattır; benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanım yerine geçen bir din adamım, perhizlerimi bildiren bir doktorum oldu mu, artık çabaya katlanmama hiç gerek kalmaz. Param varsa düşünmem pek gerekli olmaz; bunu başkaları da benim için yapıverirler. Bu nedenle de, neredeyse her insan için ikinci bir doğa yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür. Hattâ insan bu duruma seve seve katlanmış ve sevmiştir bile. Ayrıca, insanın doğal yetilerini kötüye kullanmasının mekanik araçları olan yasalar ve dogmalar, erginleşmeyi sürekli olarak kösteklerler. Birisi çıkıp da insanı bu kösteklerden kurtarsa onu en dar çukurdan bile öyle pek bir güvenle atlatamaz; çünkü bu kişi böyle özgür bir harekete alışkın değildir. Bundan dolayı, ruhlarını kendi başlarına işleyerek, ergin olmayıştan kurtulup güvenle yürüyebilen pek az kişi vardır.
Buna karşılık, kitlenin (Publikum) kendi kendisini aydınlatması daha kolaydır; hattâ ona özgürlük verilirse, bunun önüne geçilemez. Çünkü yığının içinde bağımsız düşünebilen birkaç kişi her zaman bulunacaktır; bunlar önce kendi boyunduruklarını atacak, sonra da insanın değeri ile bağımsız düşünmenin insan için bir ödev olduğu düşüncesini çevrelerine yayacaklardır. Ancak, kitlenin aydınlanması yavaş yavaş gerçekleşir. Gerçi devrimler ile bir zorbalık, bir baskı yıkılabilir. Ancak bunlarla düşünüşte gerçek bir düzelme elde edilemez; aksine bu sefer yeni önyargılar, tıpkı eskileri gibi, düşüncesiz yığına yeni birer yular olurlar.
Aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez. Bunun için gerekli olan özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır: “Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü”. Böyle olmakla birlikte, her yandan “Düşünmeyin!” diye bağırıldığı işitilir. Subay “Düşünme, talimini yap!”; maliyeci “Düşünme, vergini öde!”; din adamı “Düşünme, inan!” diyor. Bütün bunlar özgürlüğü sınırlıyor. Oysa aklın kitle önünde kullanılması, yani bir kişinin bir bilgin olarak aklını okurlar karşısında kullanması, özgürce olmalıdır; aydınlanmayı ancak bu sağlayabilir. Buna karşılık, aklın özel olarak kullanılışı (Privatgebrauch), yani kişinin kendi işi ve memuriyeti çerçevesinde aklını kullanması, sınırlanabilir ve bu da aydınlanmaya engel değildir. Örneğin; bir subayın üstlerinden aldığı emirler üzerinde düşünüp taşınması zararlıdır; subaya burada düşen görev itaat etmektir. Ama, buna karşılık, aynı subay toplumun, insanlığın bir üyesi olarak ve bir de ayrıca bir bilgin olarak kitle karşısına çıktığında, onun askerlik işleri üzerinde düşünmesine engel olmamalıdır. Sonra bir yurttaş “vergimi vereyim mi, vermeyeyim mi?” diye düşünemez, vermezse cezasını görür; ama bir bilgin olarak kitle önünde vergilerin uygunsuzluğu, adaletsizliği üzerindeki düşüncelerini açıkça belirtebilir. Bir din adamı da, işi gereği, kilisenin inançlarını cemaatine öğretmekle yükümlüdür; ama bir bilgin olarak, bunları pekâlâ eleştirebilir. Bunu yapmakla o, çelişik bir şey yapıyorum diye üzülmemelidir. Kilisenin inançlarını cemaate öğretirken o, aklını özel olarak kullanmaktadır; ancak bir bilgin olarak ortaya çıktığında artık bütün dünyanın karşısında bulunuyor demektir; işte bu zaman da aklını bütünüyle özgür olarak kullanmalıdır, çünkü dinsel vasilerin ergin olmamaları yakışıksız bir şey olur.
Bu kısa serimlemenin ışığında, Kant’ın aydınlanmayı, kişinin aydınlanması ve kitlenin aydınlanması olarak ikiye ayırdığı görülür. Ancak, Kant, her ne kadar kitlenin aydınlanmasını kişinin aydınlanmasından daha olası görse de, ona göre kitlenin aydınlanmasının temelinde kişinin aydınlanmasının olduğu söylenebilir. Çünkü Kant’ta kitlenin aydınlanmasını daha olası kılan şey, kitle içinde her zaman için aydınlanmış birkaç kişinin bulunacağı varsayımıdır. Ama, kişinin aydınlanması, yani genel olarak aydınlanma nasıl olanaklıdır? Gündelik bir ifadeyle, kişi nasıl aydın bir kişi haline gelir?
Etik tarihinde, hemen hemen her filozofun, etik görüşünü ortaya koyarken temele aldığı ide, erdemli kişi (etik kişi) idesidir. Etik kişi, etik değerlere sahip olan, dürüst, adil, güvenilir, özgür vb. olan kişidir. Bu ideye olgusal dayanak sağlama çabalarının sergilendiği etik tarihinde bir dönüm noktası olan Kant’ta etik kişi ise, aklını kullanma yürekliliğini gösteren aydın kişidir. Ona göre, aydın kişi idesinin olgusal dayanağı, ancak bütün akıl sahibi varlıklar için nesnel geçerliliğe sahip bir yasa olabilir. Aklın olgusal dayanağı olabilecek nitelikteki, yani bütün akıl sahibi varlıklar için geçerli olabilecek nitelikteki yasayı da ortaya koyma çabasında Kant, bütün içerikli pratik ilkeleri bir kenara iter. Çünkü “arzulama yetisinin bir nesnesini (içeriğini), istemeyi belirleyen neden olarak varsayan bütün pratik ilkeler istisnasız olarak deneyseldirler ve pratik yasalar sağlamazlar”. Böylece Kant, bütün akıl sahibi varlıkların istemesini belirleyebilecek olan bir yasanın, ancak, istemenin içeriği bakımından değil, sırf biçimi bakımından belirlenmesinin bir nedenini taşıyan nitelikte bir yasa olabileceğini ortaya koyar. Bu yasa da bir tektir ve şu şekilde dile getirilebilir: “Öyle eyle ki, senin istemenin maksimi , hep aynı zamanda genel bir yasamanın ilkesi olarak da geçerli olabilsin”. Kant, “ahlâk yasası” dediği bu yasayı temele alarak “pratik buyruğu” da şu şekilde ortaya koyar: “Her defasında insanlığa, kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun”.
Kant’a göre istemenin içerikli bir yasaya boyun eğmesinden çıkabilecek olan bütün tutkusal duyguları bir kenara itildiğinde, geriye eylemin genel yasaya uygunluğundan başka bir şey kalmaz. Pratik bir yasa ancak biçimsel olabilir ki, bu özellik de ancak ahlâk yasasında vardır. İstemenin görünüşler dünyasının doğa yasalarından, yani nedensellik yasasından bağımsız olması ise bize negatif özgürlük kavramını verdiğinden özgür bir istemeyi belirleyen neden de ancak biçimsel olan ahlâk yasası olabilir.
Özgürlük ahlâk yasasının koşuludur. Çünkü “özgürlük ahlâk yasasının varlık nedeni (ratio essendi), ahlâk yasası da özgürlüğün bilgi nedeni (ratio cognosendi) dir”. Ahlâk yasası daha önce aklımızda açıkça düşünülmüş olmasaydı, özgürlük gibi bir şeyi (kendi içinde çelişme taşımasa bile) kabul etmekte hiçbir zaman kendimizi haklı göremezdik. Ama özgürlük de olmasaydı, içimizde ahlâk yasasıyla hiç karşılaşamazdık.
Dolayısıyla, görüldüğü gibi, Kant’ta aydın kişi, aynı zamanda eylemlerin ahlâksal değeri için ahlâk yasasını temel ölçüt olarak alan özgür kişidir de. Çünkü o, aklını başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın, yani özgür olarak kullanan kişidir. Yine, bundan çıkarılacak diğer bir sonuç da, başlangıçta Kant etiğinin temelinde olduğu söylenen aydın kişilik idesinin ya da özgür kişilik idesinin, aynı zamanda Kant epistemolojisinin de en temeldeki idesi olduğudur. Bu nedenle, Kant felsefesinin bütün amacının özgürlük idesine olgusal dayanak sağlama çabası olduğu söylenebilir.
Bu yazıda, Kant’ın insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmayış durumundan kurtulması olarak tanımladığı aydınlanmanın olanağını , a priori bir duygu olan ahlâk yasasına saygı duygusunun sağladığı gösterilmeye çalışılacaktır. Çünkü, ahlâk yasasının öznesi insan olduğundan insana saygı duygusu olarak da nitelendirilebilecek olan bu duygu, ahlâk yasasının istemeyi belirleme amacıyla kendisinden önce gelebilecek olan bütün eğilimleri engellemesiyle ortaya çıkan, dolayısıyla tutkusal olarak nitelendirilen diğer bütün duygulardan ayrı olan bir duygudur. Saygı duygusunun bu özelliği, onun eylemlerde saf pratik aklın tek güdüsü olarak etkide bulunmasını sağlar. Bir kişi, en sıradan insanda bile bir dürüstlük olduğunu fark ederse, istese de istemese de o dürüst kişiye saygı duymaktan kendini alamaz.
Kant’a göre insana saygı, aynı zamanda amacı kişileri aydın kişiler haline getirmek olan eğitimin de gerçekleşmesinin tek koşuludur. Çünkü ahlâksal bir eğitimin amacı, insana kendi değerini duymayı öğretmek, duyular dünyasına ait bir varlık olmasının ötesinde düşünülür dünyaya ait bir varlık da olduğunu göstermektir. Bu da, ancak ahlâklılık insan kalbi üzerine saf ahlâksal güdüler olarak sunulursa olanaklıdır. Ahlâklılık ne kadar saf olarak sunulursa, onun insan kalbi üzerinde gücü de o kadardır. Kişinin kendi mutluluğundan çıkan güdülerin her karışması, ahlâk yasasının insan kalbini etkilemesine bir engeldir. Bundan dolayı, kişinin duyusallığı üzerinde ahlâk yasasına saygı güdüsünün etkili olabilmesi için, kişiye ahlâksal bakımdan iyi eylem örnekleri vererek, onun buna doğrudan ilgi duymasını sağlamak gerekir.
Kant, Aralık 1784’de yayımlanan “Aydınlanma Nedir?” başlıklı yazısında aydınlanmayı şöyle tanımlar: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmayış durumundan kurtulmasıdır”. Ona göre ergin olmayış, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğu olmadan kullanamayışıdır. Bu duruma da insan kendi suçu ile düşmüştür. Çünkü erginsizliğin nedeni aklın kendisinde değil, aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanın kendisinde aranmalıdır. Bu nedenle “Aklını kendin kullanmak yürekliliği göster!” sözü aydınlanmanın parolası olmalıdır.
Kant’a göre “doğa, insanları yabancı bir yönlendirmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın, tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar”. Çünkü erginsizlik pek rahattır; benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanım yerine geçen bir din adamım, perhizlerimi bildiren bir doktorum oldu mu, artık çabaya katlanmama hiç gerek kalmaz. Param varsa düşünmem pek gerekli olmaz; bunu başkaları da benim için yapıverirler. Bu nedenle de, neredeyse her insan için ikinci bir doğa yerine geçen ve temel bir yapı oluşturan bu ergin olmayıştan kurtulmak çok güçtür. Hattâ insan bu duruma seve seve katlanmış ve sevmiştir bile. Ayrıca, insanın doğal yetilerini kötüye kullanmasının mekanik araçları olan yasalar ve dogmalar, erginleşmeyi sürekli olarak kösteklerler. Birisi çıkıp da insanı bu kösteklerden kurtarsa onu en dar çukurdan bile öyle pek bir güvenle atlatamaz; çünkü bu kişi böyle özgür bir harekete alışkın değildir. Bundan dolayı, ruhlarını kendi başlarına işleyerek, ergin olmayıştan kurtulup güvenle yürüyebilen pek az kişi vardır.
Buna karşılık, kitlenin (Publikum) kendi kendisini aydınlatması daha kolaydır; hattâ ona özgürlük verilirse, bunun önüne geçilemez. Çünkü yığının içinde bağımsız düşünebilen birkaç kişi her zaman bulunacaktır; bunlar önce kendi boyunduruklarını atacak, sonra da insanın değeri ile bağımsız düşünmenin insan için bir ödev olduğu düşüncesini çevrelerine yayacaklardır. Ancak, kitlenin aydınlanması yavaş yavaş gerçekleşir. Gerçi devrimler ile bir zorbalık, bir baskı yıkılabilir. Ancak bunlarla düşünüşte gerçek bir düzelme elde edilemez; aksine bu sefer yeni önyargılar, tıpkı eskileri gibi, düşüncesiz yığına yeni birer yular olurlar.
Aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez. Bunun için gerekli olan özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır: “Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önünde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü”. Böyle olmakla birlikte, her yandan “Düşünmeyin!” diye bağırıldığı işitilir. Subay “Düşünme, talimini yap!”; maliyeci “Düşünme, vergini öde!”; din adamı “Düşünme, inan!” diyor. Bütün bunlar özgürlüğü sınırlıyor. Oysa aklın kitle önünde kullanılması, yani bir kişinin bir bilgin olarak aklını okurlar karşısında kullanması, özgürce olmalıdır; aydınlanmayı ancak bu sağlayabilir. Buna karşılık, aklın özel olarak kullanılışı (Privatgebrauch), yani kişinin kendi işi ve memuriyeti çerçevesinde aklını kullanması, sınırlanabilir ve bu da aydınlanmaya engel değildir. Örneğin; bir subayın üstlerinden aldığı emirler üzerinde düşünüp taşınması zararlıdır; subaya burada düşen görev itaat etmektir. Ama, buna karşılık, aynı subay toplumun, insanlığın bir üyesi olarak ve bir de ayrıca bir bilgin olarak kitle karşısına çıktığında, onun askerlik işleri üzerinde düşünmesine engel olmamalıdır. Sonra bir yurttaş “vergimi vereyim mi, vermeyeyim mi?” diye düşünemez, vermezse cezasını görür; ama bir bilgin olarak kitle önünde vergilerin uygunsuzluğu, adaletsizliği üzerindeki düşüncelerini açıkça belirtebilir. Bir din adamı da, işi gereği, kilisenin inançlarını cemaatine öğretmekle yükümlüdür; ama bir bilgin olarak, bunları pekâlâ eleştirebilir. Bunu yapmakla o, çelişik bir şey yapıyorum diye üzülmemelidir. Kilisenin inançlarını cemaate öğretirken o, aklını özel olarak kullanmaktadır; ancak bir bilgin olarak ortaya çıktığında artık bütün dünyanın karşısında bulunuyor demektir; işte bu zaman da aklını bütünüyle özgür olarak kullanmalıdır, çünkü dinsel vasilerin ergin olmamaları yakışıksız bir şey olur.
Bu kısa serimlemenin ışığında, Kant’ın aydınlanmayı, kişinin aydınlanması ve kitlenin aydınlanması olarak ikiye ayırdığı görülür. Ancak, Kant, her ne kadar kitlenin aydınlanmasını kişinin aydınlanmasından daha olası görse de, ona göre kitlenin aydınlanmasının temelinde kişinin aydınlanmasının olduğu söylenebilir. Çünkü Kant’ta kitlenin aydınlanmasını daha olası kılan şey, kitle içinde her zaman için aydınlanmış birkaç kişinin bulunacağı varsayımıdır. Ama, kişinin aydınlanması, yani genel olarak aydınlanma nasıl olanaklıdır? Gündelik bir ifadeyle, kişi nasıl aydın bir kişi haline gelir?
Etik tarihinde, hemen hemen her filozofun, etik görüşünü ortaya koyarken temele aldığı ide, erdemli kişi (etik kişi) idesidir. Etik kişi, etik değerlere sahip olan, dürüst, adil, güvenilir, özgür vb. olan kişidir. Bu ideye olgusal dayanak sağlama çabalarının sergilendiği etik tarihinde bir dönüm noktası olan Kant’ta etik kişi ise, aklını kullanma yürekliliğini gösteren aydın kişidir. Ona göre, aydın kişi idesinin olgusal dayanağı, ancak bütün akıl sahibi varlıklar için nesnel geçerliliğe sahip bir yasa olabilir. Aklın olgusal dayanağı olabilecek nitelikteki, yani bütün akıl sahibi varlıklar için geçerli olabilecek nitelikteki yasayı da ortaya koyma çabasında Kant, bütün içerikli pratik ilkeleri bir kenara iter. Çünkü “arzulama yetisinin bir nesnesini (içeriğini), istemeyi belirleyen neden olarak varsayan bütün pratik ilkeler istisnasız olarak deneyseldirler ve pratik yasalar sağlamazlar”. Böylece Kant, bütün akıl sahibi varlıkların istemesini belirleyebilecek olan bir yasanın, ancak, istemenin içeriği bakımından değil, sırf biçimi bakımından belirlenmesinin bir nedenini taşıyan nitelikte bir yasa olabileceğini ortaya koyar. Bu yasa da bir tektir ve şu şekilde dile getirilebilir: “Öyle eyle ki, senin istemenin maksimi , hep aynı zamanda genel bir yasamanın ilkesi olarak da geçerli olabilsin”. Kant, “ahlâk yasası” dediği bu yasayı temele alarak “pratik buyruğu” da şu şekilde ortaya koyar: “Her defasında insanlığa, kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun”.
Kant’a göre istemenin içerikli bir yasaya boyun eğmesinden çıkabilecek olan bütün tutkusal duyguları bir kenara itildiğinde, geriye eylemin genel yasaya uygunluğundan başka bir şey kalmaz. Pratik bir yasa ancak biçimsel olabilir ki, bu özellik de ancak ahlâk yasasında vardır. İstemenin görünüşler dünyasının doğa yasalarından, yani nedensellik yasasından bağımsız olması ise bize negatif özgürlük kavramını verdiğinden özgür bir istemeyi belirleyen neden de ancak biçimsel olan ahlâk yasası olabilir.
Özgürlük ahlâk yasasının koşuludur. Çünkü “özgürlük ahlâk yasasının varlık nedeni (ratio essendi), ahlâk yasası da özgürlüğün bilgi nedeni (ratio cognosendi) dir”. Ahlâk yasası daha önce aklımızda açıkça düşünülmüş olmasaydı, özgürlük gibi bir şeyi (kendi içinde çelişme taşımasa bile) kabul etmekte hiçbir zaman kendimizi haklı göremezdik. Ama özgürlük de olmasaydı, içimizde ahlâk yasasıyla hiç karşılaşamazdık.
Dolayısıyla, görüldüğü gibi, Kant’ta aydın kişi, aynı zamanda eylemlerin ahlâksal değeri için ahlâk yasasını temel ölçüt olarak alan özgür kişidir de. Çünkü o, aklını başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın, yani özgür olarak kullanan kişidir. Yine, bundan çıkarılacak diğer bir sonuç da, başlangıçta Kant etiğinin temelinde olduğu söylenen aydın kişilik idesinin ya da özgür kişilik idesinin, aynı zamanda Kant epistemolojisinin de en temeldeki idesi olduğudur. Bu nedenle, Kant felsefesinin bütün amacının özgürlük idesine olgusal dayanak sağlama çabası olduğu söylenebilir.