POZİTİVİZMİN ETİK KAVRAYIŞI ÜZERİNE BİR İNCELEME (... devam )

Viyana Çevresine göre bir bilgi sistemi içinde anlam iki basamaklıdır; önermelerin dilin mantığına uygun olması şartı, diğeri ise önermelerin deneyle saptanabilir öğelere karşılık gelmesi şartı . Doğrulanabilme olanağına sahip ifadeler, empirik ifadeler olduğu için sadece bunlar anlamlıdır. Dolayısıyla deneyime indirgenemeyenin anlamı da yoktur. Bu düşünce Viyana Çevresi için merkezi bir öneme sahiptir. Viyana Çevresinin bilimsel bilgiyi metafizikten ayırmak için öne sürdüğü ölçüt böylece ortaya çıkar: Duyu deneyiyle doğrulanabilirlik.

Hatırlanması gereken bir nokta daha var: Viyana Çevresi’nin bilim tasarımına göre, bilimsel etkinlik iki düzeyde gerçekleşir. Bunlar gözlemsel ve kuramsal düzeylerdir. Bilim deney ve gözlem yoluyla olguların ortaya konmasıyla başlar. Gözlemsel düzeyde dağınık halde bulunan olgular toplanırken kuramsal düzeyde olgular arkasında yatan işleyiş verilir. Bilimin yöntemi tümevarımdır. Tekrarlanan olaylar arasında, bilimsel yasa ve kuramlarda ifadesini bulan bağlar kurulur.

Söz konusu ölçüt ve bilimsel işleyiş tasarımının ışığında diyebiliriz ki, nesnesi doğa bilimlerinden farklı olan tarih, toplumbilim, ekonomi, siyaset gibi insan bilimlerinin işleyişi bu bilim tasarımıyla uyuşmaz. Zira doğanın yinelenen oluş-bitişlerine bakarak ulaşılan kesinlik insan bilimleri alanında görülmez. Keza Mantıkçı Pozitivistlerin duyular aracılığıyla deneyimlenebilir bir şey olarak kabul ettikleri “olgu”ile insan bilimlerinin olguları nitelikçe benzer değildir. İnsan bilimlerinin olguları yapıca farklı olmalarının yanında öyle bir çırpıda da göstermezler kendilerini; kaldı ki doğa bilimlerinde de, Viyana Çevresi düşünürlerinin savladığının aksine olgulardan kurama doğrudan bir geçiş yoktur. Canlılığın yapıtaşlarına ilişkin hiçbir kurama sahip olmayan bir gözlemci için mikroskop altında görünen şey bir hücre, dolayısıyla henüz bir olgu değildir.

İkinci kuşak Viyana düşünürleri arasında sayılan Alfred J. Ayer ve C. L. Stevenson'un duygucu etik teorisi böyle bir indirgemeci epistemoloji üzerinde yükselir. Dil, Doğruluk ve Mantık adlı kitabında Ayer, değer bildirimlerinin anlamlı oldukları sürece, olağan “bilimsel” bildirimler olduğunu, bilimsel olmadıkça da, gerçek anlamda anlamlı değil, ne doğru ne de yanlış olan duyguların anlatımı olduklarını savlar (Ayer,1998:79). Değer bildiriminde bulunan bir önermenin anlamlı, dolayısıyla “bilimsel” olması ne demektir? Etik değer bildirimlerinin, deneysel olgu bildirimlerine çevrilip çevrilemeyeceğini soruşturan Ayer, bir sentetik önermenin ancak deneysel olarak doğrulanabilir olduğu zaman anlamlı olduğu ilkesinden hareketle, etik bildirimlerin köktenci deneycilikle bağdaşabilecek bir incelemesinin mümkün olduğunu söyler. Buna göre, “Etik kavramlar, içinde geçtikleri yargıların geçerliğini sınamayı sağlayacak bir ölçüt bulunmadıkça çözümlenemez. Bu çözümleyemeyişin sebebi, söz konusu kavramların sahte kavramlar (pseudo-concept) oluşlarıdır (Ayer,1998:83).”

Ayer yargılara daima pozitivist olgu tasarımı açısından bakar. Ona göre bir önermede etik bir simge bulunuşu, önermenin olgusal içeriğine hiçbir şey katmaz. Böylece birisine, “Bu parayı çalmakla yanlış davrandınız,” dediğimde, “Bu parayı çaldınız,” demenin ötesinde bir şey söylemiş olmam. Tümceye, eylemin doğruluğuna ya da yanlışlığına ilişkin bir ifade eklemekle yeni bir şey söylemiş olmamakla birlikte, yalnızca eylemi ahlâki açıdan onaylamadığımı dile getirmiş olurum. Ses tonu ya da ünlem imleri de tümcenin gerçek anlamına bir şey katmaz. Bu , sadece, bunun anlatımına konuşanın belli duygularının eşlik ettiğini gösterir (Ayer,1998:84)

Dolayısıyla Ayer açısından, etik bir tümcenin anlamlı olmasının koşulu, önermede olgusal içeriğin bulunmasıdır. “Para çalmak yanlıştır,” gibi ahlâki bir bildirim Ayer için anlamlı değildir. “Bu parayı çalmakla yanlış davrandınız,” gibi bir tümce ise ancak ahlâki içeriğinden arındırıldığında anlamlıdır. Etik bağlamda doğru, yanlış, iyi, kötü gibi sözcüklerin yegane işlevleri “duygusal”dır. Bu sözcükler nesneler üzerinde bir savda bulunmak için değil, o nesnelere ilişkin duygu anlatımı için kullanılırlar.

Etik terimlerin duygu anlatımı ötesinde bir işlevi daha vardır. Etik bir önerme dile getirdiğimde yalnızca kendi duygularımı dile getirmekle kalmam, dinleyicide de bendekine benzer duygular uyandırmaya ve bu doğrultuda eyleme yöneltmeye çalışırım. Böylece “Yalan söyleyerek yanlış davrandın,” dediğimde yalan söylemeye ilişkin etik duygumun yanında, “Yalan söyleme!” buyruğunu da dile getirmiş olurum.

Böylece Ayer, etik yargıların geçerliğini belirleyecek bir ölçüt bulunamamasının nedeni olarak, bu yargıların herhangi bir türden nesnel geçerlikleri olmayışı gösterir. “Eğer bir tümce hiçbir bildirim yapmazsa, doğal olarak, söylediği şeyin doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu sormanın da hiçbir anlamı yoktur (Ayer,1998:85).” Etik yargılar bu perspektiften bakıldığında bir şey söylemez. Çeşitli duyguların anlatımı olarak görülürler. Bu görüş nihayetinde değer sorunları üzerinde tartışılamayacağı düşüncesine bağlanır.

Bunun yanında Ayer her toplumun bir değerler takımına sahip olduğunu ve bizimkine benzer bir ahlâkî koşullanma sürecinden geçenlerle, belirli bir eylemin ahlâki niteliği konusunda hemfikir olabiliriz. Fakat farklı bir değerler takımına mensup biriyle tartışırken eylemin etik değeri üzerine anlaşamayınca onu ikna etme girişimlerinden vazgeçer, onda gelişmemiş bir ahlâk duygusu olduğunu söyleriz. Kendi değer dizgemizin üstünlüğü duygusuna kapılırız, fakat kendi dizgemizin üstünlüğüne dair hiçbir kanıt sunamayız (Ayer,1998:88).

(Ayer burada iki şeyi birbirine karıştırmaktadır; değer yargılarını ve değerlerin kendilerini. Her toplumun sırf kendi içinde işlevli bir “değer yargıları” dizgesi vardır. Örneğin bizim toplumumuzda çocukların büyükleri karşısında ayak ayak üstüne atması saygısızlık olarak görülürken, ya da tabaktaki son lokmanın yenilmesi doymamışlığı gösterirken, başka bir toplumda tabakta yiyecek bırakmak saygısızlık olarak görülebilir. Söz konusu bu değer yargıları olduğunda, iki farklı morale mensup bireyin uzlaşması gerçekten olanaksız görünmektedir.)

Ayer'in etiğe ilişin görüşleri pozitivist perspektifiyle tam bir uyum içinde görünmektedir. Aynı olgucu tutum değer sorunlarının metafizikle aynı rafa kaldırılmasına yol açar. Ayer'den bağımsız olarak ve onunla aynı dönemde benzer düşünceler dile getiren bir başka düşünürde Charles Stevenson'dur. Ayer etik tümcelerin daha çok “benim” duygularımı temsile etme işlevi üzerinde yoğunlaşmıştı, Stevenson için ağırlık noktası artık “ben”den dinleyiciye kayar. Ona göre, ahlâkî sözcüklerin birincil işlevi, başkalarının tutumlarını, kendimizin tutumlarıyla daha tam uyuşacakları biçimde yönlendirmektir. Bu sözcükler bu güçlerini, belirli bir tarihsel ardalandan, belirli bir kullanım sıklığından alırlar (MacIntyre,2001:292).

Bunun ötesinde Stevenson da Ayer'le kimi detaylar dışında aynı görüşleri paylaşır; etik terimler olgusal içerime sahip olmadıkları için doğrulanmaz ve anlamsız olarak kabul görür, yegane işlevleri insanlarda kimi duyguları uyandırmaktır.

Görüldüğü gibi, pozitivizmin etiği, etik değerleri mahkûm edişinin temelinde yatan iddia söz konusu değerlerin bilgisine ulaşılamaz oluşu, özneye göreli oluşu değildir. Pozitivizm değerleri toptan yok sayar. Değer bildirimleri, duygu bildirimleri olarak ve başkalarına bizimle aynı biçimde “hissetmeyi” buyuran ve bu nedenle doğruluk değeri alamayacak imperatifler olarak görünür. Ortaya çıkan manzara, herkesin birbirini kendi safına çekmeye çalıştığı kaotik bir dünyadır. Ancak bu tartışmalar basit bir “zevkler ve renkler” mihverinden dışarıya çıkmaz. Sözgelimi Amerika'nın Japonya'ya attığı atom bombalarıyla yüz binlerce insanı öldürmesi, Avustralya'yı işgal edenlerce yapılan Aborjin kıyımı, Ku Klux Klan'ın yüzlerce siyahı katletmesi... Bunlar ve benzeri olgular, üzerlerinde ancak duygu bildirebileceğimiz ve karşıt duygulardan hiçbirinin mantıksal olarak temellendirilemeyeceği sorunlar olarak kabul edilir.

Pozitivizmi değerleri yok saymaya, etiği bilinebilirler alanının dışına çıkarmaya iten, öncelikle, altta yatan epistemolojinin varlık tarzları arasında ayrım yapamaması, her alanda aynı varlık türünü ve aynı kesinlik derecesini beklemesidir. “Varlık”tan, olgudan sırf duyulara verili varolanları anlayan indirgemeci perspektifiyle pozitivizm, insan dünyasının kendine has olgularını erdemleri, değerleri ve bu arada kavramları ve düşünceleri de, bunlar taşlarla ve ağaçlarla aynı varlıksal yapıda olmadığı için, bilinemez ilan eder -daha doğrusu mevcut öncüllerin onları götüreceği yegane sonuç budur; görüşlerinin insan bilimlerindeki geçerliliğine dayanak olarak da, davranışçı psikolojinin gözlemlenebilir olanlar dışında hiçbir zihinsel olguyu varsaymama yaklaşımını gösterirler. İnsan koşulsuz uyarıcılara koşulsuz, koşullu uyarıcılara koşullu tepki veren bir automaton olarak görülür: bu nokta pozitivizmin eksik kaldığı ikinci noktadır; zira etiği, değerleri ele alabilmek için epistemolojik ve ontolojik bakışın yanında, antropolojik bir bakış da gerekir. İnsanın varlıktaki özel yerine, taşıdığı olanaklara bakılmadan değerlerin neler olduğu, bu değerlerin bilinip bilinemeyeceği gibi sorulara yanıt verilemez.

Sevgi, saygı, dürüstlük, adalet vb. içi boş birer kavram değil, sırf insana özgü olanaklar ve değerlerdir. Bilgileri kuşkusuz kimyasal bir gazın formülünün verildiği gibi verilemez -o kesinlikte de değildir- tek tek iradî eylemlerimizin, değerlendirmelerimizin içinden çıkarılır. 'İnsan olma'nın özüne sıkı sıkıya bağlıdırlar. Salt birer bilgi nesnesi olarak bakıldıklarında, insan yaşamıyla olan bağları gözden kaçırıldığında, pozitivizm örneğinde olduğu gibi, yok sayılmaları kaçınılmazdır.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP