İBN RÜŞD'E GÖRE DİN-FELSEFE İLİŞKİSİ (... devam )
|
İbn Rüşd'e göre akli kıyaslar konusunda düşünmek için gereken lier şeyi, İslam milletinden önce gelenler "en mükemmel şekilde araştırmış bulunduklarından, bizim elimizi onların kitaplarına uzatıp bu konuda söylediklerine bakmamız icab etmektedir. Şayet onların söylediklerinde doğru olmayan şeyler varsa, bunlara dikkatleri çekmemiz" gerekir.
Filozofumuza göre bir kişi tek başına bir sanatı ortaya koyamaz. Durum böyle olunca sanatlar sanatı olan felsefe (hikmet) için nasıl olur? Şeriatın kendisine teşvik ettiği, maksat ve amacı taşıyan kitaplan inceleyip değerlendirmek bizim için zorunludur. Kim, bu kitapları inceleyip değerlendirmeye yetkili olan kimseyi, bundan alıkoyarsa; "şeriatın halkı Allah'ı bilmeye çağırdığı kapıdan insanları geri çevirmiş oîur. Bu kapı Alîah'ı hakkıyla bilmeye götüren düşünme (nazar) kapısıdır. Onu yasaklayan davranış ise bilgisizliğin zirvesi ve Allah'tan uzaklaşmanın son
haddidir. (...) Şaşkın bir kişi felsefeye bakıp değerlendirdiği için şaşmışsa, ya da bir düşkün aynı sebeple düşmüşse, bu, ona bakıp, değerlendirmeye ehil olanları bundan engellememizi gerektirmez. Hatta biz deriz ki: Halkın aşağılık takımından bir kısmının felsefeye bakması nedeniyle sapıttıklarının zannedilmesinden dolayı, bazı kimselerin hikmet kitaplarına bakmayı yasaklamaları; bir topluluğun, (su içerken) suyun boğazında kalıp ölmesi nedeniyle susamış kimseyi tatlı ve soğuk suyu içmekten alıkoyun kimsenin (tutumu) gibidir ."
İbn Rüşd görüşünü, Peygamberimizin bütün insanlık için gönderilmesiyle de kuvvetlendiriyor. Madem ki bütün insanlar için gönderilmiştir; öyle ise onun şeriatı, Allah'a davet yollarının tümünü içine alır demektir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır-. "Rabbı'nin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel yollarla tartış" (Nahl, 125) buyurmaktadır.
Madem ki bu şeriat haktır; ve hakkı bilmeye sevkeden düşünce ve değerlendirmeye davet etmektedir. Öyle ise biz müslümanlar biliriz ki burhanı düşünce bizi şeriatın getirmiş olduğuna aykırı neticelere götürmez. Çünkü hakikat hakikate ters düşmez .
Filozofumuz din ile felsefenin birbirine ters düşmediğini ifade eden görüşlerini şöyle devam ettiriyor: "Madem ki şeriatın mak.sadı, gerçek bilgiyi ve gerçek ameli öğretmektir. Öğretmek de (...) tasavuur ve tasdikten ibarettir. Ve mademki şeriatın biricik maksadı da herkese öğretmektir; öyle ise şeriatın, tasdik yöntemlerinin bütün yönlerini içermesi gerekir ."
Din ile felsefe arasındaki zıtlığın ortaya çıkmasını te'viie bağlayan İbn Rüşd seriate göre insanları üç sınıfta topluyor. Birinci Sınıf: Büyük çoğunluğu teşkil eden bu sınıf, asla tevil ehli olmayıp, hitabete dayalı delil ehli olanlardır. İkinci bir sınıf ise cedele (diyalektiğe) dayalı te'vil ehli olanlardır. Bunlar ya sadece tabiattan veya hem tabiattan hem adetleri itibariyle cedelci olanlardır. Diğer üçüncü bir sınıf ise kesin (yakıni) te'vil ehli olanlardır. Bunlar hem tabiatları itibariyle, hem de hikmet sanatı bakımından burhan ehli olanlardır. Bu tevillerden herhangi birisi, özellikle burhanı teviller, ehli olmayanlara açıklanacak olursa -onlar ortak bilgelerden yoksun bulunduktan için- bu açıklama hem açıklayanları, hem de kendilerine açıklananları küfre götürür .
Kendiliğinden zahir olduğu herkes için müşkil olan, ve te'vilini herkesin bilmesi mümkün olmayan, zahir konusunda denilmelidir ki: Bu müteşabihlir ve Allah'tan başka kimse onu bilemez. Yüce Alalh'ın "onun te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez," ayetinde durup, manayı kesmek gerekir.
"Bu tür te'vilin cumhura açıklanmaması, icab eder. Bu te'villeri ehli olmayanlara açıklayanlar, halkı küfre davet eden durumunda bulundukları için kafirdirler , kendiliğinden zahir olmayan biçimde Kur'an'ı te'vil yoluna giderek tahrif eden veya onda mevcut olmayan bu te'vili halk kitlelerine açıklayan kimse, onun hikmetini yoketmiş olur. Dolayısıyla Kur'an'ın insan mutluluğunu sağlamak üzere planlanmış olan fonksiyonunu da ibtal etmiş olur" .
İbn Rüşd'e göre uygun olan şey şudur: "Şeriatın zahiri üzerine kabul edilmesi, cumhura şeriatle hikmetin (felsefenin) birleştirilmesi nokta-i nazarından açıklamalarda bulunulmasıdır. Zira bu açıklama; hikmetin neticelerini de bu hususta bir burhana sahip olmadıkları halde kendilerine açıkça bildirmek demek olur ki, bu yani hikmetin (felsefenin) neticeleri hakkında burhana malik olmayanlara o neticeyi açıklamak, ne helal ne de caizdir. Çünkü bu vaziyete giren kimse ne şer ile aklı cem ve telif eden alimler zümresinden olabilir, ne de şer'in zahirine tabi olan cumhurdan,(...) Her iki takımdan ayrılmış olur ."
Hikmetten cumhura açık bir şekilde bahsedilmemesi gerektiğini ısrarla belirten filozofumuz, mademki bu açıklama bir kez yapılmış dedikten sonra şu izahlarda bulunuyor: "cumhurdan şeriatı felsefeye muhalif gören gurubun bu iki şey arasında muhalefet bulunmadığını bilmesi uygun olur. Aynı şekilde felsefeye bağlananların da, ikisi arasında ihtilaf olmadığını bilmeleri keyfiyete uygun düşer. Bu da o iki guruptan her birinin, hem şeriatın hem de felsefenin gerçekte künhüne vakıf bulunmadığını şeriatta bulunup da felsefeye muhalif olduğuna inandığı bir fikrin,
şeriatın aslında mevcut olmayıp sonradan ihdas edilmiş veyahut felsefenin yanlış anlaşılmış yani -cüziyete ilmin taalluku ile diğer bazı meselelerde olduğu gibi yanlış bir te'viie uğramış olduğunu bilmesiyle olur. (...) Şeriatın esasları teemmül olununca anlaşılır ki o, te'viie uğratılmış şeklinden daha Ziyade felsefeye mutabıktır. Felsefenin şeri'ata muhalif okluğu yolunda bir zanna düşülmesine sebeb de -dikkat olununca görülür ki- felsefenin de ilmen kavranmamış olmasıdır ."
İbn Rüşd, din-felsefe ilişkisi hakkındaki son tamamlayıcı görüşlerini de şöyle dile getiriyor: "Nefsimiz bu şeriatın bozuk heveslerle, uydurma inançlarla yaratılmış olmasından dolayı son derece üzüntü duymakta ve kederlenmektedir . Bilhassa kendini hikmete (felsefeye) nisbet eden kimselerden dolayı üzülmektedir. Çünkü dosttan gelen eziyet, düşmandan gelen eziyetten daha ağırdır.
Demek istiyorum ki: Hikmet (felsefe) şeriatın arkadaşı ve süt kardeşidir. Ona mensuh olanlardan geien eziyet ise eziyetlerin en şiddetlisidir. Ayrıca ikisi tabiattan itibariyle kardeş, cevherleri ve özleri itibarıyla da iki dost oldukları halde; aralarında düşmanlık, boğuşma ve nefret bulunması da bizi fazlasıyla üzmektedir. Kendilerini ona nisbet eden cahil dostların bir çoğundan da eziyet gelmiştir. Bunlar orada mevcut olan fırkalardır.
Allah; hepsini düzeltsin, hepsini sevgisinde muvaffak kılsın, kalblerini takvası ile derlesin. Lutfu ve rahmeti ile aralanndaki kin ve nefreti kaldırsın"." Önceden Gazâlî tarafından ortaya konan, daha sonra yukarıda gördüğümüz gibi İbn Rüşd tarafından biraz daha geniş olarak ele alınanm bu din-felsefe ikilisi ortaçağ Avrupasında "çift hakikat" doktrininin doğmasına sebeb olmuştur .
İslâm dünyasındaki bu gibi görüşlerden etkilenen Aquino Thomas (1225-1274) dinin doğrulan ile aklın doğrularını ayrı ayrı iki bilgi kaynağı kabul etmiştir. Ona göre bu iki kaynak birbiriyle büsbütün örtüşmeyip, birbirlerlini kısmen karşılarlar. "Thomas'ın bir benzetmesiyle söylersek: Bilim, İnanç Tapınağının giriş holüdür . Ancak bu girişi aydınlatabilir felsefe ile bilim. Tapınağın asıl içini aydınlatan da, vahyin doğrularıdır ."
Skolastiğin son döneminde , akıldan türeyen felsefe doğa üstü kaynaktan gelen inanç tamamen birbirinden ayrılmıştır. Ockham'le William (1300-1349)' da bilgi inançtan bağımsız olmaya, kendi dünyasını bulmaya başlamıştır. Bu "çift hakikat" teorisi, birçok düşünürleree ve Renaissanœ'in belirtisi olarak da kabul edilmiştir . Böylece bazı düşünceleriyle Renaissance'a sebeb olduğu ileri sürülen İbn Rüşd'ün bazı ifadeleri de çeşitli menfi yorumlara neden olmuş gibi görünüyor . Onun şu ifadeleri bu durumun bir misalidir: "İşle bunun içindir ki, Hak Teala alemi bir zaman zarfından ve onu bir "şey"den halkeylediğini haber vermektedir. Zira "şahid" de hiçbir "mükevven" yoktur ki keyfiyyet-i tekevvünü bu suretle bilinmiş olmasın . (...) Şu halde, "hudus " veya "kıdem" lafızlarının istimali; şerialte bir bidattir. Ve cumhurun bilhassa "cedeli" olanları akidlerini bozacak büyük bir şüphenin baisidir» ."
İbn Rüşd'ün bu ve benzeri düşüncesinden harekede Gilson şöyle diyor: "Arap filozoflar, özellikle îbn Rüşd, dünyanın ezeli ve ebedi olduğunu öğreterek Aristoteles'in gerçek düşüncesini yorumlamayı iddia ediyordu ."
F.A. Lange ise batı dünyası için şu görüşleri sergiliyor: "Bundan ötürü îbn Rüşd'cülük, Hıristiyan kilisesi tarafından en tehlikeli sapkın inançların kaynağı olarak görülmüştür. Burada özellikle üç noktayı belirtmeliyiz: Bunlardan birincisi Hıristiyanlığın yaratma anlayışına karşı olarak evren ve maddenin ezelliliği görüşüdür. İkincisi Tanrı ile evren arasındaki ilişkiler görüşüdür. (...) Tanrı ile evren, panteistlerin ileri sürdükleri gibi birbiri ile kaynaşmaktadır. Son ve üçüncü görüş de bütün insanlann tek bir akla sahip oldukları görüşüdür. Bu görüş, insanda ölümsüz olan yanın sadece akıl olduğunu söylemekte ve bireysel ölümsüzlüğü reddetmektedir ."
îbn Rüşd bazı görüşleri ile aşırı bir tekfir etmek işine girişiyor. Eş'arilerle Gazali'ye saldırılarda bulunuyor. Düşünürümüze göre "şeriat ilkelerinde (hata) vaki olursa bu, küfürdür. îlke olmayan hususlarda (hata) vaki olursa bu bidattir ,(...) Ortada şeriatın bazı zahiri hükümleri var ki bunların teVili caiz değildir. Eğer bunlar (dini) ilkelerden ise te'vili küfürdür. (...) Aynca ortada bir (tür) zahir de vardır ki; burhan ehlinin onu.te'vil etmesi, gerekir. Bunların da zahirine ha mied ilmeleri küfürdür . (...) İlim ehli olmayanlara gelince; onun bu (nassı) zahirine hamletmesi vacibdir. Onun için bu konunun te'vili küfürdür, çünkü (bu tevil) onu küfre götürür . (...) Bunun için bizim kanaatimize göre; zahire iman etmesi kendisine farz olan halktan birinin, te'vil (e yeltenmesi) onun bakımından küfürdür. Çünkü küfre vesile olur. Te'vil ehli biri de onu (teVili) buna açıklayacak olursa, onu küfre davet etmiş olur ki, küfre davet eden de kafirdir. Bunun için, te'villeıin yalnızca burhan kitaplarında kaydedilmesi (yer alması) gerekir '. (...) Te'villeri (halk yığınlarına) ve şeriat bakımından ona ehil olmayanlara açıklayan kimsenin durumu işte böyledir.
Bu sebeble o kişi, şeriatı bozmakta ve ondan alıkoymaktadır. Şeriattan alıkoyan kimse ise kafirdir . (...) Eş'arilerden bir fırka; Allah Teala'nın varoluşunun bilme konusunda kendi kitaplarında vaz'ettikleri prensiplere göre Allah'ın varlığını bilmeyenleri kafir saymışlardır. Halbuki gerçek kafir olanlar ve sapıtanlar onlardır ."
îbn Rüşd, Eş'arileri suçlamakta o kadar ileri gidiyor ki, nerede ise onlan Haricilerle, Mutezililerle eşit görüyor. Bu hususta şöyle diyor: "Şeriatın (deva-i azamini) ilk tağyir eden (Havariç) taifesi, sonra, (Mutezile) fırkasıdır. Bunlardan sonra da sırasıyla (Eş'ariyye) ve (Sofiyye) gelir. Nihayet (Ebu Hamid) de çıkarak bu yolda pek çok ileri gitmiştir ."
Gazali ve Eş'ariler hakkındaki suçlamalarını genelde, kendi düşüncesine göre, yersiz te'villerde bulunduklan için onlara yönelten İbn Rüşd Te'vilin gerekliliğini yukarıda da zikrettiğimiz gibi şöyle belirtiyor: "Biz kesinlikle biliyoruz ki: Burhanın gösterip de şeriatın zahirinin (ona) aykırı düştüğü her sonutça te'vil kuralları uyarınca şeriatın zahiri te'vil kabul eder ."
Böylece nassa karşı aklı tercih eden tbn Rüşd te'vilcileri, yersiz te'villerde bulundukları için şiddetle tekfir ediyorken kendisi de, sık sık te'villere gidiyor ve bir yerde de şöyle diyor: "Allah Kur'an-ı Kerirn'de, birden fazla ayetlerde kendisinin (dalalet ve hidayet verdiğini) bildiriyor: "Allah dilediğini dalalette bırakır, dilediğini de hidayete erdirir ." "Biz dileseydik her nefse kendisine mahsus hidayet verirdik."
Böylece kendinin te'vile gidişini meşru görüp, Eş'arilerle Gazali'nin te'villerini gayri meşru gören İbn Rüşd'de ki Gazali ve Eş'ari fobisini ortaya çıkarmak, ayrı bir çalışmaya konu olabilir inancındayız.
Filozofumuza göre bir kişi tek başına bir sanatı ortaya koyamaz. Durum böyle olunca sanatlar sanatı olan felsefe (hikmet) için nasıl olur? Şeriatın kendisine teşvik ettiği, maksat ve amacı taşıyan kitaplan inceleyip değerlendirmek bizim için zorunludur. Kim, bu kitapları inceleyip değerlendirmeye yetkili olan kimseyi, bundan alıkoyarsa; "şeriatın halkı Allah'ı bilmeye çağırdığı kapıdan insanları geri çevirmiş oîur. Bu kapı Alîah'ı hakkıyla bilmeye götüren düşünme (nazar) kapısıdır. Onu yasaklayan davranış ise bilgisizliğin zirvesi ve Allah'tan uzaklaşmanın son
haddidir. (...) Şaşkın bir kişi felsefeye bakıp değerlendirdiği için şaşmışsa, ya da bir düşkün aynı sebeple düşmüşse, bu, ona bakıp, değerlendirmeye ehil olanları bundan engellememizi gerektirmez. Hatta biz deriz ki: Halkın aşağılık takımından bir kısmının felsefeye bakması nedeniyle sapıttıklarının zannedilmesinden dolayı, bazı kimselerin hikmet kitaplarına bakmayı yasaklamaları; bir topluluğun, (su içerken) suyun boğazında kalıp ölmesi nedeniyle susamış kimseyi tatlı ve soğuk suyu içmekten alıkoyun kimsenin (tutumu) gibidir ."
İbn Rüşd görüşünü, Peygamberimizin bütün insanlık için gönderilmesiyle de kuvvetlendiriyor. Madem ki bütün insanlar için gönderilmiştir; öyle ise onun şeriatı, Allah'a davet yollarının tümünü içine alır demektir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır-. "Rabbı'nin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel yollarla tartış" (Nahl, 125) buyurmaktadır.
Madem ki bu şeriat haktır; ve hakkı bilmeye sevkeden düşünce ve değerlendirmeye davet etmektedir. Öyle ise biz müslümanlar biliriz ki burhanı düşünce bizi şeriatın getirmiş olduğuna aykırı neticelere götürmez. Çünkü hakikat hakikate ters düşmez .
Filozofumuz din ile felsefenin birbirine ters düşmediğini ifade eden görüşlerini şöyle devam ettiriyor: "Madem ki şeriatın mak.sadı, gerçek bilgiyi ve gerçek ameli öğretmektir. Öğretmek de (...) tasavuur ve tasdikten ibarettir. Ve mademki şeriatın biricik maksadı da herkese öğretmektir; öyle ise şeriatın, tasdik yöntemlerinin bütün yönlerini içermesi gerekir ."
Din ile felsefe arasındaki zıtlığın ortaya çıkmasını te'viie bağlayan İbn Rüşd seriate göre insanları üç sınıfta topluyor. Birinci Sınıf: Büyük çoğunluğu teşkil eden bu sınıf, asla tevil ehli olmayıp, hitabete dayalı delil ehli olanlardır. İkinci bir sınıf ise cedele (diyalektiğe) dayalı te'vil ehli olanlardır. Bunlar ya sadece tabiattan veya hem tabiattan hem adetleri itibariyle cedelci olanlardır. Diğer üçüncü bir sınıf ise kesin (yakıni) te'vil ehli olanlardır. Bunlar hem tabiatları itibariyle, hem de hikmet sanatı bakımından burhan ehli olanlardır. Bu tevillerden herhangi birisi, özellikle burhanı teviller, ehli olmayanlara açıklanacak olursa -onlar ortak bilgelerden yoksun bulunduktan için- bu açıklama hem açıklayanları, hem de kendilerine açıklananları küfre götürür .
Kendiliğinden zahir olduğu herkes için müşkil olan, ve te'vilini herkesin bilmesi mümkün olmayan, zahir konusunda denilmelidir ki: Bu müteşabihlir ve Allah'tan başka kimse onu bilemez. Yüce Alalh'ın "onun te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez," ayetinde durup, manayı kesmek gerekir.
"Bu tür te'vilin cumhura açıklanmaması, icab eder. Bu te'villeri ehli olmayanlara açıklayanlar, halkı küfre davet eden durumunda bulundukları için kafirdirler , kendiliğinden zahir olmayan biçimde Kur'an'ı te'vil yoluna giderek tahrif eden veya onda mevcut olmayan bu te'vili halk kitlelerine açıklayan kimse, onun hikmetini yoketmiş olur. Dolayısıyla Kur'an'ın insan mutluluğunu sağlamak üzere planlanmış olan fonksiyonunu da ibtal etmiş olur" .
İbn Rüşd'e göre uygun olan şey şudur: "Şeriatın zahiri üzerine kabul edilmesi, cumhura şeriatle hikmetin (felsefenin) birleştirilmesi nokta-i nazarından açıklamalarda bulunulmasıdır. Zira bu açıklama; hikmetin neticelerini de bu hususta bir burhana sahip olmadıkları halde kendilerine açıkça bildirmek demek olur ki, bu yani hikmetin (felsefenin) neticeleri hakkında burhana malik olmayanlara o neticeyi açıklamak, ne helal ne de caizdir. Çünkü bu vaziyete giren kimse ne şer ile aklı cem ve telif eden alimler zümresinden olabilir, ne de şer'in zahirine tabi olan cumhurdan,(...) Her iki takımdan ayrılmış olur ."
Hikmetten cumhura açık bir şekilde bahsedilmemesi gerektiğini ısrarla belirten filozofumuz, mademki bu açıklama bir kez yapılmış dedikten sonra şu izahlarda bulunuyor: "cumhurdan şeriatı felsefeye muhalif gören gurubun bu iki şey arasında muhalefet bulunmadığını bilmesi uygun olur. Aynı şekilde felsefeye bağlananların da, ikisi arasında ihtilaf olmadığını bilmeleri keyfiyete uygun düşer. Bu da o iki guruptan her birinin, hem şeriatın hem de felsefenin gerçekte künhüne vakıf bulunmadığını şeriatta bulunup da felsefeye muhalif olduğuna inandığı bir fikrin,
şeriatın aslında mevcut olmayıp sonradan ihdas edilmiş veyahut felsefenin yanlış anlaşılmış yani -cüziyete ilmin taalluku ile diğer bazı meselelerde olduğu gibi yanlış bir te'viie uğramış olduğunu bilmesiyle olur. (...) Şeriatın esasları teemmül olununca anlaşılır ki o, te'viie uğratılmış şeklinden daha Ziyade felsefeye mutabıktır. Felsefenin şeri'ata muhalif okluğu yolunda bir zanna düşülmesine sebeb de -dikkat olununca görülür ki- felsefenin de ilmen kavranmamış olmasıdır ."
İbn Rüşd, din-felsefe ilişkisi hakkındaki son tamamlayıcı görüşlerini de şöyle dile getiriyor: "Nefsimiz bu şeriatın bozuk heveslerle, uydurma inançlarla yaratılmış olmasından dolayı son derece üzüntü duymakta ve kederlenmektedir . Bilhassa kendini hikmete (felsefeye) nisbet eden kimselerden dolayı üzülmektedir. Çünkü dosttan gelen eziyet, düşmandan gelen eziyetten daha ağırdır.
Demek istiyorum ki: Hikmet (felsefe) şeriatın arkadaşı ve süt kardeşidir. Ona mensuh olanlardan geien eziyet ise eziyetlerin en şiddetlisidir. Ayrıca ikisi tabiattan itibariyle kardeş, cevherleri ve özleri itibarıyla da iki dost oldukları halde; aralarında düşmanlık, boğuşma ve nefret bulunması da bizi fazlasıyla üzmektedir. Kendilerini ona nisbet eden cahil dostların bir çoğundan da eziyet gelmiştir. Bunlar orada mevcut olan fırkalardır.
Allah; hepsini düzeltsin, hepsini sevgisinde muvaffak kılsın, kalblerini takvası ile derlesin. Lutfu ve rahmeti ile aralanndaki kin ve nefreti kaldırsın"." Önceden Gazâlî tarafından ortaya konan, daha sonra yukarıda gördüğümüz gibi İbn Rüşd tarafından biraz daha geniş olarak ele alınanm bu din-felsefe ikilisi ortaçağ Avrupasında "çift hakikat" doktrininin doğmasına sebeb olmuştur .
İslâm dünyasındaki bu gibi görüşlerden etkilenen Aquino Thomas (1225-1274) dinin doğrulan ile aklın doğrularını ayrı ayrı iki bilgi kaynağı kabul etmiştir. Ona göre bu iki kaynak birbiriyle büsbütün örtüşmeyip, birbirlerlini kısmen karşılarlar. "Thomas'ın bir benzetmesiyle söylersek: Bilim, İnanç Tapınağının giriş holüdür . Ancak bu girişi aydınlatabilir felsefe ile bilim. Tapınağın asıl içini aydınlatan da, vahyin doğrularıdır ."
Skolastiğin son döneminde , akıldan türeyen felsefe doğa üstü kaynaktan gelen inanç tamamen birbirinden ayrılmıştır. Ockham'le William (1300-1349)' da bilgi inançtan bağımsız olmaya, kendi dünyasını bulmaya başlamıştır. Bu "çift hakikat" teorisi, birçok düşünürleree ve Renaissanœ'in belirtisi olarak da kabul edilmiştir . Böylece bazı düşünceleriyle Renaissance'a sebeb olduğu ileri sürülen İbn Rüşd'ün bazı ifadeleri de çeşitli menfi yorumlara neden olmuş gibi görünüyor . Onun şu ifadeleri bu durumun bir misalidir: "İşle bunun içindir ki, Hak Teala alemi bir zaman zarfından ve onu bir "şey"den halkeylediğini haber vermektedir. Zira "şahid" de hiçbir "mükevven" yoktur ki keyfiyyet-i tekevvünü bu suretle bilinmiş olmasın . (...) Şu halde, "hudus " veya "kıdem" lafızlarının istimali; şerialte bir bidattir. Ve cumhurun bilhassa "cedeli" olanları akidlerini bozacak büyük bir şüphenin baisidir» ."
İbn Rüşd'ün bu ve benzeri düşüncesinden harekede Gilson şöyle diyor: "Arap filozoflar, özellikle îbn Rüşd, dünyanın ezeli ve ebedi olduğunu öğreterek Aristoteles'in gerçek düşüncesini yorumlamayı iddia ediyordu ."
F.A. Lange ise batı dünyası için şu görüşleri sergiliyor: "Bundan ötürü îbn Rüşd'cülük, Hıristiyan kilisesi tarafından en tehlikeli sapkın inançların kaynağı olarak görülmüştür. Burada özellikle üç noktayı belirtmeliyiz: Bunlardan birincisi Hıristiyanlığın yaratma anlayışına karşı olarak evren ve maddenin ezelliliği görüşüdür. İkincisi Tanrı ile evren arasındaki ilişkiler görüşüdür. (...) Tanrı ile evren, panteistlerin ileri sürdükleri gibi birbiri ile kaynaşmaktadır. Son ve üçüncü görüş de bütün insanlann tek bir akla sahip oldukları görüşüdür. Bu görüş, insanda ölümsüz olan yanın sadece akıl olduğunu söylemekte ve bireysel ölümsüzlüğü reddetmektedir ."
îbn Rüşd bazı görüşleri ile aşırı bir tekfir etmek işine girişiyor. Eş'arilerle Gazali'ye saldırılarda bulunuyor. Düşünürümüze göre "şeriat ilkelerinde (hata) vaki olursa bu, küfürdür. îlke olmayan hususlarda (hata) vaki olursa bu bidattir ,(...) Ortada şeriatın bazı zahiri hükümleri var ki bunların teVili caiz değildir. Eğer bunlar (dini) ilkelerden ise te'vili küfürdür. (...) Aynca ortada bir (tür) zahir de vardır ki; burhan ehlinin onu.te'vil etmesi, gerekir. Bunların da zahirine ha mied ilmeleri küfürdür . (...) İlim ehli olmayanlara gelince; onun bu (nassı) zahirine hamletmesi vacibdir. Onun için bu konunun te'vili küfürdür, çünkü (bu tevil) onu küfre götürür . (...) Bunun için bizim kanaatimize göre; zahire iman etmesi kendisine farz olan halktan birinin, te'vil (e yeltenmesi) onun bakımından küfürdür. Çünkü küfre vesile olur. Te'vil ehli biri de onu (teVili) buna açıklayacak olursa, onu küfre davet etmiş olur ki, küfre davet eden de kafirdir. Bunun için, te'villeıin yalnızca burhan kitaplarında kaydedilmesi (yer alması) gerekir '. (...) Te'villeri (halk yığınlarına) ve şeriat bakımından ona ehil olmayanlara açıklayan kimsenin durumu işte böyledir.
Bu sebeble o kişi, şeriatı bozmakta ve ondan alıkoymaktadır. Şeriattan alıkoyan kimse ise kafirdir . (...) Eş'arilerden bir fırka; Allah Teala'nın varoluşunun bilme konusunda kendi kitaplarında vaz'ettikleri prensiplere göre Allah'ın varlığını bilmeyenleri kafir saymışlardır. Halbuki gerçek kafir olanlar ve sapıtanlar onlardır ."
îbn Rüşd, Eş'arileri suçlamakta o kadar ileri gidiyor ki, nerede ise onlan Haricilerle, Mutezililerle eşit görüyor. Bu hususta şöyle diyor: "Şeriatın (deva-i azamini) ilk tağyir eden (Havariç) taifesi, sonra, (Mutezile) fırkasıdır. Bunlardan sonra da sırasıyla (Eş'ariyye) ve (Sofiyye) gelir. Nihayet (Ebu Hamid) de çıkarak bu yolda pek çok ileri gitmiştir ."
Gazali ve Eş'ariler hakkındaki suçlamalarını genelde, kendi düşüncesine göre, yersiz te'villerde bulunduklan için onlara yönelten İbn Rüşd Te'vilin gerekliliğini yukarıda da zikrettiğimiz gibi şöyle belirtiyor: "Biz kesinlikle biliyoruz ki: Burhanın gösterip de şeriatın zahirinin (ona) aykırı düştüğü her sonutça te'vil kuralları uyarınca şeriatın zahiri te'vil kabul eder ."
Böylece nassa karşı aklı tercih eden tbn Rüşd te'vilcileri, yersiz te'villerde bulundukları için şiddetle tekfir ediyorken kendisi de, sık sık te'villere gidiyor ve bir yerde de şöyle diyor: "Allah Kur'an-ı Kerirn'de, birden fazla ayetlerde kendisinin (dalalet ve hidayet verdiğini) bildiriyor: "Allah dilediğini dalalette bırakır, dilediğini de hidayete erdirir ." "Biz dileseydik her nefse kendisine mahsus hidayet verirdik."
Böylece kendinin te'vile gidişini meşru görüp, Eş'arilerle Gazali'nin te'villerini gayri meşru gören İbn Rüşd'de ki Gazali ve Eş'ari fobisini ortaya çıkarmak, ayrı bir çalışmaya konu olabilir inancındayız.