VARLIK SORUNSALI VE JEAN-PAUL SARTRE (... devam )
|
Sartre, bu, hem aynı ve hem de ayrı olan varlığın bilimini, yani, onun varlıkbilimini (ontolojisini) kendi felsefesine göre oluşturmak ve biçimlendirmek istedi. Bu nedenledir ki, varlığın oluşumunun diyalektiğine eğilmek zorunda kaldı. O zaman, usa hemencecik, Hegel'in, varlığı bir «bütün» olarak ele, alıp, onda, bu ayrı yanları, bir iç «kendi-için» ile bir dış «kendi-için» ve onların devimleri olarak görmesi geliyor . Sartre'da, bunun. Hegel'inkinden tümüyle ayrı olduğunu sanmak yanlış olur. Yalnız, Hegel'de «varlık»ı bilgi ve Tarih belirlerken, bu kez Sartre'da, kendini sürekli olumlayarak yaşam biçimini bulma olgusu belirlemektedir.
Burada, şu sorunla yüzyüze geliyoruz ku kez de: Varlığın, sürekli kendini olumlayarak, yaşam biçimini bulmak istemesi, ya da içinde olumlanacağı gerçekliği yaratmak istemesi, onu, gerçekliğin kendisiyle^ ya da kendinde gerçeklikle buluşturup uyuma koyabilir mi? Bir başka deyişle, Sartre'm «varlık» inin gerçekliği, gerçekliğin kendisi midir? Bu sorunun yanıtı, doğal olarak, Sartre'ın romanlarının, oyunlarının kahramanlarına bakıldığında ortaya çıkacaktır: Çünkü Sartre'ın kahramanlarının yaratmış oldukları gerçeklikler, kendi gerçeklikleridir. Onlar, ancak, bu gerçeklikler içinde varlıklarını bulmaktadırlar. Böylece, varlık ile gerçeklik arasında bir özdeşlik söz konusudur. Ve, bu özdeşlik vardır zaten.
Bunu göstermek için de, Bulantı'nm bir parçasını çevirip yazının başına koyduk. Çünkü, orada, gerçekten, varlık ve onun yaratmış olduğu salt gerçeklik varlığın gerçekliği olarak gözükmektedir. Pencereden bakan ve bir ara sokakta yürüyen eskimiş, yıpranmış yaşlı bir kadını ve onun zaman içinde sürüklenişini seyreden insanın dramıdır bu. (Sartre, bu dram sözcüğüne karşı çıkabilirdi belki de). Çünkü, orada, «ihtiyar kadın» ile, onun içinde varolduğu gerçeklik arasında bir özdeşlik var. Çünkü, orada, zaman ile yaşlı kadın arasında, yıpranma ile zaman arasında, bu kadına bakıp zamanı düşünen, pencereden bu durumu düşünen (içinde bulunulan durum) insan arasında bir özdeşlik var. Yaşlı kadını seyredip, onda, zamanı gören varlık, gerçekte, onda, kendi gerçekliğini görmektedir. Çünkü, eğer varolmayı sürdürürse (yaşamayı sürdürürse) gelecekte, aynı, sürüklenen, gövdesini sürükleyen, zarzor sürükleyen kadın gibi olacaktır. Bu olgu kaçınılmaz bir sonuçtur. Onu, onun varlığını, o anda dehşete düşüren, yaşlı kadının varlığı olmayıp, kendisinin onun gibi olacağı, bilinçteki bilinç-altı düşüncesidir.
İşte, onun gerçekliği, bu içinde bulunulan gerçeklikteki geleceğin gerçekliğinin düşünülmesidir. Dram, bu noktada başlamaktadır. Çünkü, kaçınılmaz, mantıksal ve bilinç-altı bir özdeşleşme sözkonusudur pencereden bakan bu genç ve pencere dışındaki bu yaşlı için. (Buradaki genç olma, göreli bir genç olmadır). Aralarında hiçbir ilişki olmamasına karşın, bu acı ilişki vardır. Zaman adı verilen ilişki. Zaman, gerçekte bir araçtır. Ama, burada, amaç olmaktadır. Zaman bu kez kötüdür. Zaman, ona, nasıl bir varlık iken, nasıl bir başka varlık olacağını acımasızca göstermektedir. Zaman, bu denli gaddar mıdır? Böyle bir varoluş için, evet. Bu nedenle, pencereden kendini koparırcasına «söküp atma», boş odada ne yapacağını bilemeden dolaşma, sonra da, aynaya yapışıp kalarak, kendi görüntüsünden nefret etme, «tiksinme» vardır. En sonunda da, çaresizlik karşısında bu olgudan kaçıp kurtulmak istemek. Uyuşarak kurtulmak istemek. Bu da uykudur.
Uyku burada, içinde bulunulan, varolunan gerçeklikten kaçıştır. Öyle bir kaçış ki, bir daha oraya dönmemek istercesine. Demek ki, bu ikili-üçlü özdeşlikler, pencereden bakan birey, yaşlı kadın ve zaman arasında, iki ayrı, üç ayrı varlığın farklılıkları ve özdeşlikleridir. Varlık ve varolma diyalektiği burada kendini gösteriyor. İşte Sartre, salt bu nedenle, «varoluş ideolojisi»ni oluştururken «bir insan Gerçekliği var m?» sorusunu sormaktadır . İlk önce, temelin ne olduğunu bilmek gerekiyor; «insan» ve «gerçeklik» ve aralarındaki görünen ve görünmeyen, somut ve soyut ilişki. Bu ilişki ise, bu yazının içinde Sartre'ın Varlık ve Hiçlik'inden aktarılan parçada da gözüken, - biraz yukarıda da belirttiğimiz gibi - varlığın kendisidir: «varlık, benliğin kendisine doğru yönelen bir ilişki değildir, o, doğrudan doğruya bu benliğin kendisidir.»
İşte, bu ilişkide, varlıklaşan ilişkide bu kez, özgürlük ve «hiçlik» sorunu kendini göstermektedir. Bu, Sartre felsefesinin en önemli sorunlarından bir başkasıdır. Çünkü, «varlık» ı kesinlikle belirler. Bunun nedeni de şudur gerçekte: Varoluş özden önce gelir. Demek ki, varoluşa «öz»den ayrı bir önem kazandırılmaktadır bu savla. Öze oranla varoluşa belli bir ilklik ya da öncelik tanınmaktadır böylece. Yalnız, bu özellik, bütün varlıklarda ortaya çıkan bir özellik değildir. Tam tersine, insana özgü evrensel bir özellik ve nitelemedir. Bu özellik ve nitelemeden dolayıdır ki, özgürlük başlıbaşına bir güç olarak belirlenmekte ve insan varlığıyla özdeş kılınmaktadır. Şöyle ki, Felsefe terimleriyle anlatmak istersek, diyebiliriz ki, her nesnenin bir varoluşu ve bir de özü var-vardır. Öz, bir nesnenin özelliklerinin değişmez bütünlüğüdür; varoluşu ise, evren içinde gerçek olarak bulunuşudur. Birçok kimse, özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanır; bu fikir, dinsel düşünceden ileri gelir: Gerçekten, ev yaptırmak isteyen bir kimsenin, ne biçim bir ev yaptıracağını bilmesi gerekir. Burada öz varoluştan önce gelir. Bunun gibi insanı Tanrının yarattığına inananlar da, böyle düşünerek, Tanrının bu işi, haklarında daha önceden sahip olduğu fikirlere bakarak yapacağı sonucuna varırlar. Tanrıya inanmayanlar ise, aynı etkiden kurtulamayarak, bir nesnenin ancak kendi fikirleri ile uygun düşmesi durumunda varolabileceğim ileri sürerler. Bütün XVIII. yüzyıl, «insan doğası» denen, herkeste ortaklaşa bulunan bir özün varlığına inanmıştır. Varoluşçuluğa göre ise, insanda - ve sadece insanda - varoluş özden önce gelir.
Bu, kısaca şu anlama geliyor: «Önce insan vardır, şu ya da bu olması daha sonra gelir.» İnsan, doğuştan, yaşam biçiminin ve varlığının oluşum çizgisinin nedenlerini kesinlikle bilemez. Bu nedenle de, varoluşçuluk, özellikle Sartre, özsel belirleyiciliği yadsır. Çünkü, özcü felsefeler için, evrensel öz, bir yerden «gelmez»: Bir başka deyişle ölümsüzdür. Bir de bireysel öz vardır; o da ; varoluştan önce gelmez. Bununla birlikte o, kesin olarak, varoluşla aynı zamanda varolmaktadır. Çünkü, varoluşun dışında varlığım yitirir. Bu nedenle de hiçbir şey değildir. Varoluşa gelince, o da, ancak, gerçekleştirdiği özle bir özellik ve nitelik kazanır, yani bir şey olur. Bu, şu demektir kısaca: Özle varoluş birbirlerinden ayrılamaz. Birbirlerine - Sartre'm belirlemesinin tam tersine - öncelikleri yoktur. Çünkü, aralarında fiziksel bir ayrım sözkorıusu değildir. Sartre, «varoluş özden önce gelir» derken, varlığın bu açıklanış biçimine yanıt vermektedir.
Oysa Sartre kendisinin, ruhbilimsel gerekirciliği tutmayanlara ve insanda özgürlüğün varlığına inananlar arasına girdiğini söyleyerek, insanların durumunu, nesnelerin durumundan ayırdığını belirtir. İnsan, ona göre, özgür olduğu için, içinde bulunduğu olanaklar arasında bir «seçme» yapma gücüne sahiptir. Dünyaya gelmiş olması, onun, ilk ya da son kez bir seçme yapmasından çok, bu seçmeyi her gün yapması ile yüzyüze geldiğini gösterir. Buna da zorunludur zaten. Çünkü, «İnsanoğlunun özü, özgürlük içinde askıdadır.» «Askıda» olan bu özü, askıdan kurtarıp, onu gerçekleştirmek ve biçimlendirmek, insanın kendi özünü seçmesine bağlıdır. Bu seçim, özgür olma gerçeği ve bu gerçeğin gerçekleşmesidir. «Önce insan gelir... Daha sonra şu ya da bu olur.
İnsan, kendi özünü yaratmak zorundadır». Buradaki öz, bireysel özdür. Ama, bunun yanısıra Sartre, bu özün belirlenmesini salt soyuta indirgemez. Tam tersine, bir parda hamal mı yoksa, bir üniversitede profesör mü olacağımızı belirli bir tarihsel ve maddesel koşullara indirger. Çünkü, «insan ancak bir durumdur... sınıfı, gündeliği, işinin niteliği ile belirlenmiştir; giderek, duygu ve düşüncelerine varıncaya kadar, belirlenmiştir.» Bu belirlenme, Sartre göre, seçme olanağını ortadan kaldırmaz. Çünkü, c, daha önce de söylediğimiz gibi, varoluşun bir gerekirliliğidir Bu, gerçekte, kendini seçmektir; «Kendimi varlığımda değil, varoluş biçimimde seçebilirim,» der Sartre. Bu bir tutumdur. İnsan varlığının, durumu karşısında aldığı bu tutum, varlığın değişimini hazırlar. Böylece, durumlar, varlıklar arası etkileşimler başlar. Bu öğe ise, varoluşu belirleyen en önemli olgudur.
Özgürlük ise, Kant'taki gibi «sağduyu»nun özgürlüğü ya da Hegel'deki gibi «bütüne ait» bir özgürlük değildir. Sartre'da özgürlük, insanı bir davranışa zorlayan bir yetkeye (otorite) ya da belirli bazı ilkelere dayanmaz. Buna karşın, öngörülen erekler çerçevesinde «proje»lere göre varolur. Buna güzel bir örnek vermek gerekirse, Sinekler adlı oyununun III. perde, II. sahnesine bir göz atalım; Oreste, kendisini boyun eğmeye zorlayan Jüpiter'e şu yanıtı verir: «...beni özgür yaratmamak gerekirdi (...) Bir kez beni yarattıktan sonra da, artık ben sana ait olmaktan çıktım (...); artık gökyüzünde hiçbir şey yok, ne İyilik, ne Kötülük, ne de bana buyrukta bulunacak bir kimse (...) Bir daha senin yasan altına girmeyeceğim: Benim bundan böyle, kendi yasamdan başka bir yasam olamaz (...), çünkü ben insanım, Jüpiter; her insanın kendi yolunu kendisi seçmesi zorunludur.» Ereklerimiz, seçmelerimizin tümünü yönlendirirler. Ereklerimizin özgür seçimi ise, özel kararlarımızın özgürlüğünü ortaya koyar. Bu seçme ve bu özgürlük, «..., düşünüp taşınmaya [deliberer] bağlı değildir: Düşünüp taşınmaya koyulduğumuz zaman, olan olmuş, iş işten geçmiştir.»
Düşünme, demek ki Sartre'a göre, varlığı varoluşa götüren edimden alıkoymaktadır. Bu nedenle, ereklerimizi kesin olarak saptamadığımız ölçüde özgürlüğe ulaşmamız gerçeklik kazanır. Bu da bir seçmedir. Ama, bilinçle bütünleşen bir «derin seçmedir»; «Günlük kararlarımızı belirleyen 'derin seçme', bizim kendimiz hakkında taşıdığımız bilinçle tamamiyle birdir.»
Bilinçle bütünleşen kararlar ve seçme edimi, yalnızca ustan yararlanmaz. Onlar, aynı zamanda, istemli davranışların bir ayrıcalıkları oldukları gibi, tutkulara ve heyecanlara da bağlıdırlar. Burada, duygular da işin içine girer: «... Korkum özgürdür ve benim özgürlüğümü açığa vurur; ben tüm özgürlüğümü korkuma bağladım ve şu ya da bu koşullarda korkak olmayı seçtim. Özgürlükle ilişkili olarak, hiçbir ayrıcalıklı olay yoktur.»
«Ayrıcalıklı olay» kabul etmemek, varlığa, özgürlüğün sonsuz yollarını açmaktadır Sartre düşüncesinde. Gerçekten de, Sartre, tüm yaşamı boyunca, özgürlüğün sonsuz yollarını arayıp durdu. Bu, hem yazın, hem politik ve hem de felsefe alanında böyle oldu. Yalnız, usa bir soru geliyor şu anda: Acaba, Sartre, romanlarında ve oyunlarında dile getirdiği, çizdiği karakter tipolo] ileriyle bütünleşmiş midir yaşamında? Bir başka deyişle, Bulantı kahramanı gibi aynı duygulara, düşüncelere, yaşama biçimine sahip olmuş mudur?.. Sanmıyoruz. Sartre, daha çok, iyi bir gözlemciydi. Bireyin, iki savaş arası yıllarında ve sonrasında geçirdiği bunalımı çok iyi gözlemlemiş, onu yine çok iyi bir biçimde çözümleyerek irdelemiştir. Avrupa'da bireyin geçirmiş olduğu bu bunalımı, evrimi Sartre, bir felsefe ve yapıtlarında da bir yaşam biçimi olarak ortaya koymuştur. Sartre ve onun varlığı ile yapılarındaki kahramanların varlıkları arasında büyük bir fark var. Yoksa, yüce düşünür Sartre günümüze dek yaşayıp, çağımızın bu nalımını ve bulantısını yazar mıydı?...
«Madeleine, şu plâğı yeniden koyar mısınız? Gitmeden önce bir daha dinleyeyim.»
Burada, şu sorunla yüzyüze geliyoruz ku kez de: Varlığın, sürekli kendini olumlayarak, yaşam biçimini bulmak istemesi, ya da içinde olumlanacağı gerçekliği yaratmak istemesi, onu, gerçekliğin kendisiyle^ ya da kendinde gerçeklikle buluşturup uyuma koyabilir mi? Bir başka deyişle, Sartre'm «varlık» inin gerçekliği, gerçekliğin kendisi midir? Bu sorunun yanıtı, doğal olarak, Sartre'ın romanlarının, oyunlarının kahramanlarına bakıldığında ortaya çıkacaktır: Çünkü Sartre'ın kahramanlarının yaratmış oldukları gerçeklikler, kendi gerçeklikleridir. Onlar, ancak, bu gerçeklikler içinde varlıklarını bulmaktadırlar. Böylece, varlık ile gerçeklik arasında bir özdeşlik söz konusudur. Ve, bu özdeşlik vardır zaten.
Bunu göstermek için de, Bulantı'nm bir parçasını çevirip yazının başına koyduk. Çünkü, orada, gerçekten, varlık ve onun yaratmış olduğu salt gerçeklik varlığın gerçekliği olarak gözükmektedir. Pencereden bakan ve bir ara sokakta yürüyen eskimiş, yıpranmış yaşlı bir kadını ve onun zaman içinde sürüklenişini seyreden insanın dramıdır bu. (Sartre, bu dram sözcüğüne karşı çıkabilirdi belki de). Çünkü, orada, «ihtiyar kadın» ile, onun içinde varolduğu gerçeklik arasında bir özdeşlik var. Çünkü, orada, zaman ile yaşlı kadın arasında, yıpranma ile zaman arasında, bu kadına bakıp zamanı düşünen, pencereden bu durumu düşünen (içinde bulunulan durum) insan arasında bir özdeşlik var. Yaşlı kadını seyredip, onda, zamanı gören varlık, gerçekte, onda, kendi gerçekliğini görmektedir. Çünkü, eğer varolmayı sürdürürse (yaşamayı sürdürürse) gelecekte, aynı, sürüklenen, gövdesini sürükleyen, zarzor sürükleyen kadın gibi olacaktır. Bu olgu kaçınılmaz bir sonuçtur. Onu, onun varlığını, o anda dehşete düşüren, yaşlı kadının varlığı olmayıp, kendisinin onun gibi olacağı, bilinçteki bilinç-altı düşüncesidir.
İşte, onun gerçekliği, bu içinde bulunulan gerçeklikteki geleceğin gerçekliğinin düşünülmesidir. Dram, bu noktada başlamaktadır. Çünkü, kaçınılmaz, mantıksal ve bilinç-altı bir özdeşleşme sözkonusudur pencereden bakan bu genç ve pencere dışındaki bu yaşlı için. (Buradaki genç olma, göreli bir genç olmadır). Aralarında hiçbir ilişki olmamasına karşın, bu acı ilişki vardır. Zaman adı verilen ilişki. Zaman, gerçekte bir araçtır. Ama, burada, amaç olmaktadır. Zaman bu kez kötüdür. Zaman, ona, nasıl bir varlık iken, nasıl bir başka varlık olacağını acımasızca göstermektedir. Zaman, bu denli gaddar mıdır? Böyle bir varoluş için, evet. Bu nedenle, pencereden kendini koparırcasına «söküp atma», boş odada ne yapacağını bilemeden dolaşma, sonra da, aynaya yapışıp kalarak, kendi görüntüsünden nefret etme, «tiksinme» vardır. En sonunda da, çaresizlik karşısında bu olgudan kaçıp kurtulmak istemek. Uyuşarak kurtulmak istemek. Bu da uykudur.
Uyku burada, içinde bulunulan, varolunan gerçeklikten kaçıştır. Öyle bir kaçış ki, bir daha oraya dönmemek istercesine. Demek ki, bu ikili-üçlü özdeşlikler, pencereden bakan birey, yaşlı kadın ve zaman arasında, iki ayrı, üç ayrı varlığın farklılıkları ve özdeşlikleridir. Varlık ve varolma diyalektiği burada kendini gösteriyor. İşte Sartre, salt bu nedenle, «varoluş ideolojisi»ni oluştururken «bir insan Gerçekliği var m?» sorusunu sormaktadır . İlk önce, temelin ne olduğunu bilmek gerekiyor; «insan» ve «gerçeklik» ve aralarındaki görünen ve görünmeyen, somut ve soyut ilişki. Bu ilişki ise, bu yazının içinde Sartre'ın Varlık ve Hiçlik'inden aktarılan parçada da gözüken, - biraz yukarıda da belirttiğimiz gibi - varlığın kendisidir: «varlık, benliğin kendisine doğru yönelen bir ilişki değildir, o, doğrudan doğruya bu benliğin kendisidir.»
İşte, bu ilişkide, varlıklaşan ilişkide bu kez, özgürlük ve «hiçlik» sorunu kendini göstermektedir. Bu, Sartre felsefesinin en önemli sorunlarından bir başkasıdır. Çünkü, «varlık» ı kesinlikle belirler. Bunun nedeni de şudur gerçekte: Varoluş özden önce gelir. Demek ki, varoluşa «öz»den ayrı bir önem kazandırılmaktadır bu savla. Öze oranla varoluşa belli bir ilklik ya da öncelik tanınmaktadır böylece. Yalnız, bu özellik, bütün varlıklarda ortaya çıkan bir özellik değildir. Tam tersine, insana özgü evrensel bir özellik ve nitelemedir. Bu özellik ve nitelemeden dolayıdır ki, özgürlük başlıbaşına bir güç olarak belirlenmekte ve insan varlığıyla özdeş kılınmaktadır. Şöyle ki, Felsefe terimleriyle anlatmak istersek, diyebiliriz ki, her nesnenin bir varoluşu ve bir de özü var-vardır. Öz, bir nesnenin özelliklerinin değişmez bütünlüğüdür; varoluşu ise, evren içinde gerçek olarak bulunuşudur. Birçok kimse, özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanır; bu fikir, dinsel düşünceden ileri gelir: Gerçekten, ev yaptırmak isteyen bir kimsenin, ne biçim bir ev yaptıracağını bilmesi gerekir. Burada öz varoluştan önce gelir. Bunun gibi insanı Tanrının yarattığına inananlar da, böyle düşünerek, Tanrının bu işi, haklarında daha önceden sahip olduğu fikirlere bakarak yapacağı sonucuna varırlar. Tanrıya inanmayanlar ise, aynı etkiden kurtulamayarak, bir nesnenin ancak kendi fikirleri ile uygun düşmesi durumunda varolabileceğim ileri sürerler. Bütün XVIII. yüzyıl, «insan doğası» denen, herkeste ortaklaşa bulunan bir özün varlığına inanmıştır. Varoluşçuluğa göre ise, insanda - ve sadece insanda - varoluş özden önce gelir.
Bu, kısaca şu anlama geliyor: «Önce insan vardır, şu ya da bu olması daha sonra gelir.» İnsan, doğuştan, yaşam biçiminin ve varlığının oluşum çizgisinin nedenlerini kesinlikle bilemez. Bu nedenle de, varoluşçuluk, özellikle Sartre, özsel belirleyiciliği yadsır. Çünkü, özcü felsefeler için, evrensel öz, bir yerden «gelmez»: Bir başka deyişle ölümsüzdür. Bir de bireysel öz vardır; o da ; varoluştan önce gelmez. Bununla birlikte o, kesin olarak, varoluşla aynı zamanda varolmaktadır. Çünkü, varoluşun dışında varlığım yitirir. Bu nedenle de hiçbir şey değildir. Varoluşa gelince, o da, ancak, gerçekleştirdiği özle bir özellik ve nitelik kazanır, yani bir şey olur. Bu, şu demektir kısaca: Özle varoluş birbirlerinden ayrılamaz. Birbirlerine - Sartre'm belirlemesinin tam tersine - öncelikleri yoktur. Çünkü, aralarında fiziksel bir ayrım sözkorıusu değildir. Sartre, «varoluş özden önce gelir» derken, varlığın bu açıklanış biçimine yanıt vermektedir.
Oysa Sartre kendisinin, ruhbilimsel gerekirciliği tutmayanlara ve insanda özgürlüğün varlığına inananlar arasına girdiğini söyleyerek, insanların durumunu, nesnelerin durumundan ayırdığını belirtir. İnsan, ona göre, özgür olduğu için, içinde bulunduğu olanaklar arasında bir «seçme» yapma gücüne sahiptir. Dünyaya gelmiş olması, onun, ilk ya da son kez bir seçme yapmasından çok, bu seçmeyi her gün yapması ile yüzyüze geldiğini gösterir. Buna da zorunludur zaten. Çünkü, «İnsanoğlunun özü, özgürlük içinde askıdadır.» «Askıda» olan bu özü, askıdan kurtarıp, onu gerçekleştirmek ve biçimlendirmek, insanın kendi özünü seçmesine bağlıdır. Bu seçim, özgür olma gerçeği ve bu gerçeğin gerçekleşmesidir. «Önce insan gelir... Daha sonra şu ya da bu olur.
İnsan, kendi özünü yaratmak zorundadır». Buradaki öz, bireysel özdür. Ama, bunun yanısıra Sartre, bu özün belirlenmesini salt soyuta indirgemez. Tam tersine, bir parda hamal mı yoksa, bir üniversitede profesör mü olacağımızı belirli bir tarihsel ve maddesel koşullara indirger. Çünkü, «insan ancak bir durumdur... sınıfı, gündeliği, işinin niteliği ile belirlenmiştir; giderek, duygu ve düşüncelerine varıncaya kadar, belirlenmiştir.» Bu belirlenme, Sartre göre, seçme olanağını ortadan kaldırmaz. Çünkü, c, daha önce de söylediğimiz gibi, varoluşun bir gerekirliliğidir Bu, gerçekte, kendini seçmektir; «Kendimi varlığımda değil, varoluş biçimimde seçebilirim,» der Sartre. Bu bir tutumdur. İnsan varlığının, durumu karşısında aldığı bu tutum, varlığın değişimini hazırlar. Böylece, durumlar, varlıklar arası etkileşimler başlar. Bu öğe ise, varoluşu belirleyen en önemli olgudur.
Özgürlük ise, Kant'taki gibi «sağduyu»nun özgürlüğü ya da Hegel'deki gibi «bütüne ait» bir özgürlük değildir. Sartre'da özgürlük, insanı bir davranışa zorlayan bir yetkeye (otorite) ya da belirli bazı ilkelere dayanmaz. Buna karşın, öngörülen erekler çerçevesinde «proje»lere göre varolur. Buna güzel bir örnek vermek gerekirse, Sinekler adlı oyununun III. perde, II. sahnesine bir göz atalım; Oreste, kendisini boyun eğmeye zorlayan Jüpiter'e şu yanıtı verir: «...beni özgür yaratmamak gerekirdi (...) Bir kez beni yarattıktan sonra da, artık ben sana ait olmaktan çıktım (...); artık gökyüzünde hiçbir şey yok, ne İyilik, ne Kötülük, ne de bana buyrukta bulunacak bir kimse (...) Bir daha senin yasan altına girmeyeceğim: Benim bundan böyle, kendi yasamdan başka bir yasam olamaz (...), çünkü ben insanım, Jüpiter; her insanın kendi yolunu kendisi seçmesi zorunludur.» Ereklerimiz, seçmelerimizin tümünü yönlendirirler. Ereklerimizin özgür seçimi ise, özel kararlarımızın özgürlüğünü ortaya koyar. Bu seçme ve bu özgürlük, «..., düşünüp taşınmaya [deliberer] bağlı değildir: Düşünüp taşınmaya koyulduğumuz zaman, olan olmuş, iş işten geçmiştir.»
Düşünme, demek ki Sartre'a göre, varlığı varoluşa götüren edimden alıkoymaktadır. Bu nedenle, ereklerimizi kesin olarak saptamadığımız ölçüde özgürlüğe ulaşmamız gerçeklik kazanır. Bu da bir seçmedir. Ama, bilinçle bütünleşen bir «derin seçmedir»; «Günlük kararlarımızı belirleyen 'derin seçme', bizim kendimiz hakkında taşıdığımız bilinçle tamamiyle birdir.»
Bilinçle bütünleşen kararlar ve seçme edimi, yalnızca ustan yararlanmaz. Onlar, aynı zamanda, istemli davranışların bir ayrıcalıkları oldukları gibi, tutkulara ve heyecanlara da bağlıdırlar. Burada, duygular da işin içine girer: «... Korkum özgürdür ve benim özgürlüğümü açığa vurur; ben tüm özgürlüğümü korkuma bağladım ve şu ya da bu koşullarda korkak olmayı seçtim. Özgürlükle ilişkili olarak, hiçbir ayrıcalıklı olay yoktur.»
«Ayrıcalıklı olay» kabul etmemek, varlığa, özgürlüğün sonsuz yollarını açmaktadır Sartre düşüncesinde. Gerçekten de, Sartre, tüm yaşamı boyunca, özgürlüğün sonsuz yollarını arayıp durdu. Bu, hem yazın, hem politik ve hem de felsefe alanında böyle oldu. Yalnız, usa bir soru geliyor şu anda: Acaba, Sartre, romanlarında ve oyunlarında dile getirdiği, çizdiği karakter tipolo] ileriyle bütünleşmiş midir yaşamında? Bir başka deyişle, Bulantı kahramanı gibi aynı duygulara, düşüncelere, yaşama biçimine sahip olmuş mudur?.. Sanmıyoruz. Sartre, daha çok, iyi bir gözlemciydi. Bireyin, iki savaş arası yıllarında ve sonrasında geçirdiği bunalımı çok iyi gözlemlemiş, onu yine çok iyi bir biçimde çözümleyerek irdelemiştir. Avrupa'da bireyin geçirmiş olduğu bu bunalımı, evrimi Sartre, bir felsefe ve yapıtlarında da bir yaşam biçimi olarak ortaya koymuştur. Sartre ve onun varlığı ile yapılarındaki kahramanların varlıkları arasında büyük bir fark var. Yoksa, yüce düşünür Sartre günümüze dek yaşayıp, çağımızın bu nalımını ve bulantısını yazar mıydı?...
«Madeleine, şu plâğı yeniden koyar mısınız? Gitmeden önce bir daha dinleyeyim.»