VARLIK SORUNSALI VE JEAN-PAUL SARTRE (... devam )

Sartre, bu, hem aynı ve hem de ayrı olan varlığın bilimini, yani, onun varlıkbilimini (ontolojisini) kendi felsefesine göre oluşturmak ve biçimlendirmek istedi. Bu nedenledir ki, varlığın oluşumunun diyalektiğine eğilmek zorunda kaldı. O zaman, usa hemencecik, Hegel'in, varlığı bir «bütün» olarak ele, alıp, onda, bu ayrı yanları, bir iç «kendi-için» ile bir dış «kendi-için» ve on­ların devimleri olarak görmesi geliyor . Sartre'da, bunun. Hegel'inkinden tümüyle ayrı olduğunu sanmak yanlış olur. Yalnız, Hegel'de «varlık»ı bilgi ve Tarih belirlerken, bu kez Sartre'da, ken­dini sürekli olumlayarak yaşam biçimini bulma olgusu belirlemek­tedir.

Burada, şu sorunla yüzyüze geliyoruz ku kez de: Varlığın, sürekli kendini olumlayarak, yaşam biçimini bulmak istemesi, ya da içinde olumlanacağı gerçekliği yaratmak istemesi, onu, ger­çekliğin kendisiyle^ ya da kendinde gerçeklikle buluşturup uyuma koyabilir mi? Bir başka deyişle, Sartre'm «varlık» inin gerçekliği, gerçekliğin kendisi midir? Bu sorunun yanıtı, doğal olarak, Sartre'ın romanlarının, oyunlarının kahramanlarına bakıldığında or­taya çıkacaktır: Çünkü Sartre'ın kahramanlarının yaratmış ol­dukları gerçeklikler, kendi gerçeklikleridir. Onlar, ancak, bu ger­çeklikler içinde varlıklarını bulmaktadırlar. Böylece, varlık ile gerçeklik arasında bir özdeşlik söz konusudur. Ve, bu özdeşlik var­dır zaten.

Bunu göstermek için de, Bulantı'nm bir parçasını çevirip ya­zının başına koyduk. Çünkü, orada, gerçekten, varlık ve onun ya­ratmış olduğu salt gerçeklik varlığın gerçekliği olarak gözükmek­tedir. Pencereden bakan ve bir ara sokakta yürüyen eskimiş, yıp­ranmış yaşlı bir kadını ve onun zaman içinde sürüklenişini sey­reden insanın dramıdır bu. (Sartre, bu dram sözcüğüne karşı çıka­bilirdi belki de). Çünkü, orada, «ihtiyar kadın» ile, onun içinde varolduğu gerçeklik arasında bir özdeşlik var. Çünkü, orada, za­man ile yaşlı kadın arasında, yıpranma ile zaman arasında, bu ka­dına bakıp zamanı düşünen, pencereden bu durumu düşünen (içinde bulunulan durum) insan arasında bir özdeşlik var. Yaşlı kadını seyredip, onda, zamanı gören varlık, gerçekte, onda, kendi gerçekliğini görmektedir. Çünkü, eğer varolmayı sürdürürse (ya­şamayı sürdürürse) gelecekte, aynı, sürüklenen, gövdesini sürük­leyen, zarzor sürükleyen kadın gibi olacaktır. Bu olgu kaçınılmaz bir sonuçtur. Onu, onun varlığını, o anda dehşete düşüren, yaşlı kadının varlığı olmayıp, kendisinin onun gibi olacağı, bilinçteki bilinç-altı düşüncesidir.

İşte, onun gerçekliği, bu içinde bulunulan gerçeklikteki ge­leceğin gerçekliğinin düşünülmesidir. Dram, bu noktada başla­maktadır. Çünkü, kaçınılmaz, mantıksal ve bilinç-altı bir özdeş­leşme sözkonusudur pencereden bakan bu genç ve pencere dışındaki bu yaşlı için. (Buradaki genç olma, göreli bir genç olmadır). Aralarında hiçbir ilişki olmamasına karşın, bu acı ilişki vardır. Zaman adı verilen ilişki. Zaman, gerçekte bir araçtır. Ama, bura­da, amaç olmaktadır. Zaman bu kez kötüdür. Zaman, ona, nasıl bir varlık iken, nasıl bir başka varlık olacağını acımasızca göster­mektedir. Zaman, bu denli gaddar mıdır? Böyle bir varoluş için, evet. Bu nedenle, pencereden kendini koparırcasına «söküp atma», boş odada ne yapacağını bilemeden dolaşma, sonra da, aynaya ya­pışıp kalarak, kendi görüntüsünden nefret etme, «tiksinme» var­dır. En sonunda da, çaresizlik karşısında bu olgudan kaçıp kurtul­mak istemek. Uyuşarak kurtulmak istemek. Bu da uykudur.

Uyku burada, içinde bulunulan, varolunan gerçeklikten ka­çıştır. Öyle bir kaçış ki, bir daha oraya dönmemek istercesine. De­mek ki, bu ikili-üçlü özdeşlikler, pencereden bakan birey, yaşlı ka­dın ve zaman arasında, iki ayrı, üç ayrı varlığın farklılıkları ve özdeşlikleridir. Varlık ve varolma diyalektiği burada kendini gös­teriyor. İşte Sartre, salt bu nedenle, «varoluş ideolojisi»ni oluştu­rurken «bir insan Gerçekliği var m?» sorusunu sormaktadır . İlk önce, temelin ne olduğunu bilmek gerekiyor; «insan» ve «gerçek­lik» ve aralarındaki görünen ve görünmeyen, somut ve soyut iliş­ki. Bu ilişki ise, bu yazının içinde Sartre'ın Varlık ve Hiçlik'inden aktarılan parçada da gözüken, - biraz yukarıda da belirttiğimiz gibi - varlığın kendisidir: «varlık, benliğin kendisine doğru yöne­len bir ilişki değildir, o, doğrudan doğruya bu benliğin kendisi­dir.»

İşte, bu ilişkide, varlıklaşan ilişkide bu kez, özgürlük ve «hiç­lik» sorunu kendini göstermektedir. Bu, Sartre felsefesinin en önemli sorunlarından bir başkasıdır. Çünkü, «varlık» ı kesinlikle belirler. Bunun nedeni de şudur gerçekte: Varoluş özden önce ge­lir. Demek ki, varoluşa «öz»den ayrı bir önem kazandırılmaktadır bu savla. Öze oranla varoluşa belli bir ilklik ya da öncelik tanın­maktadır böylece. Yalnız, bu özellik, bütün varlıklarda ortaya çı­kan bir özellik değildir. Tam tersine, insana özgü evrensel bir özel­lik ve nitelemedir. Bu özellik ve nitelemeden dolayıdır ki, özgür­lük başlıbaşına bir güç olarak belirlenmekte ve insan varlığıyla özdeş kılınmaktadır. Şöyle ki, Felsefe terimleriyle anlatmak is­tersek, diyebiliriz ki, her nesnenin bir varoluşu ve bir de özü var-vardır. Öz, bir nesnenin özelliklerinin değişmez bütünlüğüdür; varoluşu ise, evren içinde gerçek olarak bulunuşudur. Birçok kim­se, özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanır; bu fikir, dinsel düşünceden ileri gelir: Gerçekten, ev yaptırmak isteyen bir kim­senin, ne biçim bir ev yaptıracağını bilmesi gerekir. Burada öz varoluştan önce gelir. Bunun gibi insanı Tanrının yarattığına inananlar da, böyle düşünerek, Tanrının bu işi, haklarında daha önceden sahip olduğu fikirlere bakarak yapacağı sonucuna varır­lar. Tanrıya inanmayanlar ise, aynı etkiden kurtulamayarak, bir nesnenin ancak kendi fikirleri ile uygun düşmesi durumunda var­olabileceğim ileri sürerler. Bütün XVIII. yüzyıl, «insan doğası» denen, herkeste ortaklaşa bulunan bir özün varlığına inanmıştır. Varoluşçuluğa göre ise, insanda - ve sadece insanda - varoluş öz­den önce gelir.

Bu, kısaca şu anlama geliyor: «Önce insan vardır, şu ya da bu olması daha sonra gelir.» İnsan, doğuştan, yaşam biçiminin ve varlığının oluşum çizgisinin nedenlerini kesinlikle bilemez. Bu nedenle de, varoluşçuluk, özellikle Sartre, özsel belirleyiciliği yadsır. Çünkü, özcü felsefeler için, evrensel öz, bir yerden «gelmez»: Bir başka deyişle ölümsüzdür. Bir de bireysel öz vardır; o da ; varoluştan önce gelmez. Bununla birlikte o, kesin olarak, varoluşla aynı zamanda varolmaktadır. Çünkü, varoluşun dışında varlığım yiti­rir. Bu nedenle de hiçbir şey değildir. Varoluşa gelince, o da, an­cak, gerçekleştirdiği özle bir özellik ve nitelik kazanır, yani bir şey olur. Bu, şu demektir kısaca: Özle varoluş birbirlerinden ayrıla­maz. Birbirlerine - Sartre'm belirlemesinin tam tersine - öncelik­leri yoktur. Çünkü, aralarında fiziksel bir ayrım sözkorıusu de­ğildir. Sartre, «varoluş özden önce gelir» derken, varlığın bu açıklanış biçimine yanıt vermektedir.

Oysa Sartre kendisinin, ruhbilimsel gerekirciliği tutmayan­lara ve insanda özgürlüğün varlığına inananlar arasına girdiğini söyleyerek, insanların durumunu, nesnelerin durumundan ayırdı­ğını belirtir. İnsan, ona göre, özgür olduğu için, içinde bulundu­ğu olanaklar arasında bir «seçme» yapma gücüne sahiptir. Dün­yaya gelmiş olması, onun, ilk ya da son kez bir seçme yapmasın­dan çok, bu seçmeyi her gün yapması ile yüzyüze geldiğini göste­rir. Buna da zorunludur zaten. Çünkü, «İnsanoğlunun özü, özgür­lük içinde askıdadır.» «Askıda» olan bu özü, askıdan kurtarıp, onu gerçekleştirmek ve biçimlendirmek, insanın kendi özünü seçmesine bağlıdır. Bu seçim, özgür olma gerçeği ve bu gerçeğin gerçekleş­mesidir. «Önce insan gelir... Daha sonra şu ya da bu olur.

İnsan, kendi özünü yaratmak zorundadır». Buradaki öz, bireysel özdür. Ama, bunun yanısıra Sartre, bu özün belirlenmesini salt soyuta indirgemez. Tam tersine, bir parda hamal mı yoksa, bir üni­versitede profesör mü olacağımızı belirli bir tarihsel ve madde­sel koşullara indirger. Çünkü, «insan ancak bir durumdur... sı­nıfı, gündeliği, işinin niteliği ile belirlenmiştir; giderek, duygu ve düşüncelerine varıncaya kadar, belirlenmiştir.» Bu belirlenme, Sartre göre, seçme olanağını ortadan kaldırmaz. Çünkü, c, daha önce de söylediğimiz gibi, varoluşun bir gerekirliliğidir Bu, ger­çekte, kendini seçmektir; «Kendimi varlığımda değil, varoluş bi­çimimde seçebilirim,» der Sartre. Bu bir tutumdur. İnsan varlı­ğının, durumu karşısında aldığı bu tutum, varlığın değişimini ha­zırlar. Böylece, durumlar, varlıklar arası etkileşimler başlar. Bu öğe ise, varoluşu belirleyen en önemli olgudur.

Özgürlük ise, Kant'taki gibi «sağduyu»nun özgürlüğü ya da Hegel'deki gibi «bütüne ait» bir özgürlük değildir. Sartre'da öz­gürlük, insanı bir davranışa zorlayan bir yetkeye (otorite) ya da belirli bazı ilkelere dayanmaz. Buna karşın, öngörülen erekler çer­çevesinde «proje»lere göre varolur. Buna güzel bir örnek vermek gerekirse, Sinekler adlı oyununun III. perde, II. sahnesine bir göz atalım; Oreste, kendisini boyun eğmeye zorlayan Jüpiter'e şu ya­nıtı verir: «...beni özgür yaratmamak gerekirdi (...) Bir kez beni yarattıktan sonra da, artık ben sana ait olmaktan çıktım (...); artık gökyüzünde hiçbir şey yok, ne İyilik, ne Kötülük, ne de bana buyrukta bulunacak bir kimse (...) Bir daha senin yasan altına girmeyeceğim: Benim bundan böyle, kendi yasamdan başka bir yasam olamaz (...), çünkü ben insanım, Jüpiter; her insanın kendi yolunu kendisi seçmesi zorunludur.» Ereklerimiz, seçmelerimizin tümünü yönlendirirler. Ereklerimizin özgür seçimi ise, özel kararlarımızın özgürlüğünü ortaya koyar. Bu seçme ve bu özgürlük, «..., düşünüp taşınmaya [deliberer] bağlı değildir: Düşünüp ta­şınmaya koyulduğumuz zaman, olan olmuş, iş işten geçmiştir.»

Düşünme, demek ki Sartre'a göre, varlığı varoluşa götüren edim­den alıkoymaktadır. Bu nedenle, ereklerimizi kesin olarak sapta­madığımız ölçüde özgürlüğe ulaşmamız gerçeklik kazanır. Bu da bir seçmedir. Ama, bilinçle bütünleşen bir «derin seçmedir»; «Gün­lük kararlarımızı belirleyen 'derin seçme', bizim kendimiz hak­kında taşıdığımız bilinçle tamamiyle birdir.»

Bilinçle bütünleşen kararlar ve seçme edimi, yalnızca ustan yararlanmaz. Onlar, aynı zamanda, istemli davranışların bir ay­rıcalıkları oldukları gibi, tutkulara ve heyecanlara da bağlıdır­lar. Burada, duygular da işin içine girer: «... Korkum özgürdür ve benim özgürlüğümü açığa vurur; ben tüm özgürlüğümü korkuma bağladım ve şu ya da bu koşullarda korkak olmayı seçtim. Özgür­lükle ilişkili olarak, hiçbir ayrıcalıklı olay yoktur.»

«Ayrıcalıklı olay» kabul etmemek, varlığa, özgürlüğün sonsuz yollarını açmaktadır Sartre düşüncesinde. Gerçekten de, Sartre, tüm yaşamı boyunca, özgürlüğün sonsuz yollarını arayıp durdu. Bu, hem yazın, hem politik ve hem de felsefe alanında böyle ol­du. Yalnız, usa bir soru geliyor şu anda: Acaba, Sartre, romanla­rında ve oyunlarında dile getirdiği, çizdiği karakter tipolo] ileriy­le bütünleşmiş midir yaşamında? Bir başka deyişle, Bulantı kah­ramanı gibi aynı duygulara, düşüncelere, yaşama biçimine sahip olmuş mudur?.. Sanmıyoruz. Sartre, daha çok, iyi bir gözlemciy­di. Bireyin, iki savaş arası yıllarında ve sonrasında geçirdiği bu­nalımı çok iyi gözlemlemiş, onu yine çok iyi bir biçimde çözümleyerek irdelemiştir. Avrupa'da bireyin geçirmiş olduğu bu buna­lımı, evrimi Sartre, bir felsefe ve yapıtlarında da bir yaşam biçi­mi olarak ortaya koymuştur. Sartre ve onun varlığı ile yapıla­rındaki kahramanların varlıkları arasında büyük bir fark var. Yoksa, yüce düşünür Sartre günümüze dek yaşayıp, çağımızın bu­ nalımını ve bulantısını yazar mıydı?...

«Madeleine, şu plâğı yeniden koyar mısınız? Gitmeden önce bir daha dinleyeyim.»

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP