FELSEFE TARİHÎNİN GENEL BÖLÜNÜMÜ (.. devam )
|
İrade, sonlu olmaya yönelmektedir; kendini, bir genel olarak kavrayamamıştır henüz. Bu durumda da, efendilerin kastı ve kölelerin [kulların] kastı vardır yalnızca [ve] despotluğun alanıdır bu; duygu terimleriyle [duygular, heyecanlar açısından, bakımından] dile getirildiğinde, bu durum, korku'nun egemen kategori olması [hüküm sürmesi] demektir. Doğal ortama batmış tin, henüz kendiiçin özgür değilken ve tikel ile birlik halindeyken, henüz sonlunun lekesini taşırken; bu tikel tarafından, bu sonlu tarafından ele geçirilebileceğinin [yakalanabileceğinin, kapılabileceğinin] ve bu sonlunun yıkıma uğratılabilir bir şey olduğunun, kendini olumsuzlanma olarak koyabileceğinin bilincindedir. İnsandaki bir şeyin - ve dolayısıyla insanın kendisinin - süregidemiyebileceğine [varlığını koruyamayabileceğine] ilişkin bu olumsuzlanma duygusu, genellikle korkudur. Özgürlük ise, bunun tersine, sonluda olmamaktır; ama bir kendinde sonsuz varlıkta, kendiiçin bulunmaktır; bu, kendisine saldırılamayan bir şeydir. - Demek ki, korku ve despotluk egemendir Doğu'da. İnsan korkmakta ve çekinmekte ya da korku salarak hüküm sürmektedir; öyleyse köledir [kuldur] ya da efendidir; bunların her ikisi de aynı düzeyde yer alır; aralarında yalnızca biçimsel bir fark vardır ve bu fark yalnızca, iradenin gücünün, enerjisinin az ya da çok olmasındadır. Efendinin iradesi, [gözettiği] tikel çıkarma bağlıdır; sonlu olan her şeyi, tikel çıkarı için [uğruna] harcamayı isteyebilir. Amacı sonlu olduğundan, iradesi olumsaldır; demek ki efendinin iradesi keyfidir, çünkü sonlu amaçlarda içerilmiş olduğundan korku aracılığıyla iş görür [etki gösterir, eyler] ancak. Öyleyse korku, Doğu'da hükümsüren [yöneten] kategoridir genellikle.
Doğu'da din de, zorunlu olarak aynı karakteri taşır; bu dinin ana uğrağı, Tanrı'dan [Mevlâ'dan = Efendi'den] korkudur; ama din, kökenini bu korkuda bulmakla kalmaz yalnızca, bu korkudan da dışarı çıkmaz [sıyrılmaz] üstelik; bu korkuyu bir yana bırakmaz. Kutsal Kitap, «Tanrı'dan korkmak, bilegeliğin başlangıcıdır», diyor {Mezmurlar, CXI, 10.) ; bu doğrudur ve insanoğlunun, korkuyu bilmesi, duyması, yaşaması gereklidir. Benimsediği sonluluk ereklerini, sonlunun belirleniminde, olumsuzlanmanın belirleniminde bilip-tanıması insanoğlunun kendisi için gerekli olmuştur; ama, onların ötesine geçmesi, onları aşması da gereklidir. En son erekler olarak onlara bağlanmaktan vazgeçerse, olumsuzlanmaya bağlı olmaktan çıkar, korkudan sıyrılır; kendisine saldırılabilnıesine araçlık edecek [olanak verecek] hiçbir şey benliğinde bulunmaz artık. Ne var ki, korku, yalnızca başlangıç değil de, aynı zamanda sonsa [bitimse], egemen kategoriyse, o zaman, despotluk biçimi, kölelik biçimi kurulup yerleşmiş olur. Öyleyse, dinde de bu aynı karakter kendini gösterecektir. Doyum sağlaması bakımından, tau düzeyde, dinin kendisi de sonlu olacaktır; yani, doğal ortamda içerilmiş [doğallığa batmış, saplanmış] olacaktır.
Doğu halklarında, doğanın güçleri ye kudretleri, bir yandan kişileştirilir ve yüceltilir, öte yandan, eğer bilinç bir Sonsuz'a doğru yükselirse, bu kudret karşısında duyulan korku, ana belirlenimdir ve böylece birey, bu Sonsuz karşısında bir ilinekten başka şey olmadığım bilir. Sonluya bağımlı olmaktan, sonluda kalmaktan, sonluya batmışlıktan başka şey olmayan bu durum, iki biçimde ortaya çıkabilir ve bir aşırı uçtan ötekine gitmek zorundadır. Nitekim, bilinç için var olan sonlu, sonlu-olarak-sonlu biçimini edinebilir; ama öte yandan, sonsuz biçimine de bürünebilir ve bu yüzden, sonluya benzeyen bir soyutlamadan (soyut sonsuz) başka şey olmaz ve hatta zarzor bir sonludur ancak. Pratikte, edilgin iradeden (kölelikten), bunun en karşıt ucuna, en büyük irade enerjisine, katışıksız bir keyfilikten başka şey olmayan despotluğun en büyük kudretine geçildiği gibi; dinde de, en derin, en kaba ve hatta tapınma biçimini alan ten zevklerine düşkünlüğe kendini kapıp koyvermeyi ve öte yandan, en yüksek ve boş soyutlamaya ve dolayısıyla katışıksız olumsuzlamaya, hiçliğe - somut olan her şeyden vazgeçmek demek olan Yüce'ye kaçışı görüyoruz. Doğulular ve özellikle Hintliler, çoğu zaman, bu soyutlamayı en aşırı ucuna vardırırlar; örneğin, kendini azaba sokmanın beyhude tadım sürekli olarak duymaktan başka bir manevi kazanım söz konusu olmaksızın çile doldurarak, kendilerini her acıya duyarlıksız hale getirmek için uğraşarak on yıl geçirirler; ya da burunlarının ucunu yıllarca seyrederek, hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şeye ilgi duymadan, kendilerinden geçerek oldukları yerde öylece oturup, bu en yakın [en içten] soyutlamada, bu yetkin boşlukta, bu ölüm sessizliğinde kalırlar; ve o zaman, bir bomboş içsel sezgiden, tepeden tırnağa soyut tasarımdan, soyutlamanın katışıksız bilgisinden başka yerde değildirler; ama bu soyutlama, katışıksız olarak olumsuz olduğundan, tamıtamına da sonludur; ve bundan Ötürü, yüce olarak görülen [kavranan] bu yan da, sonluluk ilkesine bağlıdır [ilkesinin kapsamı içindedir].
Burası, özgürlüğün, özgür düşüncenin kesinlikle alanı değildir; ama karşısında en derinlemesine edilgin olan iradeyi bulan despotça iradenin, olumsal ve keyfi iradenin alanıdır - sonlu olmaları bakımından öteki sonlu ereklere boyun eğen ereklerin sonluluğunun bilgisi [söz konusudur burada]. Despot, aklına gelen [esen] düşünceleri uygular, - kimi zaman iyilik yapar, ama bunu yasa olarak değil, keyfine uyarak yapar. Özgürlük, yalnızca Bati'da ortaya çıkar: düşünce, orada, kendi yanma döner, tümel düşünce haline gelir ve daha sonra tümel de özsel (das Wessentliche) olur.
Bundan ötürü, Doğu'da felsefesel bilgi olamaz; çünkü bu bilgi; bilinci, tözün bilgisini, yani tümeü gerektirir; kendisini düşünmem, kendimde geliştirmem, öz belirlenimlerime tözde sahip olmamı ve kendimi öznel ya da olumlanmış olarak onda bulmamı sağlayacak biçimde kendisini belirlemem olarak tümeli gerektirir. Belirlenimler, yalnızca öznel ve dolayısıyla kanı değillerdir, ama salt düşüncelerim olmalarından ötürü nesnel ve tözseldirler. Öyleyse, doğusal olanın felsefe tarihi dışında kalması gerekir; ama, konuyu topluca ele alırken, özellikle Hindistan ve Çin'e ilişkin bazı değinilerde bulunacağım. Bunları bir yana bırakıyordum aslında; ama az bir zamandır bir yargı getirmek durumunda bulunuyoruz. Bir zamanlar, Hint bilgeliğine övgüler yağdırılmıştı, bu konuda büyük gürültü koparılmıştı; hem de, bu bilgeliğin ne olduğu pek bilinmeden yapılmıştı bu. Bugün daha fazla bilgimiz var ve bu bilgi, [saptadığımız] genel karaktere uygun düşüyor. Ama, bu şişirilmiş övgülerin karşısına genel kavramı dikmek yetmez; olanaklıysa, konuyu tarihsel açıdan ele almak gereklidir.
Tam anlamıyla felsefe, yalnızca Batı'da başlar; tin kendine döner, kendisine gömülür [dalar], kendini özgür olarak koyar, kendiiçin özgürdür; demek ki felsefe ancak Batı'da var olabilir, nitekim özgür kurumları da yalnızca Batı'da buluyoruz; bireyin batısal mutluluğu ve sonsuzluğu, tözselde varlığını korumasını [kaybolup gitmemesini], alçalmamasım, köleleşmemesini, töze bağımlı olmamasını, ortadan kalkmaya yargılı olmamasını sağlayacak biçimde belirlenmiştir.
Eski Yunanistan'da, kendibilincinin özgürlüğü ortaya çıkar; Batı'da, Tin kendine iner. Doğu'nun göz kamaştırıcılığmda, birey silinip gider; tözün bir yansısından başka şey değildir. Bu ışık, Batı'da, düşüncenin yıldırımı haline gelir, kendi üzerine düşer, oradan yayılır ve kendi öz evrenini, içerden [kurarak] kendisi için yaratır.
Tarihsel oluşumun ve felsefenin, bir benzeşik genel ilkede, birbirine en sıkı bağla bağlanmış [birleştirilmiş] olduğunu gördük. Öyleyse, felsefeyi gerçekliğe bağlayan bağı oluşturan belirlenimleri, uğrakları kısaca gözden geçirmek gerekir.
Özgürlüğün dünyası, eski Yunanistan'da başlar, diyorduk.
Özgürlüğün temeli, tinin kendini düşünmesidir; bireyin, kendi tikelliğinde, bir tümel olarak kendi varlığının sezgisini edinmesidir; her bir insanın, bireyselliği içinde, kendini tümel bilmesidir [tümel olduğunu kavramasıdır] ; varlığının tümelde, tümel olmasıdır. Varlığı, onun tümelliğidir ve tümelliği varlığıdır. Tümellik öyle bir kendine ilişkidir [orandır] ki, onda bir başka [öteki], bir yabancı şeyde olmamak [bulunmamak] ; özüne, bir başka şeyde sahip olmamak, ama kendi yanında olmak [bulunmak], - kendi yanında bulunan tümel olarak tümele sahip olmak söz konusudur. Bu kendi yanında olma durumu Ben'in sonsuzluğudur . kişiliktir; özgürlüğün bu belirlenimi, kendini kavrayan tin-için-varlığı kurar; bu böyledir ve başka türlü olamaz. Kendini özgür bilme, bir halkın varlığıdır da; bu bilgiye dayanarak [göre] halk, kendi dünyasını, hukuk yasalarını, toplumsal ahlaklılık yasalarını, yaşamın tüm öteki yanlarım, kendisi için kurar. Böylece, kendini özsel olarak tümel bilir.
Kendisini özgür bilmenin bir halkın varlığı (Sein) olduğunun ne anlama geldiğini açıklamak için bir basit örnek vermek yeter.
Bireyin özgür olduğunu, kişi olarak özgür olduğunu biliyoruz; varlığımızı, şu biricik açıdan, yani temel koşulun, kişisel özgürlük olması; ona gadredebilecek ve onu tamyıp-kabullenmeyecek herhangi bir şeyin varlığının söz konusu olmaması açısından bilip-tanıyoruz; bu bilgi, bizim varlığımızdır, varoluşumuzdur. Avrupa'da, keyfince davranan ve uyruklarının yarısını köle durumuna sokmayı düşünen bir hükümdar bulunduğunu varsayalım. Bilincimiz, bu hükümdar en büyük gücü bile kullansa, böyle bir şeyin olamayacağını [gerçekleşemeyeceğini] söyleyecektir bize. Her bir kimse, köle olamayacağını bilir ve varlığının özsel yanının bunda olduğunu da bilir. Evet, şu ya da bu yaştayız, Silezya'lıyız, yaşıyoruz, memuruz; [ama] bunların geçici olduğunu, özsel varlığımızın bunlarda ol¬ madığını; özsel varlığımızın, köle olmamak olduğunu biliyoruz (I, 3, add.: bu, artık bir doğal koşul durumuna girmiştir; demek ki, Batı'da, gerçek anlamıyla felsefenin alanmdayız -XIII, 118-). Varlığımızın temeli olarak yalnızca özgürlüğü tanıyoruz. Bu belirlenim geçici değildir; varlığımızın bütün öteki belirlenimleri, yaş, meslek, vs., geçip giden ve değişime uğrayan şeylerdir; yalnızca özgürlük kalır [kalıcıdır]; en iç [derin] varlığım, özüm, kategorim, köle olamamamdadır; bilincim, köleliğe karşı çıkar. Tinin edindiği bu kendisine ilişkin bilgi, işte bu anlamda onun varlığıdır [varlığını kurar]; öyle ki, tin, bu bilgiden, durumunun bütünselliğini edinir ve onu iyice işleyip geliştirir.
Daha kesin söylemek gerekirse, bu art arda geliş, bilincin tümelliğinin, özgürlüğü kurmasından başka şey değildir. Kendimi tümel biliyorsam, özgür bilirim; bir içgüdüye ya da bir eğilime bağımlıysam, bir başka şeyin yanındayım [başka şeydeyim] demektir ve bu benim içgüdüm, benim eğilimim olduğu andan itibaren, ben tikel bir şeyimdir, genel hiçbir yanı olmayan bir şeyimdir. O zaman, kendimi bir tikellikte bulurum, varlığımı bir tikelliğe koyarım [yerleştiririm] ve kendimi, onunla bağlanmış durumda bulurum. [Yani] kendimi, kendime eşit olmayan [kendimle örtüşmeyen] durumda bulurum; çünkü ben a) Ben'im, yani tamtamına tümel olanım, ama [aynı zamanda] b) bir tikellikte var olmaktayım, bir tikel içerikle belirlenmekteyim ve bu içerik, benden başka bir şeydir. Tikel olarak var olduğumda, kendim için artık tümel bir şey değilim ve keyfilik dediğimiz şey de işte buradadır. Bu keyfilik biçimsel [formel] özgürlüktür, içerik ya da nesne olarak tikel içgüdüleri, amaçları, vs., alır [benimser]. İmdi, özgür olarak irade, içeriğinin tümel olmasından başka şey değüdir; özüme, özsel varlığıma bu tümelde sahibimdir; orada kendimle özdeşlik halindeyimdir. Benim gibi tümel oldukları için başkalarının da benimle eşit olmaklığı, buna bağlanır.
Başkalarının özgürlüğünü ilkece koyarsam ve başkaları tarafından özgür bilinip-kabullenilirsem özgürümdür ancak. Gerçek özgürlük, birçok özgür insanı gerekli kılar; ancak belli çoklukta insan arasında bir gerçek, bir var olan özgürlük bulunur [vardır]. Özgür insanların insanlara ilişkisi böyle kurulur ve toplumsal ahlaklılık ile hukukun yasaları gerçekleşir. Özgür irade, genel iradede bulunan belirlenimleri ister yalnızca. Genel iradenin bu belirlenimlerinin soncu olarak yurttaşların özgürlüğü, akılsal [rasyonel] hukuk, hukuğa dayanan anayasa ortaya konur.
Özgürlükle tümel düşüncesini birleştiren bağ, buradadır; bu düşünce, tam anlamıyla, kendi benliğinin bilincinin özgürlüğüdür. Bu özgürlük kavramını ilk olarak Grek halkında buluyoruz ve bu nedenden ötürü, felsefe de orada başlıyor.
Öte yandan, eski Yunanistan'da, gerçek özgürlük kısıtlanmamış değüdir, çünkü orada, köleliğin hâlâ var olduğunu biliyoruz; özgür Grek devletlerinin sivil yaşamı, kölesiz sûrdürülemiyordu. Bundan ötürü, özgürlük koşulluydu, sınırlanmıştı; onu Cermen özgürlüğünden ayırt eden de budur; Doğu'nun özgürlüğü, eski Yunanistan'ın özgürlüğü ve Cermen dünyasının özgürlüğü arasındaki farkı şöyle tanımlayabiliriz: Doğu'da tek kişi (despot) özgürdür, eski Yunanistan'da birçok kişi özgürdür, Cermen yaşamında herkes özgürdür, yani insan, insan olarak özgürdür; bu, Greklerinkinden üstün bir özgürlüktür. Bu farkı, ilerde, daha yakından inceleyeceğiz; şimdilik yalnızca şunu ekliyoruz: Doğu'da tek bir insan özgür olmak durumundaysa, bu insan yine de özgür değildir, çünkü, bunun için, ötekilerin de onun karşısında aynı biçimde özgür olmaları gerekir. Bundan ötürü Doğu'da ancak, istek, keyfilik bulunur ve bu da sonludur, hiçbir biçimde özgür değildir; bir biçimsel özgürlüktür bu, kendibilincin bir soyut eşitliğidir (Ben = Ben). Eski Yunanistan'da bazılarının özgür olması gibi bir tikel önerme söz konusu olduğuna göre, Atinalılar, Ispartalılar özgürdür, ama Mesina'lılar, Ispartalıların köleleri özgür değildirler demektir ( bu bazıların kökeninin, nedeninin nereden ileri geldiğini irdelemek gerekir -XII, 119-). Demek ki, özgürlük ilkesi, eski Yunanistan'da bir sınırla karşılaşıyor. - Grek düşüncesinin, sezgisinin burada yalnızca amacımıza, [yani] felsefe tarihine ilişkisi bakımından incelememiz gereken bir tikel değişime-uğrayışıdır [kip edinişidir] bu. O zaman, bu soyut önermenin somut anlamı ortaya çıkacaktır. Bu farkları incelemek, felsefe tarihinin bölünümüne geçmekten başka şey değildir.
Felsefe kavramı, [üzerinde durduğumuz] ilk noktaydı, felsefe tarihi kavramı ise ikinci noktaydı; şimdi yapmaya çalışacağımız ise, felsefe tarihinin bölümlenmesidir; ama bilimsel bir yol izlememiz gerekir, çünkü felsefe tarihi, felsefenin gelişiminin kendisinden başka şey değildir. Öyleyse her şeyden önce söz konusu olan, bu gelişimin, kavram uyarınca [açısından] zorunlu biçimde nasıl kavranması gerektiğini göstermektir.
Doğu'da din de, zorunlu olarak aynı karakteri taşır; bu dinin ana uğrağı, Tanrı'dan [Mevlâ'dan = Efendi'den] korkudur; ama din, kökenini bu korkuda bulmakla kalmaz yalnızca, bu korkudan da dışarı çıkmaz [sıyrılmaz] üstelik; bu korkuyu bir yana bırakmaz. Kutsal Kitap, «Tanrı'dan korkmak, bilegeliğin başlangıcıdır», diyor {Mezmurlar, CXI, 10.) ; bu doğrudur ve insanoğlunun, korkuyu bilmesi, duyması, yaşaması gereklidir. Benimsediği sonluluk ereklerini, sonlunun belirleniminde, olumsuzlanmanın belirleniminde bilip-tanıması insanoğlunun kendisi için gerekli olmuştur; ama, onların ötesine geçmesi, onları aşması da gereklidir. En son erekler olarak onlara bağlanmaktan vazgeçerse, olumsuzlanmaya bağlı olmaktan çıkar, korkudan sıyrılır; kendisine saldırılabilnıesine araçlık edecek [olanak verecek] hiçbir şey benliğinde bulunmaz artık. Ne var ki, korku, yalnızca başlangıç değil de, aynı zamanda sonsa [bitimse], egemen kategoriyse, o zaman, despotluk biçimi, kölelik biçimi kurulup yerleşmiş olur. Öyleyse, dinde de bu aynı karakter kendini gösterecektir. Doyum sağlaması bakımından, tau düzeyde, dinin kendisi de sonlu olacaktır; yani, doğal ortamda içerilmiş [doğallığa batmış, saplanmış] olacaktır.
Doğu halklarında, doğanın güçleri ye kudretleri, bir yandan kişileştirilir ve yüceltilir, öte yandan, eğer bilinç bir Sonsuz'a doğru yükselirse, bu kudret karşısında duyulan korku, ana belirlenimdir ve böylece birey, bu Sonsuz karşısında bir ilinekten başka şey olmadığım bilir. Sonluya bağımlı olmaktan, sonluda kalmaktan, sonluya batmışlıktan başka şey olmayan bu durum, iki biçimde ortaya çıkabilir ve bir aşırı uçtan ötekine gitmek zorundadır. Nitekim, bilinç için var olan sonlu, sonlu-olarak-sonlu biçimini edinebilir; ama öte yandan, sonsuz biçimine de bürünebilir ve bu yüzden, sonluya benzeyen bir soyutlamadan (soyut sonsuz) başka şey olmaz ve hatta zarzor bir sonludur ancak. Pratikte, edilgin iradeden (kölelikten), bunun en karşıt ucuna, en büyük irade enerjisine, katışıksız bir keyfilikten başka şey olmayan despotluğun en büyük kudretine geçildiği gibi; dinde de, en derin, en kaba ve hatta tapınma biçimini alan ten zevklerine düşkünlüğe kendini kapıp koyvermeyi ve öte yandan, en yüksek ve boş soyutlamaya ve dolayısıyla katışıksız olumsuzlamaya, hiçliğe - somut olan her şeyden vazgeçmek demek olan Yüce'ye kaçışı görüyoruz. Doğulular ve özellikle Hintliler, çoğu zaman, bu soyutlamayı en aşırı ucuna vardırırlar; örneğin, kendini azaba sokmanın beyhude tadım sürekli olarak duymaktan başka bir manevi kazanım söz konusu olmaksızın çile doldurarak, kendilerini her acıya duyarlıksız hale getirmek için uğraşarak on yıl geçirirler; ya da burunlarının ucunu yıllarca seyrederek, hiçbir şey düşünmeden, hiçbir şeye ilgi duymadan, kendilerinden geçerek oldukları yerde öylece oturup, bu en yakın [en içten] soyutlamada, bu yetkin boşlukta, bu ölüm sessizliğinde kalırlar; ve o zaman, bir bomboş içsel sezgiden, tepeden tırnağa soyut tasarımdan, soyutlamanın katışıksız bilgisinden başka yerde değildirler; ama bu soyutlama, katışıksız olarak olumsuz olduğundan, tamıtamına da sonludur; ve bundan Ötürü, yüce olarak görülen [kavranan] bu yan da, sonluluk ilkesine bağlıdır [ilkesinin kapsamı içindedir].
Burası, özgürlüğün, özgür düşüncenin kesinlikle alanı değildir; ama karşısında en derinlemesine edilgin olan iradeyi bulan despotça iradenin, olumsal ve keyfi iradenin alanıdır - sonlu olmaları bakımından öteki sonlu ereklere boyun eğen ereklerin sonluluğunun bilgisi [söz konusudur burada]. Despot, aklına gelen [esen] düşünceleri uygular, - kimi zaman iyilik yapar, ama bunu yasa olarak değil, keyfine uyarak yapar. Özgürlük, yalnızca Bati'da ortaya çıkar: düşünce, orada, kendi yanma döner, tümel düşünce haline gelir ve daha sonra tümel de özsel (das Wessentliche) olur.
Bundan ötürü, Doğu'da felsefesel bilgi olamaz; çünkü bu bilgi; bilinci, tözün bilgisini, yani tümeü gerektirir; kendisini düşünmem, kendimde geliştirmem, öz belirlenimlerime tözde sahip olmamı ve kendimi öznel ya da olumlanmış olarak onda bulmamı sağlayacak biçimde kendisini belirlemem olarak tümeli gerektirir. Belirlenimler, yalnızca öznel ve dolayısıyla kanı değillerdir, ama salt düşüncelerim olmalarından ötürü nesnel ve tözseldirler. Öyleyse, doğusal olanın felsefe tarihi dışında kalması gerekir; ama, konuyu topluca ele alırken, özellikle Hindistan ve Çin'e ilişkin bazı değinilerde bulunacağım. Bunları bir yana bırakıyordum aslında; ama az bir zamandır bir yargı getirmek durumunda bulunuyoruz. Bir zamanlar, Hint bilgeliğine övgüler yağdırılmıştı, bu konuda büyük gürültü koparılmıştı; hem de, bu bilgeliğin ne olduğu pek bilinmeden yapılmıştı bu. Bugün daha fazla bilgimiz var ve bu bilgi, [saptadığımız] genel karaktere uygun düşüyor. Ama, bu şişirilmiş övgülerin karşısına genel kavramı dikmek yetmez; olanaklıysa, konuyu tarihsel açıdan ele almak gereklidir.
Tam anlamıyla felsefe, yalnızca Batı'da başlar; tin kendine döner, kendisine gömülür [dalar], kendini özgür olarak koyar, kendiiçin özgürdür; demek ki felsefe ancak Batı'da var olabilir, nitekim özgür kurumları da yalnızca Batı'da buluyoruz; bireyin batısal mutluluğu ve sonsuzluğu, tözselde varlığını korumasını [kaybolup gitmemesini], alçalmamasım, köleleşmemesini, töze bağımlı olmamasını, ortadan kalkmaya yargılı olmamasını sağlayacak biçimde belirlenmiştir.
Eski Yunanistan'da, kendibilincinin özgürlüğü ortaya çıkar; Batı'da, Tin kendine iner. Doğu'nun göz kamaştırıcılığmda, birey silinip gider; tözün bir yansısından başka şey değildir. Bu ışık, Batı'da, düşüncenin yıldırımı haline gelir, kendi üzerine düşer, oradan yayılır ve kendi öz evrenini, içerden [kurarak] kendisi için yaratır.
Tarihsel oluşumun ve felsefenin, bir benzeşik genel ilkede, birbirine en sıkı bağla bağlanmış [birleştirilmiş] olduğunu gördük. Öyleyse, felsefeyi gerçekliğe bağlayan bağı oluşturan belirlenimleri, uğrakları kısaca gözden geçirmek gerekir.
Özgürlüğün dünyası, eski Yunanistan'da başlar, diyorduk.
Özgürlüğün temeli, tinin kendini düşünmesidir; bireyin, kendi tikelliğinde, bir tümel olarak kendi varlığının sezgisini edinmesidir; her bir insanın, bireyselliği içinde, kendini tümel bilmesidir [tümel olduğunu kavramasıdır] ; varlığının tümelde, tümel olmasıdır. Varlığı, onun tümelliğidir ve tümelliği varlığıdır. Tümellik öyle bir kendine ilişkidir [orandır] ki, onda bir başka [öteki], bir yabancı şeyde olmamak [bulunmamak] ; özüne, bir başka şeyde sahip olmamak, ama kendi yanında olmak [bulunmak], - kendi yanında bulunan tümel olarak tümele sahip olmak söz konusudur. Bu kendi yanında olma durumu Ben'in sonsuzluğudur . kişiliktir; özgürlüğün bu belirlenimi, kendini kavrayan tin-için-varlığı kurar; bu böyledir ve başka türlü olamaz. Kendini özgür bilme, bir halkın varlığıdır da; bu bilgiye dayanarak [göre] halk, kendi dünyasını, hukuk yasalarını, toplumsal ahlaklılık yasalarını, yaşamın tüm öteki yanlarım, kendisi için kurar. Böylece, kendini özsel olarak tümel bilir.
Kendisini özgür bilmenin bir halkın varlığı (Sein) olduğunun ne anlama geldiğini açıklamak için bir basit örnek vermek yeter.
Bireyin özgür olduğunu, kişi olarak özgür olduğunu biliyoruz; varlığımızı, şu biricik açıdan, yani temel koşulun, kişisel özgürlük olması; ona gadredebilecek ve onu tamyıp-kabullenmeyecek herhangi bir şeyin varlığının söz konusu olmaması açısından bilip-tanıyoruz; bu bilgi, bizim varlığımızdır, varoluşumuzdur. Avrupa'da, keyfince davranan ve uyruklarının yarısını köle durumuna sokmayı düşünen bir hükümdar bulunduğunu varsayalım. Bilincimiz, bu hükümdar en büyük gücü bile kullansa, böyle bir şeyin olamayacağını [gerçekleşemeyeceğini] söyleyecektir bize. Her bir kimse, köle olamayacağını bilir ve varlığının özsel yanının bunda olduğunu da bilir. Evet, şu ya da bu yaştayız, Silezya'lıyız, yaşıyoruz, memuruz; [ama] bunların geçici olduğunu, özsel varlığımızın bunlarda ol¬ madığını; özsel varlığımızın, köle olmamak olduğunu biliyoruz (I, 3, add.: bu, artık bir doğal koşul durumuna girmiştir; demek ki, Batı'da, gerçek anlamıyla felsefenin alanmdayız -XIII, 118-). Varlığımızın temeli olarak yalnızca özgürlüğü tanıyoruz. Bu belirlenim geçici değildir; varlığımızın bütün öteki belirlenimleri, yaş, meslek, vs., geçip giden ve değişime uğrayan şeylerdir; yalnızca özgürlük kalır [kalıcıdır]; en iç [derin] varlığım, özüm, kategorim, köle olamamamdadır; bilincim, köleliğe karşı çıkar. Tinin edindiği bu kendisine ilişkin bilgi, işte bu anlamda onun varlığıdır [varlığını kurar]; öyle ki, tin, bu bilgiden, durumunun bütünselliğini edinir ve onu iyice işleyip geliştirir.
Daha kesin söylemek gerekirse, bu art arda geliş, bilincin tümelliğinin, özgürlüğü kurmasından başka şey değildir. Kendimi tümel biliyorsam, özgür bilirim; bir içgüdüye ya da bir eğilime bağımlıysam, bir başka şeyin yanındayım [başka şeydeyim] demektir ve bu benim içgüdüm, benim eğilimim olduğu andan itibaren, ben tikel bir şeyimdir, genel hiçbir yanı olmayan bir şeyimdir. O zaman, kendimi bir tikellikte bulurum, varlığımı bir tikelliğe koyarım [yerleştiririm] ve kendimi, onunla bağlanmış durumda bulurum. [Yani] kendimi, kendime eşit olmayan [kendimle örtüşmeyen] durumda bulurum; çünkü ben a) Ben'im, yani tamtamına tümel olanım, ama [aynı zamanda] b) bir tikellikte var olmaktayım, bir tikel içerikle belirlenmekteyim ve bu içerik, benden başka bir şeydir. Tikel olarak var olduğumda, kendim için artık tümel bir şey değilim ve keyfilik dediğimiz şey de işte buradadır. Bu keyfilik biçimsel [formel] özgürlüktür, içerik ya da nesne olarak tikel içgüdüleri, amaçları, vs., alır [benimser]. İmdi, özgür olarak irade, içeriğinin tümel olmasından başka şey değüdir; özüme, özsel varlığıma bu tümelde sahibimdir; orada kendimle özdeşlik halindeyimdir. Benim gibi tümel oldukları için başkalarının da benimle eşit olmaklığı, buna bağlanır.
Başkalarının özgürlüğünü ilkece koyarsam ve başkaları tarafından özgür bilinip-kabullenilirsem özgürümdür ancak. Gerçek özgürlük, birçok özgür insanı gerekli kılar; ancak belli çoklukta insan arasında bir gerçek, bir var olan özgürlük bulunur [vardır]. Özgür insanların insanlara ilişkisi böyle kurulur ve toplumsal ahlaklılık ile hukukun yasaları gerçekleşir. Özgür irade, genel iradede bulunan belirlenimleri ister yalnızca. Genel iradenin bu belirlenimlerinin soncu olarak yurttaşların özgürlüğü, akılsal [rasyonel] hukuk, hukuğa dayanan anayasa ortaya konur.
Özgürlükle tümel düşüncesini birleştiren bağ, buradadır; bu düşünce, tam anlamıyla, kendi benliğinin bilincinin özgürlüğüdür. Bu özgürlük kavramını ilk olarak Grek halkında buluyoruz ve bu nedenden ötürü, felsefe de orada başlıyor.
Öte yandan, eski Yunanistan'da, gerçek özgürlük kısıtlanmamış değüdir, çünkü orada, köleliğin hâlâ var olduğunu biliyoruz; özgür Grek devletlerinin sivil yaşamı, kölesiz sûrdürülemiyordu. Bundan ötürü, özgürlük koşulluydu, sınırlanmıştı; onu Cermen özgürlüğünden ayırt eden de budur; Doğu'nun özgürlüğü, eski Yunanistan'ın özgürlüğü ve Cermen dünyasının özgürlüğü arasındaki farkı şöyle tanımlayabiliriz: Doğu'da tek kişi (despot) özgürdür, eski Yunanistan'da birçok kişi özgürdür, Cermen yaşamında herkes özgürdür, yani insan, insan olarak özgürdür; bu, Greklerinkinden üstün bir özgürlüktür. Bu farkı, ilerde, daha yakından inceleyeceğiz; şimdilik yalnızca şunu ekliyoruz: Doğu'da tek bir insan özgür olmak durumundaysa, bu insan yine de özgür değildir, çünkü, bunun için, ötekilerin de onun karşısında aynı biçimde özgür olmaları gerekir. Bundan ötürü Doğu'da ancak, istek, keyfilik bulunur ve bu da sonludur, hiçbir biçimde özgür değildir; bir biçimsel özgürlüktür bu, kendibilincin bir soyut eşitliğidir (Ben = Ben). Eski Yunanistan'da bazılarının özgür olması gibi bir tikel önerme söz konusu olduğuna göre, Atinalılar, Ispartalılar özgürdür, ama Mesina'lılar, Ispartalıların köleleri özgür değildirler demektir ( bu bazıların kökeninin, nedeninin nereden ileri geldiğini irdelemek gerekir -XII, 119-). Demek ki, özgürlük ilkesi, eski Yunanistan'da bir sınırla karşılaşıyor. - Grek düşüncesinin, sezgisinin burada yalnızca amacımıza, [yani] felsefe tarihine ilişkisi bakımından incelememiz gereken bir tikel değişime-uğrayışıdır [kip edinişidir] bu. O zaman, bu soyut önermenin somut anlamı ortaya çıkacaktır. Bu farkları incelemek, felsefe tarihinin bölünümüne geçmekten başka şey değildir.
Felsefe kavramı, [üzerinde durduğumuz] ilk noktaydı, felsefe tarihi kavramı ise ikinci noktaydı; şimdi yapmaya çalışacağımız ise, felsefe tarihinin bölümlenmesidir; ama bilimsel bir yol izlememiz gerekir, çünkü felsefe tarihi, felsefenin gelişiminin kendisinden başka şey değildir. Öyleyse her şeyden önce söz konusu olan, bu gelişimin, kavram uyarınca [açısından] zorunlu biçimde nasıl kavranması gerektiğini göstermektir.