İNSAN BENLİĞİ (... devam )

Burada görüldüğü gibi ben neyim sorusunun sırrını aydınlatmak için yapılan her teşebbüs, insanı aşkın varlığa yöneltecektir. İlk insanın yaratılış tecrübesi insan için mümkün değildir. Dolayısı ile bu hususta herhangi bir bilgiye, yani tecrübî bir bilgiye sahib olmak da mümkün değildir. Bu bakımdan yapılabilecek en makul hareket Yaratanın, bu konuda verdiği bilgiye başvurmaktır. İnsan cinsine bu "insan" ismini kimin verdiğini dahi bilmeyen insan, kendi mahiyetini sadece pozitif ilmin ışığı ile aydınlatmaya çalışırsa daima çıkmazda kalacaktır. Doğar doğmaz ölecek yaşta olan insanın ölümü ile, ruhun bedenden ayrılması nasıl oluyor? Bu sorunun doyurucu cevabını da bilim değil, metafizik verecektir. İnsan yaratılmıştır. Bu yaratılış eşyanınkine eşit değildir.

Eşya gibi dört unsurdan meydana gelen insanın, eşyadan ve diğer canlılardan farkı Mutlak Varlık'ın "Ben, onun yaratılışını tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın" hitabına muhatap olmasıdır. Görüldüğü gibi insanı meleklerden de üstün kılan Allah, insanın yaratılış, hayat ve ölümü hakkında en doğru ve en rasyonel bilgiyi vermektedir.

"Ey insanlar, eğer siz öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz şu muhakkak ki biz sizi topraktan, sonra insan suyundan, sonra (koyulaşarak) pıhtı haline gelmiş kandan, daha sonra da hilkati belli beirsiz bir (parça) etten yarattık, size kudretimizi apaçık gösterelim diye. Sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde durduruyoruz. Sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz. Daha sonra da sizi olgunluk çağına erişmeniz için bırakıyoruz. Bununla beraber kiminiz öldürülür, kiminiz de önceki bilgisinden sonra hiçbir şey bilmemek üzere, ömrünün en fena zamanına ulaştırılır..."

"And olsun biz insanı, çamurdan, bir sülâleden (süzülüp çıkarılmış çamurdan) yarattık. Sonra onu emin ve sağlam bir karargahta (rahimde) nutfe haline gelirdik. Sonra nufteyi bir alaka (koyu kan) haline getirdik; derken o alakayı bir mudga (bir parça et) yaptık; derken o mudgadan da kemikler yarattık; kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık olarak teşekkül ettirdik; yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir. Sonra bunun ardından siz muhakkak ki öleceksiniz. Sonra da şüphesiz ki siz kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz .

Bu ilâhî hakikat karşısında ileri sürülen inkarcı düşünceler insanı hiç de tatmin edemiyor. Russell'ın, "Öleceğim ve bedenim çürüyecektir. Kişiliğimden hiçbir şey geride kalmayacaktır" şeklindeki görüşü insanı, öbür âlem açısından, hayvan ve diğer bitkilere eşitliyor.

Heidegger ise insanın bir hiç olacağını şu cümleleri ile vurguluyor: "İnsan varlığı kontenjan ve sonludur. Varlığının tam merkezinde hiçliğini taşır" . İnkarcı açıdan bakıldığında insan bu kadar küçülürken, teist açıdan bakıldığı zaman o kadar büyüyor. İsmail Hakkı İzmidi'nin ifadesi ile: "Nefs-i natıka ancak bedenden ayrıldıktan sonra maşuku olan kemale erişiyor. İşte saadet budur" .

Ölüm, ölümsüz hayata bir doğuştur. Asıl hayata başlayışın yolu ölümden geçer. Dolayısı ile ölüm, bir hiçliğin habercisi değil, ebedî hayattaki yüksek mevkilere, ulaşmak için bir çaba, bir gayret sarfetmenin uyarıcısıdır. Erzurumlu İbrahim Hakkı'ya göre "bedenlerin ölümü canların hayatıdır. Surette bu ölüm, hakikatte hayat kaynağıdır. Seven sevdiğini ölümle bulur, her muradı ölümle hasıl olur, aslî vatanına ölüm ile ulaşır" . Bu görüşün kaynağı şu esastır: "Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Ahiret yurduna gelince işte asıl hayat odur" .

"Allah, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O üstündür, bağışlayandır" ' Bu esasa dayanarak "Ehl-i sünnet alimlerinin çoğu, ölümün sırf yokluktan ibaret, yokluğa ait bir iş olmayıp, hayat gibi bir varlığa sahip, varlığa ait bir iş, varlığı bulunan bir hadise olduğunu kabul etmişlerdir (...). Ölen, hayattan, varlıktan büsbütün ilgisi kesilerek yok olup gitmiyor. Ömür boyunca yaptığı işlere göre iyi veya kötü yahut karışık bir şey halinde başka bir duruma sevkedilerek, acı yahut tatlı diğer bir.hayatta, yüksek veya alçak bir mevki almak üzere ilk yaratan Varlık'a doğru başka bir âleme geri dönüyor" .

İkbal'in deyişi ile "hayat, ego veya benliğin faaliyetine fırsat hazırlar. Ölüm ise onun ilk imtihanıdır" . Bu imtihanı kazanabilmek için benliğin iyi yetişmesi gerekir. Bunun için de üç aşama öngörülmektedir. Birinci aşamada "ben itaati öğrenmelidir. Gerçek insanlık mertebesine itaatla ulaşılır. Ay ve yıldızları zaptedenler kendilerini disiplin zincirine vurarak yetişmiş olan insanlardı. Bütün varlıkların gücü, içinde bulundukları düzenin büyüklük ve sağlamlığı ile orantılıdır. İnsanlar için en üstün güç ve kuvvet kaynağı ilâhî düzendir. Her ben bu düzene itaatten uzaklaşmamahdır" .

İkinci aşamada "ben" nefs'me hakim olmayı bilmelidir. Nefsine hakim olan "ben" ancak, çakıllıktan mücevherliğe ulaşabilir. Nefsine hakim olmayan "ben" ise başkalarının emrine girmeye mahkum olur. İlâhî düzen ölçüsüne ulaşabilen kimsenin ruhuna hakikat yerleşir. Ruhunda hakikat bulunan bir insan da batıla karşı asla boyun bükmez .

Üçüncü aşamada "ben" ilâhî vekalete boyun eğmeyi bilmelidir. İnsan bütün kusurlarına rağmen Allah'ın yeryüzündeki vekil ve temsilcisi kılınmıştır: "Hani Rabbın meleklere, muhakkak Ben yeryüzünde bir halife, bir insan, "Adem" yaratacağım demişti. Melekler de biz Seni hamdinle teşbih ve takdir edip dururken, orada bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın demişlerdi. Allah da, sizin bilemeyeceğinizi her halde Ben bilirim, demişti" . İnsan bu ayetin yüklediği mesuliyetini bilip, buna göre hareket etmelidir. Bu belirtilen eğitimi almış bir kimsedeki güç, "etrafında kurşun yağarken bile bir müslümanın rahat rahat namaz kılması"' ile doğrulanıyor.

"Ben", bir bakıma insanın mıknatıslanma merkezidir . İçindeki benlik mumu sönen kimsenin göklerdeki güneşi elegeçirmek için çalışması bir verim sağlamaz. "Ben"ini kaybeden bir kimse yok olmaya adaydır . İkbal'e göre sonsuzluk isteyen bir kimse benliğinden vazgeçmez. Benliği olan bir kimse damla bile olsa, denizleri yutmaya niyetlenmelidir. Bir kimsenin ortaya çıkması benliği sayesinde olur. Ebedîleşmek isteyenin de bu benliğini sağlamlaştırması gerekir .

Varlığın yapısı benliğin eseridir diyen İkbal, kainatın hayatının benlik gücüne bağlı olduğunu, hayatın sağlamlığının benlik gücü ölçüsünde gerçekleştiğini savunur . Benlik başkasından istenmez, çalışılarak kazanılır. Düşünürümüze göre hayvan gibi yiyip rahatça yatmak isteği, benlikten yoksunluğu gösterir. Benliği sağlam olmayan bir kimsenin varlığı bir anlam taşımaz. Benliğini unutan fanileşir, benliğini unutmak ölmek demektir . Benliği unutturmak, mağlup olan milletlerin, gizli bir metodla, galebe çalan milletleri zaafa uğratma oyunudur .

Her benlik tarihini bilmekle, onu canlı nefesleriyle yaşamakla varlığını sürdürür. Tarih bir milletin vücudundaki sinir sistemidir. "O keskin bir gözdür. Maziyi gördüğü gibi, mazinin tekrar canlanmasını sağlar" . Yok olmayı istemeyen bir ben, dünün, bugünün ve geleceğin arasındaki bağı koparmamalıdır. Her ben, tarihine sahip çıkarak geçmişini yüklenmeli, bulunduğu anı değerlendirerek gelecekteki hedefine doğru ilerlemelidir.

"Her hayatın bekası hedefe bağlıdır. Hedef hayat gücünü kendinde toplar. Eğer Mecnun çöllerde dolaşmış ve sahraları aşmışsa onun hedefi Leyladır" .

"Kim ki, hissedileni ele geçirirse, bir zerreden bir evren yapar" diyen ikbal'e göre bu âlem boş yere yaratılmamıştır. "Biz gök ile yeri ve aralarındaki şeyleri boş bir eğlence için yaratmadık" "O, göklerde ve yerde bulunan her şeyi kendinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir. Şüphesiz bunda düşünen topluluklar için ibret ve deliller vardır" hitabına muhatap olan müslüman bu âlemin hedefinin, kendini eğitmek ve geliştirmek olduğunu anlayamıyor. Bu âlem müslümana imkan genişliğini gösteren bir araçtır. Allah müslümana, bu âlemi incele, ona ibretle bak derken, müslüman körler gibi asaya dayanıyor .

Her "ben"in, uğuruna her şeyini feda eadebileceği birana hedefi olmalıdır. "Ben", bu ana hedefe ulaşmak için çaba sarfederken karşılaşılan engellerden dolayı hiçbir ümitsizliğe de düşmemelidir. Çünkü ümitsizlik, hayatı uyutur. Güçsüzlük, ümitsizliğin kölesi, başarısızlık da onun uzantısıdır. Kederden kurtulmanın yolu ise Mutlak Varlık'a bağlanmaktır . Hayatın bekasını sağlayan bu hedef ve gayeye ulaşmak için gönüldeki istek ve arzu daima canlı tutulmalıdır. İkbal'in düşündüğü gibi "arzu benlik sahnesinin yapıcısıdır, (...) hedefler avının kemendidir, davranış kitabının şirazesidir. Arzular ölürse, canlı ölür" . Bu bakımdan "her yüceliğin üstünde olan mümin, başkaları ile eşit hale gelmeye hiç dayanamaz. O, arkasına, "gevşemeyin ve üzülmeyin" hırkasınıjiymiş ve "üstün olan sizsiniz", tacını başına koymuştur" . O, varlığının sırrının Kur'an okluğunu, varlığının İslâm nizamına bağlı olduğunu bilir .

Ferdi toplum içinde eriten A. Comte "un aksine, toplum ve ferdin ikisine de gereken değeri veren İkbal şöyle der: "Fert, saygısını toplumdan alır. Toplum ise düzen gücünü fertten, fert toplum içinde erimez; okyanusu arayan bir damla olur . Fert bir avuç çamurdan doğar, milletin doğuşu ise bir gönül sahibinin gönlündendir. Fert, altmışlık, yetmişlik olur ölür; yüzyıllar millet için bir nefes sayılır" .

İkbal'e göre bir milletin düsturu elinden gitmişse o millet toprak gibi paramparça olur. "Bir milletin ham davranışları ilâhî düzene uymakla olgunlaşır. (...) Millet , hak nizamı olan İslâm la bir nizama sahib olur. Millet bu nizamla'ebedıleşir . "Madem ki İslâm milletinin temeli ferttir; bir müslümanın özü bir milletin özü olmalı ve korunmalıdır" diyen düşünür, müslüman fert ve milletin zelil oluşunu da şu ifade ile dile getirir: "Kur'an'dan uzaklaştığın için zelil oldun. Zamanın değişliğinden, dünyayı kötüler doldurduğundan şikayet edip duruyorsun" .

Fert, ruh ile beden arasındaki ilişki ile yaşar. Ruh ve beden fiilde birleşir. "Ben, masamdan bir kitap alınca, bu hareketim tek ve bölünmezdir. Benim bu hareketimde bedenim ve zihnimin payları arasında bir çizgi çizmek imkansızdır". İnsan hayatındaki ruh ve beden ilişkisi ilâhî bir sırdır. Kadavrasına eşit olmayan insan "ben"i ölümsüzdür. Ampirik "ben"in sağlığı için sarfedilen çaba kadar, ölümsüz olan ruhî "ben"in sağlığı için de en azından o kadar çaba sarfedilnıelidir. Milletin yaşaması ise meşru geleneklerin korunmasıyladır. Ferdin ölümü hayatının sona ermesi ile, milletin ölümü ise hedeflerin ölmesi iledir .

Bir ferdin şahsiyeti, ferdî benlik ve hedefinin büyüklüğü ve sağlamlığı oranında tezahür ettiği gibi, bir milletin millî şahsiyeti de millî benlik ve hedefinin büyüklüğü ve sağlamlığı oranında ortaya çıkıyor. Bu nedenle ferdî ve millî benlik ve hedefimizi istenilen seviyeye getirmeden millet olarak çağdaş dünyada söz sahibi olmamız biraz hayal gibi görünüyor. Eğer millet olarak ecdadımıza layık bir şekilde, alnı açık ve başı dik bir durumda varlığımızı sürdüreceksek, ferdî ve millî benlik ve hedefimizi geliştirip, çeşitli saldırı ve hastalıklardan korunmaya mecburuz.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP