İNSAN VE DOĞA İLİŞKİSİ ÜZERİNE (... devam )

Bu gelişimin sonuçlarını Horkheimer ve Adorno çok açık bir biçimde ifade ederler:

"Teknik bilginin ulaşmaya çalıştığı hedef, imgeler değildir, idrakin vereceği mutluluk değildir, tersine yöntemlerdir, başkalarının emeğini sömürmektir, sermayedir... Yüceltilmiş matbaa makinesi olarak radyo, daha etkili bir top olarak pike yapan savaş uçağı, daha güvenilir bir pusula olarak uzaktan kumanda aygıtı. İnsanın doğadan öğrenmek istediği şey, doğayı ve insanları tamamen egemenliği altına almak için, bu araçları kullanmak, uygulamaktır. Başka bir şey değil."

Bir yandan kendi gereksinimlerimiz için yeni teknolojik araçları üretirken öte yandan da onların doğaya ve dolayısıyla insana verdiği zararları azaltacak başka yeni teknolojik araçları üretmek zorunda kalıyoruz. Kısır bir döngünün içinde, Sysphos'un yazgısını yaşıyoruz. Çünkü, doğal yaşantımızı teknik bir yaşantıya dönüştürdük ve işlediğimiz bu suç yüzünden, yeniden ulaşmaya çalıştığımız doğal yaşama ne kadar çabalasak da artık ulaşamıyoruz. Jonas, bunu Baconcı iktidar-egemenlik idealinin bir sonucu olarak görür. Bu ideal, insanın kendi üzerindeki kontrolünü yitirmesine neden olmuştur. Bu ise, yalnızca insanın kendi kontrolünü kaybetmesi anlamına gelmemiştir, aynı zamanda onun doğayı kendisinden koruyamaması anlamına da gelmiştir, "Bilmek egemen olmaktır" savı, bu anlayışa sahip olan iktidarların sürekli kendilerini üreterek olağanüstü bir biçimde büyümelerini sağlamıştır. Ama varılan noktada, artık tekniğin kullanılmaması olanağı ortadan kalkmıştır. Bu ise, bir iktidarsızlık demektir. Çünkü doğa ve dolayısıyla insan karşısında sağlanan üstünlük, ancak yeni teknolojilerle korunabilmektedir. Bunun sürdürülebilmesi ise, teknolojinin her zaman üretilmesini gerektirmektedir. Diğer bir deyişle, iktidar olarak kalabilmek, teknolojiye mahkum olmayı gerektirmiştir; insanlar özgürleşmek isterlerken köleleşmişlerdir. Tıpkı doyumsuz bir cinin efendisinden sürekli iş isteyerek, gerçekte onu kendisine mahkum etmesi gibi. Cinin dur durak bilmeyen çalışma azmi, efendisinin iş buyurma enerjisini tüketmekte ve sonunda da onu yoketmektedir.

Bu paradokstan kurtulmanın yolu, bu bağımsızlaşmış, gücün iktidarlar üzerindeki baskısını azaltmak olacaktır. Bu da, insanın, ihtiyaçların fetişleştirilmesi kıskacından kurtulmasıyla sağlanabilir. Bu aşamada insanı yeniden özgür kılacak olan ihtiyaçlar, Bookchin'in de belirttiği gibi, bilinçle ve seçimle oluşmalıdır. Böylelikle istekler yalnızca teknolojik gelişime değil, aynı zamanda içinde oluştuğu kültürel bağlama dayanacaktır. Ancak bireyin akılcı seçim yapabilmesi için özerkliğe, ahlak anlayışına ve bilgeliğe sahip olması gerekir. Bunun için de akılcı bir toplum gerekmektedir.

Akıldışılık bizi yine aynı kısır döngünün içine hapsedecektir. Ancak burada akılcılık, köktenci bir akılcılığa karşılık gelmemektedir. Çünkü, Weber'in de belirttiği gibi, bireyin kendi yaşam düzeyini güvence altına alabilmesi için para kazanması ussal ve anlaşılabilirdir. Ama onun yalnızca para kazanmak için para kazanması usdışıdır. Bu anlamda, köktenci usçuluk sonunda kaçınılmaz olarak kendisini usdışıcılığa dönüştürür.

Collingvvood, bu soruna değinirken, teknik bilginin trajedisini, (Rubinoffun benzetişiyle, Platon'un arete dediği) bilgeliği içermemesine bağlar. Ona göre, bilgeliğe ve sağgörüye dayanmayan bilgi yoluyla olanaklı kılman güç, uygun beceri ve teknikleri en iyi biçimde kazanmaktan başka bir işe yaramaz. Oysa, bilginin bilgece ve sağgörülü bir biçimde kullanılması, tekniğe değil, kendini-anlamanın derinliğine bağlıdır, ki bu anlamaya ancak tarihin ve sanatın olanaklı dünyası içinde varılır. Collingwood şöyle der:

"Makinalanmıza daha ne kadar çok güvenirsek, onları kullanmanın coşkusu o kadar fazla uyuşturucuya dönüşür."

Gerçekten de, bugün, insanlar tıpkı bir sigara tiryakisi ya da içki bağımlısı gibi, gereksinimlerinin ötesinde özelliklere sahip teknik araçları sürekli olarak yenilemek istemektedirler. Bir cep telefonuna ya da bir otomobile, kullanım amacının ötesinde simgesel anlamlar yüklenmiş olması onu elde etmek isteyen bireylerin doğayı daha fazla tüketmelerine neden olmaktadır. Hep daha yenisini ve hep daha kapsamlısını almak istemek, doğal kaynakların hep daha fazla tüketilmesine yolaçmaktadır. Bu aynı zamanda, insanın kendi yaşam alanının da hızla tüketilmesi anlamına gelmektedir. Çünkü insanlık gitgide makinalara daha bağımlı hale gelirken, onların yararlan konusunda daha az düşünür hale gelmiştir. Collingwood, bilimsel aletleri kullanmasının ardında, insanın hala aynı çıplak hayvan olduğunu vurgular ve şöyle der:

"Uygar insan... aletlerinin üstünlüğünü, kendindeki üstünlük olarak karıştırır. Eğer, aletlere yaptırmak istediğini yaptırma gücü, aletlerin kendisindeki ilerlemeyle orantılı olarak ilerlememişse, yaşamdaki bütün amaçlarını, onları elde etmek için kurban ettiğini... unutur. Şimdi bile, yaşam kendisi için işlerken insan, umarsızca bakıp durur gibi görünmektedir, aynı şeytanı yetiştiren büyücü çırağı gibi."

Böylece gelinen nokta, doğa bilimi ve teknolojinin yeni olanaklarının, kimlerin eline geçebileceğini de sorgulamamızı gerektiriyor. Bilim ve teknoloji, iyi niyetle kullanılabileceği gibi, kötü niyetle de kullanılabilir. Bu durumda geleceğe dönük ciddi tehditler hiçbir zaman ortadan kaldırılamayacaklardır. Bu durumun farkında olan Collingwood, şöyle bir uyarıda bulunuyor:

"Eğer, araçsal aklı arete'nin denetimi altına sokamazsak, doğabilimi ve teknolojinin egemenliği çok geçmeden Avrupa'yı, Yahoo'ların vahşi dünyasına çevirecektir."

Gerçekten de, bugün artık, Collingwood'un öngörülerini doğrulayan bir gelişme çizgisini izlemiş olduğumuz açıktır. Yaşamımızı, teknolojiyle belirlediğimiz bir çevrede sürdürüyoruz ve teknoloji onu yanlış kullanan insanların elinde insanlığı tehdit eden bir silaha dönüşmüş durumda. Bu yazgımızı değiştirebilir miyiz? Bugünkü koşullarda oldukça zor görünüyor. Bugünün yaşam alışkanlıkları bu durumu değiştirme gücümüzü ortadan kaldırmış gibi. Bununla birlikte, P.W. Taylor'dan J. Passmore'a, A. Leopold'dan A. Naess'e bir çok filozof, insanı ya da doğayı temele alan yeni çevre etikleri üzerinde düşünmektedirler. Örneğin Naess, ecosophy adını verdiği disiplinin tanımını yaparken, Collingwood'un kaygılarını da gidermek ister gibidir:

"Ecosophy, ekolojik uyumun ve dengenin felsefesidir. Bir bilgelik ve sağgörülülük türü olarak, evrenimizdeki olguların durumlarıyla ilgili kuralları, değerleri, koyudan, öncelikleri ve varsayımları içinde barındıran bir felsefedir."

Bütün bu çabalar da göstermektedir ki, artık insan ve doğa arasında bir dengenin kurulması ve bunun, geleceğe dönük olarak, korunması gerekmektedir. Ancak böylesi bir dengelilik durumu içinde ve hem Eski Yunanın doğa tasarımını ilke edinen, -ki bu tasarımda, doğa, canlı ve akıl sahibi bir varlık olarak düşünülmüştür. Bu da, doğayla uyumlu bir birlikteliği gerektirir- hem, Collingwood'un belirttiği gibi, araçsal aklı, arete'nin denetimine sokabilen ve hem de, Kant'ın maksiminde olduğu gibi, insanın eylemini genel istenç doğrultusunda ve iyiye ulaşmak için gerçekleştirmesini sağlayabilecek olan bir yeni dünya düzeni içinde yazgımızı değiştirmemiz olanaklı olabilir. Bu üç farklı dönemde ortaya atılmış görüşlerin ortak özelliği, hepsinin de sağgörülülüğü içlerinde barındırmış olmalarıdır; amaçsa hep iyiyi istemektir.

Kant'da insanın mutlu olabilmesinin vazgeçilmez koşulunu oluşturan iyiyi isteme, herhangi bir amaçsal ilişki bakımından değil, yalnızca kendi başına iyidir. Bu yüzden ona yüksek bir değer verilir. Tutkularla donanmış ve onları gerçekleştirmek için çaba harcayan bir akıl, insanın özgürleşmesinde önemli bir engeldir. Onun gerçek eylemi tutkularından arındırılmış olmalıdır, ancak o zaman koşulsuz amacına kendisini bağlamış ve özgürleşmiş olur. Bu bir anlamda yukarıda sözünü ettiğimiz, sağduyulu ve bilgece olan bir eylemin gerçekleştirilebilmesi için bir çıkış noktasıdır ve insanı kendi eylemlerinin ve kararlarının sorumlusu yapar ama bu sorumluluk bütün insanlık adına üstlenilmiş bir sorumluluktur. İşte bilgece olan da budur. İnsanın ödevi bu sorumluluğu üstlenmektir, çünkü ödev, "kendi başına saygı görmeye layık ve başka hiçbir amaç olmaksızın iyi olan bir istemedir." İyi olan bir isteme ise, insana sorumluluk yükler.

Kant'ın maksiminde olduğu gibi: "eylemin maksimi sanki senin istemenle genel bir doğa yasası olacakmış gibi eylemde bulun." Böylesi bir düşünüş, bireysel çıkarları dışarıda bırakır, genelin çıkarlarını gözetir. Genelin çıkarlarını gözetmek demekse, hem toplumun ve hem de doğanın çıkarlarının gözetilmesi demektir.

İnsan ve genel olarak her akıl sahibi varlık, şu veya bu isteme için rastgele kullanılacak sırf bir araç olarak değil, kendisi amaç olarak vardır; ve gerek kendine gerekse başka akıl sahibi varlıklara yönelen bütün eylemlerinde hep aynı zamanda amaç olarak görülmelidir. Eğilimlerin yöneldiği bütün nesnelerin ancak koşullu bir değeri vardır; çünkü eğilimler ve bunlara dayanan gereksinimler olmasaydı, nesneleri değersiz olurdu. Gereksinimlerin kaynakları olarak eğilimlerin kendilerinin ise, öylesine az mutlak bir değeri vardır ki, kendileri için dilenemezler, öyle ki onlardan tamamen kurtulmak her akıl sahibi varlığın genel dileği olmalı.

Bireylerinin ancak böylesi bir sorumluluğu yüklenmesiyle devlet, insanın hem bir doğa varlığı olarak hem de bir kültür varlığı olarak yaşamının kirletilmesinin önüne geçebilir. Bireylerin eğilimlerini genel istence aykırı olmayacak biçimde belirlemeleri, doğanın tüketilmesinin de önüne geçebilecek bir tavır alış olacaktır. Çünkü artık doğaya ve dolayısıyla insana tahakküm etmek değil, doğayı ve dolayısıyla insanı korumak ön plana çıkarılmak zorundadır. Tersi bir durumda, ne tüketilen bir doğa ne de tahakküm edilen bir insan kalacaktır.

Kaynakça :

Bookchin, Murray, Ekolojik Bir Topluma Doğru, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1996
Bookchin, Murray, Özgürlüğün ekolojisi, çev. Alev Türker, Aynntı Yayınlan, İstanbul 1994
Collingwood, R.G., An Autobiography, Clarendon Press, Oxford 1991
Drengson, Alan and Yuichi Inoue, Ed. The Deep Ecology Movement: An Introductory
Antholog, North Atlantic Publishers, Berkeley 1995
Guattari, Félix, Üç Ekoloji, çev. Ali Akay, Hil Yayınları, İstanbul 1990
Habermas, Jürgen, İdeoloji Olarak Teknik ve Bilim, çev. Mustafa Tüzel, Yapı Kredi Yayınlan, İstanbul 1993
Horkheimer, Max - Adorno, Theodor, Aydınlanmanın Diyalektiği I, Çev. Oğuz Özügül, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1995
Kant, Immanuel, Ahlak Metafiziğinin temellendirilmesi, çev. İonna Kuçuradi, Hacettepe
Üniversitesi yayınları, Ankara 1982
Löwith, Karl, Max Weber ve Karl Marx, çev. Nilüfer Yılmaz, doruk Yayıncılık, Ankara1999
Ott, Konrad, "Eleştirel kuram ve Doğa", çev. Ferat Öztürk-Orhan Tokdemir, Felsefe Logos 99/1, s. 171-190
Özbek, Sinan, "Ekoloji Felsefesi Bağlamında Hans Jonas'in Marx Eleştirisinin Eleştirisi", FelsefeLogos 99/1, s. 65-76
Rubinoff, Lionel, "History and Human Nature: Reflections on R.G. Collingwood", Internationa] Studies in Philosophy, XXIII/3 1991, s. 75-89

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP