İNANMANIN FELSEFİ BOYUTLARI * (... devamı )

Felsefesiz bir kültürün hayatta kalacağını sanmıyorum. Neden? Çünkü felsefenin günümüzü aşan bir yanı vardır. İnsanlar uyumaya çok müsaittirler. Oysa felsefe sürekli uyanık olmayı gerektiren bir şeydir. Neden? Çünkü araştırıyorsunuz, sorguluyorsunuz, yutmuyorsunuz, felsefi cesaret olduğu sürece korkmuyorsunuz. Yani ukala, nihilist biri olmak için mi korkmuyorsunuz? Hayır, kendi hayatınızı sorgulamak, kendi hayatınızı geliştirmek için korkmuyorsunuz. Sebebi gayet basittir.

Kendi kültürünüzü, kendi dünyanızı başka dünyanın tahakkümünden korumak için uyanık olmak zorundasınız. Felsefe burada çok önemli bir rol üstleniyor. Sürekli diri kalmayı, kafa gençliğini, dinamizmini araştırmayı, yetinmemeyi bildiren bir etkinliktir. Felsefi boyut felsefece bakmakla görülen bir boyuttur. Felsefeciler, sıradan düşüncelerden, alışıla geldiğiniz görüşlerinden farklı olanı araştıran insanlardır. Felsefi tutum içerisinde olan bir insan, araştırdığı konuyla ilgili olan kendisinden çok farklı düşünen insanların görüşlerini dinlemeye hazırdır. Ne yazık ki bir çok insanda eksik olan bir şey dinlememe. Çünkü, kendisi çözmüştür, halletmişlir, dinlemek de işine gelmiyor, dinlerse başına bir sürü bela çıkacak, düşünmediği bir çok şeyi orada göstercekler ya da çok emin olduğu şeylerin başkaları tarafından çok farklı bir şekilde sorgulandığını görecek ve rahatsız olacaktır. Dinleme işini bunun için bir köşeye koyabiliriz.

Gelelim inanmaya: İnanma ve bilgi konulan Batı düşüncesinde felsefede yanyana olduğu için inanmaya oradan başlayalım. Platon der ki: Bilgiyi elde edebilmek için, bir iddia'nın bilgi adını alabilmesi için en azından üç ayrı şart vardır.

1. Bir iddia bilgi durumuna gelmeden önce bir kanaattir. Buna Yunanca'da Doksa deniyor. Bu da herkesin kabul ettiği bir şey'dir. Türkçeye'ye çevirirken inanç diye çevrilmektedir. Doksa'nın inançla bir alakası yoktur. Kanaat ile yani kanı, sanı ile inanmayı birbirinden ayırt etmek lazımdır. Bir kanaattir o, daha henüz bir konu hakkında hesabı verilmemiştir. Sıradan bir görüştür.

2. Koşul, bilgi iddiasını dile getiren önermenin doğruluğudur.

3. Koşul ise bir kanıyı dile getiren doğru önermenin dayanaklarını gösterebilme, hesabını verebilmedir.

Bunların sonucunda iddianız bilgi düzeyine gelmiştir. Burada bilginin şartı olarak ileri sürülen "Doksa"nın "İnançla" ilgisi olmadığnı söyleyeyim. Çıkış noktam budur. Bir Budist, pekala inanmadığı bir çok bilgiye sahip olabilir.Batının mekanik dünya görüşünün bilgilerine sahip olabilir.

İnanmanın estetik ile duygularla, ahlak hayatımızla ilgisi vardır. Değişik alanlarda inanma söz konusu olabilir. Bu değişik sahaların inanma ile nasıl ilişkisi vardır? Bana göre, inanma olayı din ile ilgili olabilir ama tümüyle dinin içinde kalan bir süreç veya bir işleyiş değildir. Nedir o halde inanma? İnanma bilimde de olabilir, Sanatta da olabilir, dinde de olabilir, ahlak alanındaki değerlerimizde olabilir.

Şöyle bir örnek ile anlatmaya çalışayım. Bugün hava yağmurludur sözü bir bilgi iddiasıdır. İnanma bunun içerisinde var mı? yok mu? Şimdi inanma bütün bilgilerimizin "mod"udur. Bilgilerimizin altında yahut arkasında bulunan bir şey, içerisinde değil. Yani bugün hava yağmurludur iddiasına inanabilirim de inanmaya bilirimde. İnanmam, benim o iddia ile olan ilişkimi o iddiaya karşı tutumumu gösteren bir şeydir. Yoksa, ona inanıp inanmamam o iddianın içeriğini değiştirmez. İnanma, bu anlamda bilgiyle ilgilidir; çünkü, bilgiye karşı takındığım bir tutumdur, hemde ondan bağımsızdır. Çünkü inanma olayının biyolojik temelleri vardır. Tek hücreli varlıklarda bile inanmaya benzer bir takım eğilimler olduğunu söyleyebilirim. Organizmada olan bir şeyi kastediyorum. Canlıların çevreleriyle başetmcieri için böyle bir mekanizmaya ihtiyaçları vardır. Köpek diyelim, bdli bir yerden geçtiği zaman onu cezalandırıyorsanız köpek bir daha oradan geçmiyor. Yani bu köpek de, "orada düşmanım var, orası tehlikeli" diye inanıyor.

Demek ki, bu anlamda, inanma, bizim hayatımıza davranışlarımıza, değerlerimize karşı takındığımız tavırdır. Hepiniz öyle şeylere inanıyoruz ki farkında değiliz. Mesela: Bu önümde duran mikrofonun çalışacağına inanıyorum, çünkü inanmasam konuşmazdım. Şu oturduğum sandalyenin çökmeyeceğine inanıyorum, eğer burada kuşkum olsaydı oturamazdım. Biraz sonra zelzele olup burasının başımıza yıkılmayacağına inanıyorum. Çünkü inanmasaydım bu salona gelemezdim, çoğunu da bilemiyoruz, farketmiyoruz. Bunlar bizimle sürekli beraber olan şeylerdir. Buanlamda inanmayı, itimat etme, güvenme olarak çevirebiliriz. Dostuma inanıyorum, ona sırlarımı söyleyebiliyorum, borç verebiliyorum, beni satmayacağını, aklatmayacağını, bana kötülük yapmayacağını düşünüyorum. Bu anlamda inanç beklenti anlamına da geliyor. İnanmanın geleceğe yönelik bir ucu da vardır.

"Doksa kelimesi eski Yunancada böyle bir şey de ifade eder. İnanmanın biyolojik temelleri olduğunu ve akılla kavranamayacağını tutumdan tahatsız olabilir ama kendi görüşümü söylemek durumındayım. Çünkü her türlü düşünmenin şartıdır da onun için. Ben şimdi inanma üzerine konuşuyorum, aslında inanma üzerinde konuşmam meşru bir konuşma da değil, çünkü burada garib bir döngü söz konusudur. İnanma üzerine konuşurken de bir takım şeylere inanıyorum. İnsan düşünüp taşınıp inanmaz diye düşünüyorum. İnanma biraz aşık olmak gibi bir şeydir. Bu anlamda, aşkımız ister dünya aşkı, ister ilahi bir varlığa olsun, düşünüp, taşınarak, hesap kitap yapılarak gerçekleştirilen bir şey değildir.

"Ben düşündüm Budizmin akla çok uygun olduğuna kanaat getirdim ve budizme inandım" diyemezsiniz. İkna olabilirsiniz, makul bulabilirsiniz, ama bütün bunlar inanmanızı sağlayamaz. Çünkü inanma, nasıl bir mekanizması varsa, o bizim vücudumuzdan, canlılığımızdan, sinir sistemimizden gelen ve aklın kavrama sınırlarının ötesine taşan özelliği ile irademizin istediği gibi kullanabildiği bir şey değildir.

Bence mükemmelliği de buradadır. İnanç sahibi, gerçekten inanç sahibi olanlara saygım buradan geliyor. Çünkü hesap, kitapla yapılan bir şey olsa o zaman bütün mühendisler, bütün muhasebeciler, ekonomistler çok iyi mümin olurlardı. Eğer bunun işleyişi bir bilgisayar gibi olsaydı, herkes, o programı uygular ne güzel iman sahibi olurlardı. Ama öyle olmuyor işte.

Sizin dışınızda sokaktaki bir insana dinden ne anladığını sorarsanız, size çoğu zaman bir yığın "ritüel"den söz eder. Ritüellerle, dini inanmayı karıştırmamak gerekir. Kendisine dindar diyen bir çok insan bir takım rituelleri yerine getirir, kiliseye ya da camiye gider, tapınma kurallarını yerine getirir. Dinin dediklerini yerine getirdiğinde inanç sahibi olduğunu sanır. Dinin dediklerini yerine getirmekle inanmak çok ayrı şeylerdir. İnanmadan da dindar olunabilir. Çünkü mekanik bir takım işler yaparsınız, bunları size çocukluğunuzda öğretmişlerdir. İnanma, manevi bir dünya sahibi olmayı gerektiriyor. Ahmet Hamdi Tanpınar bir makalesinin başında: "iç insan sözünü" kullanıyor. Çok hoşuma gitmiştir. Ancak iç insan olabilmiş, manevi yanını geliştirebilmiş insanlar inanabilirler. Bu anlamda dindar olmakla inanmak örtüşmeyebilir de. Dindar olan ve inanan insanlar olduğu gibi dindar olmayıpta inanan insanlar da olabilir. İnanma akılla desteklenecek bir şey değildir. Çünkü elimizde olan, istediğimiz gibi görebileceğimiz bir şey değildir. "Düşündüm taşındım, ben buna inanmaya karar verdim" demek, düşünüp, taşınmayı aşar. Bırakın böyle dini konular üzerinde inanmayı, herhangi sıradan bir olaya, örneğin havanın yağışlı olduğu konusunda bile inanıp inanmamak tümüyle irademiz içinde bir şey olmayabilir.

Çağımız bilimi inanma kavramını: kabul etme, ma'kul bulma ile özdeş hale getirmiştir. Şimdi Ekonomide karar verme teorileri var, bir şirket karşısında dört beş tane altematiif var, satışını hangisine yapacak? Bu gibi konularda karar vererek, bu kararı sağlayacak mekanizmalar bulmaya çalışıyorlar. Bunu garanti altına almak istiyorlar ve bu "Scientism" düşüncesi iman konusunda, inanma konusunda da bizi sanki inanmanın hesap kitaba dayanan bir şey olduğunu düşünme yoluna götürüyor. Bu söylediğim şey bizim kültürümüze de yabancı olan bir şey değiklir. Bizim kültürümüzde de bu olayları yorumlayan anlayışlar vardır.

İnanma, aklın dümeni de olmadığı, akıl tarafından yönetilmediği, aklı aştığı veya aklın dışına taştığı böyle, şuurumuzun olduğu gibi içinde olmadığı için, üstelik bizi manevi insan yaptığı için önemlidir. O yüzden mekanik bilgilerle insan manevi tarafını geliştiremiyor.

Eskiden, dinle uğraşan bir kısım insanları pek tanımadan önce onları dini yönü, manevi yönü, gelişmiş olarak düşünürdüm. Bu kadar şeyi problem edinmişler demek ki çok zengin iç dünyaları olsa gerek derdim. İnanma gibi öyle mükemmel, öyle zor, öyle insan bütünlüğünü kuşatan bir şeyle uğraşanlar çok derin insanlar olmalıydı. Fakat hiç de öyle olmadıklarını bir kısmının çok sığ, mekanik nitelikler taşıdığını, inanmanın basma kalıp programlarla sağlanabileceğini düşündüklerini ve bunun için birbirleriyle kavga ettiklerini, inanmanın kendisinin ne olduğunu düşünemediklerini görünce büyük bir hayal kırıklığına uğradım.

Yani, bir teolog nasıl olur da manevi tarafını ihmal edebilir? Maneviliğinin ne olduğu üzerinde düşünmez, maneviyatı yalnıza bir takım önceden belirlenmiş, kendi dar yorumuyla anladığı biçimde kurallar manzumesinden ibaret görür? Bunu bir türlü anlayamıyorum. O yüzden inanmanın insanın kendi iç, manevi dünyası ile karşı karşıya kalmak olduğunu söylüyorum. İnanmada, böyle garantiler olmadığı için, orada, hem bu garantinin olmayışının yarattığı sallantı yüzünden, belirsizliklerle dolu bir alemde yaşıyorsunuz, hem de o aleme inandığınız için müthiş bir huzur duyuyorsunuz. İnanma o noktada müthiş bir yaşantıdır ki orada aşkın varlığını tadabilirsiniz. Çünkü, siz o yaşantıya kendiniz erişmişsiniz. Kendi dünyanızın bir parçasıdır. Artık o inandığınız varlıkla sizin kurduğunuz diyalogtur. Teologlar, inançları, bilgileri ve felsefe yapma güçleri ile bu konuda bizlere ışık tutmalıdırlar.

Manevi insanlar olma yolunda iç dünyamızı ruhumuzu korumamız gerekir. Sokrates, "Felsefe ruhumuzun bakımıdır" diyordu. Ruhumuz korumak için felsefe yapılır. İnanmak için felsefe yapıyoruz. İnanmanın ulviliğini, yüceliğini yaşamak için felsefe yapıyoruz.

Kendi dünyamızı kurabilecek, böylesine felsefi cesarete sahip olmadığımız sürece, inanma, mekanik bir hale gelecektir. Körü körüne inanmış mekanik insanların oluşturduğu kültürünse başka kültürlerin tahhakümü altına kolayca girme ihtimali vardır. Bir kültürde iç insanlar, iç dünyalan olan insanlar yoksa o kültürdekiler çok kolay yönlendirilirler, yönetilirler. Bu yüzden felsefenin inanmayla böyle içten bir ilişkisi olduğunu söylüyorum.


*Bu yazı Ahmet înam'ın 20 Kasım 1992 tarihinde, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde yaptığı konuşmanın ses kaydından alınmıştır. Yazar bu konuşmasında kapalı bıraktığı noktaları ele alan bir araştırma yapmaktadır.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP