KRALLIKLAR İLE DEVLETLERİN GERÇEK BÜYÜKLÜĞÜ ÜSTÜNE
|
Fancis BACON
Atinalı Themistokles'in, kendine büyük bir pay çıkararak söylediği kibirli, çalımlı sözleri, başkalarına yöneltilmiş olsaydı, genel anlamda, ağırbaşlı birer gözlem, yerinde birer eleştiri sayılabilirdi. Bir şenlikte ut çalması istenince, "çalgı çalamam, ama küçücük bir kasabadan koca bir kent yaratabilirim," der.1 Geniş anlamıyla alınırsa, bu söz, devlet yönetimi ile uğraşanların iki ayrı yeteneğini belirtebilir. Devlet adamlarıyla danışmanlarına yakından bir göz atacak olursak, aralarında hem (seyrek de olsa), çalgı çalamamakla birlikte, küçük bir devletten büyük bir devlet çıkarabilenler; hem de büyük bir ustalıkla çalgı çalabilmekle birlikte, küçük bir devleti büyük yapamayan, tam tersine, kocaman bayındır bir ülkeyi yıkıp yoketmekte eşsiz bir yetenek gösteren kişiler buluruz. Doğrusu, birçok devlet adamı ile danışmanın, efendilerinin gözüne girmek, sıradan insanların da saygısını kazanmak için başvurdukları aşağılık dalaverelerle oyunlara, çalgı çalmaktan daha iyi bir ad verilemez. Bu oyunlar, ülkenin esenliğine ilerlemesine yaramaktan çok, günün gidişine uyan, kendi çıkarlarına yarayan anlık şeylerdir. Bir de, işleri yönetebilmekte, durumun görülebilir çıkmazlara, uçurumlara sürüklenmesini önlemeye yeterli (negotiis pares)2 olmakla birlikte, bir devleti güçlülük, olanak, zenginlik yönünden yükseltmek, geliştirmek yeteneğinden çok uzak bulunan danışmanlarla devlet adamları vardır. Her neyse, biz işi görenleri bir yana bırakalım da, şimdi, işin kendisinden, krallıklar ile devletlerin gerçek büyüklüğünden, bu büyüklüğü sağlayacak olanaklardan söz edelim. En büyük en güçlü hükümdarlarca bile üzerinde durulmaya değer bir konudur bu. Bunu bilirlerse, ne güçlerini gözlerinde büyüterek boş serüvenlere atılır, yıkıma sürüklenir, ne de güçlerini azımsayıp ürkekçe, korkakça davranışlara düşerler.
Bir devletin büyüklüğü nasıl genişliğiyle, topraklarının alanıyla ölçülürse, mal varlığı ile gelirinin büyüklüğü de sayılara dökülebilir. Nüfus durumu sayımlarla, kentlerle kasabaların sayısıyla büyüklüğü de, haritalarla, planlarla ortaya çıkar. Ancak, devletin egemenliği ile gücünü ölçüp gerçek değeriyle ortaya çıkarabilmekte düşülen yanılmalar hiçbir alanda görülmez. Tanrının Gökler Ülkesi de büyük bir yemişe ya da cevize değil, tohumların en küçüğü olan, ama çabucak boy atıp gelişme niteliğini özünde taşıyan tek bir hardal tohumuna benzetilir.3 Tıpkı bunun gibi, ülkeler vardır, büyük olmakla birlikte, sınırlarını daha çok büyütecek ya da doğru dürüst yönetecek yetenekten yoksundurlar; ülkeler de vardır, küçücük olmakla birlikte, kocaman krallıkların çekirdeği olacak güçtedirler.
Surlarla çevrili kentler, cephaneler, silahlıklar, tersaneler, iyi cins atlar, savaş arabaları, filler, toplar, savaş donanımları gibi şeyler, ülke halkı yiğit, gözüpek, savaşçı yaradılışta olmadıkça, aslan postuna bürünmüş bir kuzuyu andırır ancak. Evet, halkta yiğitlik yoksa, orduların sayısı hiçbir anlam taşımaz, Vergilius'un da dediği gibi: "Koyunların kaç olduğu, kurdun umurunda değildir."4 Arbela ovasını bir insan denizi gibi dolduran Pers ordularını gören İskender'in komutanları şaşırmış, saldırıya geceleyin geçmeyi önermişlerdi. Ama İskender: "Ben hırsızlama zafer istemem," dedi.5 Düşmanı kolayca yenilgiye uğrattı. Ermeni kralı Tignanes6 ise dört yüz bin kişilik ordusuyla konakladığı tepeden Romalıların on dört bin kişiyi aşmayan bir orduyla kendisine doğru ilerlediğini görünce, alay ederek: "Şu gelenler bir elçi topluluğudur desem, böyle bir iş için sayıları pek çok, savaşa geliyorlar desem, pek az," demişti. Ama güneş batmaya kalmadan o gelenlerin, kendi adamlarına korkunç bir kanlı ders vererek kaçırmaya yettiğini gördü. Sayıca üstünlüğün yiğitlik karşısında bir anlam taşımadığına daha birçok örnek verilebilir; bundan da, bir devlette gerçek büyüklüğün temel ilkesi savaşçı bir halktır, sonucuna varmak doğru olur. "Para savaşın candamarıdır," diyen basmakalıp söz de, pazulardaki damarlar güçsüz, erler de kadınsı ise hiçbir işe yaramaz. Böbürlenerek altınlarını gösteren Kroesus'a7, Solon, pek yerinde olarak, şöyle der: "Buraya sizinkinden daha iyi bir demirle gelecek kimse, bütün bu altınların sahibi olur." Onun için, orduları gözüpek yiğit savaşçılardan kurulu olmayan krallar, savaş güçlerine pek güvenmesinler. Öte yandan, uyrukları savaşçı yaradılışta olan bir kral, gücüne güvenebilir, yeter ki uyrukları ona yardım kararında olsunlar. Yoksa kral, bu durumda yardıma çağıracağı paralı askerlerin desteğiyle, gelmiş geçmiş bütün örneklerde gördüğümüz gibi, bir süre için kanatlarını gerebilir, ama çok geçmez kanatların tüyleri dökülüverir.
Yahuda ile Issakar'ın, aynı halkla aynı ulusun, hem aslan yavrusu hem de iki yanı yüklü eşek olsun diye kutsanması8, hiç de böyle bir şeyin gerçekleşeceği anlamına gelmez; sırtına ağır bir vergi yükü bindirilmiş bir ulus da, ne yiğit olabilir ne de savaşçı. Evet, bir ülkede herkesin gönlüyle ödediği vergiler halkın yiğitliğini daha az zedeler: tıpkı Aşağı Ülkeler Birleşik Devletleri'ndeki birtakım dolaylı vergilerle, belli bir ölçüde İngiltere'deki yardımlı vergiler gibi. Şimdi bir ulusun kesesinden değil, yiğitliğinden söz ettiğimizi de unutmayın. Bir vergi ya da ödenti, ister halkın gönlüyle ister tepeden inme bir buyrukla konmuş olsun, eninde sonunda ucu gelir keseye dokunur. Ama halkın yiğitliği üstünde bu iki durumun etkisi birbirinden ayrıdır. Onun için, bu konuda, vergi yükü altında ezilen bir ulusun egemen bir ulus olmayacağı sonucuna varabilirsiniz.
Büyümek amacını güden devletlerin, soylu tabaka ile ileri gelenlerin sayıca çok hızlı artmalarına gözkulak olmaları gerekir, çünkü bu durum ortalama halkın köylüleşmesine, yüreksiz, yontulmamış sürülere dönüşmesine, kalburüstü tabakanın ırgadı durumuna düşmesine yol açar. Baltalık ormanlarda bile görebilirsiniz bunu, körpe fidanları çok sık bırakırsanız doğru dürüst odun yetişmez, çalı çırpı burur ortalığı. Tıpkı bunun gibi, bir ülkede kalburüstü tabaka genişledikçe halk bayağılaşır, özellikle ordunun candamarı olan piyade de yüz kişiden birinde bile savaş tolgası giyecek kafa olmaz, nüfus çoğalır ama güç azalır. Bu söylediğimi, İngiltere ile Fransa arasında yapılacak bir karşılaştırmadan daha iyi hiçbir şey gösteremez, İngiltere, nüfusu ile toprağı daha az olmakla birlikte, orta tabakasının askerliğe Fransız köylüsünden daha yatkın oluşundan dolayı, Fransa'yı altetmiştir. Kral VII. Henry'nin köylüler için tekörnek evlerde çiftlikler kurdurması (bunu onun yaşamöyküsünde de uzun uzun anlatmıştım) hayran kalınacak, sağlam bir tutumdur. Böylece herkese, bolluk içinde, kölelikten uzak bir yaşayış sağlayacak oranda toprak verilmiş, elindeki sabanla kendi toprağını sürmesi, başkasının ırgadı olmaması sağlanmıştı. Ancak bu yoldan, bir ülke Vergilius'un ilkçağ İtalya'sına yaraştırdığı niteliklere ulaşır:
"Terra potens armis atgue ubere glebae" 9
Benim bildiğime göre hemen hemen yalnız İngiltere'de bulunan, belki bir de Polonya dışında hiçbir yerde rastlanmayan bir durumu, bağımsız uşaklarla, soylu tabaka hizmetlerini görenlerin durumunu unutmamak gerekir. Savaşta bunlar özel toprak sahiplerinden hiç de geri kalmazlar. Bu bakımdan, soylu tabaka ile kalburüstü kişilerin göz kamaştırıcı tantanası, çevrelerinin kalabalığı, konukseverlikleri almış yürümüşse, böyle töreler savaş gücünü artırmaya yarar. Oysa soylu tabaka ile kalburüstü kişilerin kabuklarına çekilmiş tutumlu yaşamaları savaş gücünü de yoksul düşürür.
Ne olursa olsun, Nebukadnezar'ın düşündeki krallık ağacının gövdesi, dallarıyla budaklarını taşıyacak büyüklükte olmalı10, başka deyişle, bir krallığın ya da devletin yerli uyruklarının sayısı, yönettiği başka ülkelerdeki yabancı uyruklarının sayısına uygun bir oranda olmalıdır. Bu nedenle, uyrukluk hakkını özgürce dağıtan bütün devletler, başkalarına egemen olmaya layıktırlar. Ama, bir avuç insanın, en büyük yiğitlikle, en usta politikayla bile koca bir imparatorluğu elinde tutabileceği düşünülemez; bir süre tutar belki, ama sonunda birden yıkılıverir. Ispartalılar uyrukluk işinde çok daha sıkı davranırlardı, böylece kendi sınırları içinde oldukları sürece ayakta kalabildiler, ama yayıldıktan sonra, dallar gövdenin çekemeyeceği ölçüde ağırlaşınca, bir fırtınayla ansızın yıkılıverdiler. Yabancılara uyrukluk dağıtmakta en eliaçık devlet Roma Devleti olmuş, böylece de dünyanın en büyük imparatorluğunu kurmuştur. Roma'nın yöntemi, "jus civitatis" diye adlandırdıkları yurttaşlık hakkını en yüksek derecesiyle vermek, yalnız "jus commercii - ticaret hakkı", değil, "jus suffagii - seçme hakkı" ile "jus honorum - devlet görevlisi olma hakkı" da tanımaktı. Üstelik bu haklar yalnız tek kişilere değil, gerekirse bütün bir aileye, bütün bir kente, bütün bir ulusa verilebiliyordu. Buna bir de sömürgeler kurmayı, Roma soyundan aileleri yabancı ulusların topraklarına yerleştirmeyi ekleyin. Bu iki yöntemi bir arada düşünürseniz, Roma'nın dünyayı değil, dünyanın Roma'yı kaplamış olduğunu görürsünüz; yükselmenin en sağlam yolu da buydu, İspanya'nın bunca sömürgeyi bir avuç yerli İspanyolla nasıl elde tuttuğuna zaman zaman şaştığım olmuştur; ama İspanya'daki yerli uyruklardan oluşan ağacın gövdesi, Roma'nın ya da Isparta'nın ilk dönemlerindekinden kuşkusuz çok daha büyüktür. Ayrıca, İspanyollar uyrukluk vermekte Romalılar gibi eliaçık davranmamakla birlikte, buna hemen hemen denk bir yöntem kullanmışlar, kendi yerli ordularına yabancıları da, yerine göre en yüksek rütbelerle, almışlardır. Şu sıralarda yayınladıkları bir krallık yasasından anlaşıldığı üzre11, yerli uyruklarının azaldığını sezmiş durumdalar.
Bilindiği gibi, oturulan yerde yapılan, (kol ustalığından daha çok parmak ustalığını gerektiren) küçük sanatlarla ince işler, nitelikleri yönünden asker yaradılışına aykırı düşer. Onun için, çoğunlukla bütün savaşçı uluslar biraz tembeldirler, çalışmaktan çok tehlikeyi severler. Ama savaş güçlerini korumaları isteniyorsa, pek işe zorlamamak gerekir. Onun için, Isparta, Atina, Roma gibi ilkçağ devletlerinde bu gündelik elişlerinin görülmesinde çoğunlukla kölelerin kullanılması, çok yerinde düşünülmüş bir şeydi. Ama Hıristiyanlık bunu büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Buna en yakın yöntem, bu işlerin görülmesinde yabancıları kullanmak (bu amaçla da onları kolayca özümsemek), yerli halkı da genellikle üç kümeye ayırmaktı: toprak işçileri, bağımsız hizmetliler, bir de demircilik, duvarcılık, marangozluk gibi erkek gücü gerektiren, askerlik dışındaki ağır zanaatların işçileri.
Ancak, bir ulusun egemenliği ile büyüklüğü için en önemli şey, askerliği en onurlu iş, başlıca uğraş saymaktır. Buraya dek sözünü ettiğimiz şeyler, savaş yeteneğini kazanmanın yollarıdır, ama sürekli işlenmeyen bir yetenek neye yarar? Romulus, (söylentiye ya da efsaneye göre) ölürken Romalılara son söz olarak, her şeyden önce askerlikle uğraşmaları, dünyanın en büyük imparatorluğunu kurmaları öğüdünde bulunmuş. Isparta Devleti'nin yapısı ile kuruluşu da (pek bilgece olmamakla birlikte) bu amaca yönelmişti. Perslerle Makedonyalılar çok kısa bir süre böyle yönetilmişti. Galyalıların, Almanların, Çorların, Saksonların, Normanların daha başkalarının da böyle dönemleri olmuştur. Türkler, artık bir çöküş içinde olmakla birlikte, bugün bile böyledirler. Hıristiyan Avrupa ülkelerinden, bu özellik gerçekte yalnız İspanya'da göze çarpar. Ama, herkesin kendini en çok verdiği alanda ilerleyeceği ilkesi, üzerinde durulamayacak ölçüde apaçıktır. Yalnız, askerliği kesin uğraş edinmemiş bir ulusun, hiç yoktan yükselemeyeceğini belirtmekle yetineceğiz. Bu uğraşa sürekli olarak kendini vermiş ulusların, özellikle Romalılarla Türkler gibi, olağanüstü başarılar yarattıkları da, tarihin öğrettiği değişmez, bir gerçektir. Askerliği ancak belli bir dönemlerinde önemsemiş uluslar ise, bu süre içinde, askerlik alanındaki ustalıklarını yitirdikten çok sonra da sürecek bir büyüklük kazanmışlardır.
Bu konuyla çok yakından ilgili bir nokta, bir devlette silaha sarılmayı gerektirecek haklı nedenleri, ya da sözde haklı nedenleri belirten yasalarla törelere öncelik tanınmasıdır; çünkü insan yaradılışının temelinde yatan adalet duygusu, bir sürü yıkımlara yol açan herhangi bir savaşın, uydurma da olsa, bir neden ya da amaç olmaksızın başlatılmasına karşı kor. Türklerin elinde, savaşı haklı göstermek için, kendi yasalarıyla dinlerini yaymak gibi bir neden her zaman hazırdır. Romalılar imparatorluğun sınırlarını genişletmeyi komutanları için yüce bir onur sayarlardı, ama hiçbir zaman yalnız bu amaç uğruna savaş çıkarmazlardı. Büyümeyi amaçlayan uluslar şu noktaları gözden ırak tutamamalıdır: birincisi, sınır yurttaşlarına, tüccarlarına, elçilerine kötü davranılmasına göz yummamalıdır. İkincisi, dost ülkelere, tıpkı Romalılar gibi, tezelden yardım göndermeye her an hazır olmalıdır. Romalılar, dostları olan bir ülke başka ülkelerle de anlaşmış olsa, başı darda kalınca onlardan yardım istese, ötekilerin hepsinden önce davranır, bu onuru başkalarına kaptırmak istemezlerdi; öylesine ileri götürmüşlerdi bu işi. Eski çağlarda, bir devletin içindeki kümelerden biri adına, ya da başka bir ülkeye kendi yasalarını tartışmasız benimsetmek amacıyla çıkarılan savaşların nasıl haklı gösterilebileceğini ise, doğrusu bilemiyorum. Buna örnek olarak, Roma'nın Hellenlerin özgürlüğünü korumak uğruna; Lakedemonyalılarla Atinalıların da birtakım demokrasilerle oligarşileri kurmak ya da yıkmak uğruna açtıkları savaşlar; yabancıların, bir devletin uyruklarını sözde baskıdan, zorbalıktan kurtarmak, bir ülkede adaleti sağlamak, insanları korumak perdesi altında çıkardıkları savaşlar anılabilir. Kısacası, haklı bir durumda silaha sarılmaya hazır olmayan bir ülke yükselmekten umudu kesmelidir.
İşlemeyen bir insan bedeni nasıl sağlığını yitirirse, bir devlet de yitirir. Onun için, bir krallık ya da devletin açacağı haklı, onurlu bir savaş da gerçekte bir beden eğitimidir. İç savaşlar bedende yüksek ateşe benzer, ama yabancı ülkelerle yapılan savaşlar bir ısınma eğitimi olur, çünkü uyuşuk bir barış dönemi yiğitleri kadınlaştırır, töreleri yozlaştırır. Ancak, insanların mutluluğu yönünden neye malolursa olsun, bir devletin büyüklüğü uğruna, ordunun büyük kesimini silah altında bulundurmak gereklidir. Güçlü bir orduyu sürekli ayakta tutmak (oldukça, pahalı bir iş olmakla birlikte), genellikle ülkenin hakları, hiç değilse komşular arasında saygı kazanması bakımından en sağlam yoldur. Yüz yirmi yıldan beri, hemen hemen ülkesinin her kesiminde sürekli bir hazır ordu bulunduran İspanya'da görüldüğü gibi.
Denizlere egemen olmak, üstünlüğün temelidir. Cicero Atticus'a mektubunda Pompeius'un Caesar'a karşı yaptığı hazırlıktan söz ederken: "Consilium Pompeii plane Themistocleum est; putat enim qui mari potitur eum rerum potiri,"12 der. Pompeius kendine güvenerek bu yoldan ayrılmamış olsaydı, hiç kuşkusuz Caesar'ı yıldırırdı. Deniz savaşlarının büyük etkileri olduğu sugötürmez bir gerçektir. Actium13 savaşı dünyaya kimin egemen olacağını belli etti, Lepant savaşı da Türklerin büyümesini dizginledi. Deniz çarpışmalarının, bir savaşın bitimini belirlediğine birçok örnek vardır, ama bu çoğunlukla savaşı sürdüren krallarla devletlerin son umutlarını bu çarpışmaya bağladıkları durumlarda görülmüştür. Ancak, denize egemen olanın büyük bir özgürlük içinde olduğu, savaşlardan gönlünün dilediği yararı elde edeceği de tartışma götürmez. Oysa karada en güçlü devletler bile sık sık darda kalırlar. Bugünkü Avrupa'da bizim deniz üstünlüğümüz (Büyük Britanya'ya atalardan kalan en büyük armağanlardan biri) oldukça önemli bir yönümüzdür; çünkü hem bugünkü krallıkların çoğu yalnız kara devleti değil, geniş ölçüde denizlerle çevrilidir, hem de gerek Doğu gerekse Batı Hindistan'ın zenginliklerinin çoğu ancak deniz egemenliğiyle ele geçirilebileceğe benziyor.
Günümüzün savaşları, savaşçılara büyük ünler, onurlar kazandıran eski savaşların parıltısı yanında pek sönük kalır. Savaşçıları yüreklendirmek için şimdi de birtakım sanlar, şövalyelik nişanları veriliyor, ama bunlar asker olana da bağışlanıyor, olmayana da: savaşçı armalarına nişanlar takıldığı gibi, takılan nişanlar, yaralı askerlere açılan hastaneler, savaşın kazanıldığı yerlere yığılan ganimetler, savaşta ölenlerin gömülme tö'renlerinde yapılan övgüler, onların adına dikilen anıtlar, savaşçılara takılan çelenklerle taçlar, önderlere verilen, sonradan büyük kralların da benimsedikleri "imparator" sanı, komutanlara dönüşlerinde yapılan tören alayları, ordunun terhisinde erlere dağıtılan bağışlarla armağanlar, herkesin yiğitlik damarını coşturacak şeylerdi. Ama Romalıların tören alayları yalnız kuru gösteriş değil, çok bilgece düzenlenmiş, en güzel, en yerinde törenlerden biriydi. Bu alaylarda üç şey yapılırdı: komutanlar onurlandırılır, getirilen ganimetler devlet hazinesine verilir, orduya da bağışlar yapılırdı. Ama böyle tören alayları şimdiki kralların işine gelmez belki, alayın başında kendileri ya da oğulları geçsin isterler; tipti sonraları, kazanılan savaşları kendilerinin ya da oğullarının tekelinde sayan, uyruklarının kazandığı savaşlar karşısında komutanlara tören urbalarıyla nişanlardan başka bir şey bırakmayan Roma imparatorlarının yaptığı gibi.
Sonuca bağlarsak, hiç kimse (Kutsal Kitap'da söylendiği gibi) "çabalamakla bedenin ölçüsünü bir arşın daha uzatamaz,"14 ama bedenin daha büyük ölçüde bir örneği olan krallıklarla bağımsız devletlerde ülkeyi yükseltip genişletmek, krallarla devlet başkanlarının elindedir: çünkü yukarda belirttiğimiz türden yasalar, koşullar, töreler koymakla, kendilerinden sonra gelecekler için büyük bir devletin tohumlarını atmış olurlar. Ama bu noktalara çoğunlukla gereken önem verilmez, işler oluruna bırakılır.
Notlar
1- Plutarkhos, Themistokles, 2; Kimon, 9.
2- "İşinin dengi." Tacitus, Annales, VI, 39; XVI, 18.
3- Kutsal Kitap, Matta, XIII, 31, 32. "İsa onların önüne başka bir mesel koyup dedi: Göklerin melekûtu, bir adamın alıp tarlasına ektiği bir hardal tanesine benzer, o tane ki, bütün tanelerin en küçüğüdür; fakat büyüyünce gelip onun dallarında yerleşirler."
4- Vergilius, Bucolica VII, 52.
5- Plutarkhos, Alexander, 31.
6- Tigranes, kendini "Krallar Kralı" diye adlandırmış bir Ermeni kralıydı. Romalı konsül Lucullus komutasındaki küçük bir ordu karşısında bozguna uğramış (İ.Ö. 63), kayınpederi Pontus kralı Mithridates'e sığınmak zorunda kalmıştı. Alıntı Plutarkhos'tandır (Lucullus 27).
7- Kroesus İ.Ö. VII. yüzyılda yaşamış, zenginliğiyle çok ünlü Lidya kralıydı. Atina'nın ünlü yasa koyucusu, eski Yunan'ın yedi büyük bilgesinden biri olan Solon, Kroesus'un Sardis'te konuğu olmuştu.
8- Kutsal Kitap, Tekvin, XLIX, 9-16.
9- "Ordularıyla, toprağının verimliliğiyle güçlü bir ülke." Aeneis, I, 531.
10- Kutsal Kitap, Daniel, IV, 10-12. "Yatağımın üzerinde başımın rüyetleri şöyle idi: Baktım, ve işte, dünyanın ortasında bir ağaç vardı, ve çok yüksekti. Ağaç büyüdü ve gelişti, ve boyu göklere erişti, ve bütün yerin ucuna kadar görülüyordu. Yaprakları güzel ve meyvesi çoktu ve onda herkes için yiyecek vardı; kırın hayvanları altında gölgelendiler, ve göklerin kuşları onun dallarına kondular, ve bütün beşer ondan yedi."
11- İspanya Kralı IV. Philipp, tahta çıkışından hemen sonra, 1612'de çiftçilikle küçük zanaatları korumak için birtakım yasalar çıkarmış, bu arada evlilerle, en az altı çocuğu olanlara belli ayrıcalıklar tanımıştı.
12- "Pompeius'un tutumu Themistokles'inki gibi tıpkı, o da denizlere egemen olanın her şeye egemen olacağına inanıyor." Cicero, Ad Atticum, X, 8.
13- Actium savaşı Augustus ile Antonius arasında İ.Ö. 31'de olmuş, Augustus kazanmıştı.
14- Kutsal Kitap, Matta, VI, 27; Luka, XII, 25.
Atinalı Themistokles'in, kendine büyük bir pay çıkararak söylediği kibirli, çalımlı sözleri, başkalarına yöneltilmiş olsaydı, genel anlamda, ağırbaşlı birer gözlem, yerinde birer eleştiri sayılabilirdi. Bir şenlikte ut çalması istenince, "çalgı çalamam, ama küçücük bir kasabadan koca bir kent yaratabilirim," der.1 Geniş anlamıyla alınırsa, bu söz, devlet yönetimi ile uğraşanların iki ayrı yeteneğini belirtebilir. Devlet adamlarıyla danışmanlarına yakından bir göz atacak olursak, aralarında hem (seyrek de olsa), çalgı çalamamakla birlikte, küçük bir devletten büyük bir devlet çıkarabilenler; hem de büyük bir ustalıkla çalgı çalabilmekle birlikte, küçük bir devleti büyük yapamayan, tam tersine, kocaman bayındır bir ülkeyi yıkıp yoketmekte eşsiz bir yetenek gösteren kişiler buluruz. Doğrusu, birçok devlet adamı ile danışmanın, efendilerinin gözüne girmek, sıradan insanların da saygısını kazanmak için başvurdukları aşağılık dalaverelerle oyunlara, çalgı çalmaktan daha iyi bir ad verilemez. Bu oyunlar, ülkenin esenliğine ilerlemesine yaramaktan çok, günün gidişine uyan, kendi çıkarlarına yarayan anlık şeylerdir. Bir de, işleri yönetebilmekte, durumun görülebilir çıkmazlara, uçurumlara sürüklenmesini önlemeye yeterli (negotiis pares)2 olmakla birlikte, bir devleti güçlülük, olanak, zenginlik yönünden yükseltmek, geliştirmek yeteneğinden çok uzak bulunan danışmanlarla devlet adamları vardır. Her neyse, biz işi görenleri bir yana bırakalım da, şimdi, işin kendisinden, krallıklar ile devletlerin gerçek büyüklüğünden, bu büyüklüğü sağlayacak olanaklardan söz edelim. En büyük en güçlü hükümdarlarca bile üzerinde durulmaya değer bir konudur bu. Bunu bilirlerse, ne güçlerini gözlerinde büyüterek boş serüvenlere atılır, yıkıma sürüklenir, ne de güçlerini azımsayıp ürkekçe, korkakça davranışlara düşerler.
Bir devletin büyüklüğü nasıl genişliğiyle, topraklarının alanıyla ölçülürse, mal varlığı ile gelirinin büyüklüğü de sayılara dökülebilir. Nüfus durumu sayımlarla, kentlerle kasabaların sayısıyla büyüklüğü de, haritalarla, planlarla ortaya çıkar. Ancak, devletin egemenliği ile gücünü ölçüp gerçek değeriyle ortaya çıkarabilmekte düşülen yanılmalar hiçbir alanda görülmez. Tanrının Gökler Ülkesi de büyük bir yemişe ya da cevize değil, tohumların en küçüğü olan, ama çabucak boy atıp gelişme niteliğini özünde taşıyan tek bir hardal tohumuna benzetilir.3 Tıpkı bunun gibi, ülkeler vardır, büyük olmakla birlikte, sınırlarını daha çok büyütecek ya da doğru dürüst yönetecek yetenekten yoksundurlar; ülkeler de vardır, küçücük olmakla birlikte, kocaman krallıkların çekirdeği olacak güçtedirler.
Surlarla çevrili kentler, cephaneler, silahlıklar, tersaneler, iyi cins atlar, savaş arabaları, filler, toplar, savaş donanımları gibi şeyler, ülke halkı yiğit, gözüpek, savaşçı yaradılışta olmadıkça, aslan postuna bürünmüş bir kuzuyu andırır ancak. Evet, halkta yiğitlik yoksa, orduların sayısı hiçbir anlam taşımaz, Vergilius'un da dediği gibi: "Koyunların kaç olduğu, kurdun umurunda değildir."4 Arbela ovasını bir insan denizi gibi dolduran Pers ordularını gören İskender'in komutanları şaşırmış, saldırıya geceleyin geçmeyi önermişlerdi. Ama İskender: "Ben hırsızlama zafer istemem," dedi.5 Düşmanı kolayca yenilgiye uğrattı. Ermeni kralı Tignanes6 ise dört yüz bin kişilik ordusuyla konakladığı tepeden Romalıların on dört bin kişiyi aşmayan bir orduyla kendisine doğru ilerlediğini görünce, alay ederek: "Şu gelenler bir elçi topluluğudur desem, böyle bir iş için sayıları pek çok, savaşa geliyorlar desem, pek az," demişti. Ama güneş batmaya kalmadan o gelenlerin, kendi adamlarına korkunç bir kanlı ders vererek kaçırmaya yettiğini gördü. Sayıca üstünlüğün yiğitlik karşısında bir anlam taşımadığına daha birçok örnek verilebilir; bundan da, bir devlette gerçek büyüklüğün temel ilkesi savaşçı bir halktır, sonucuna varmak doğru olur. "Para savaşın candamarıdır," diyen basmakalıp söz de, pazulardaki damarlar güçsüz, erler de kadınsı ise hiçbir işe yaramaz. Böbürlenerek altınlarını gösteren Kroesus'a7, Solon, pek yerinde olarak, şöyle der: "Buraya sizinkinden daha iyi bir demirle gelecek kimse, bütün bu altınların sahibi olur." Onun için, orduları gözüpek yiğit savaşçılardan kurulu olmayan krallar, savaş güçlerine pek güvenmesinler. Öte yandan, uyrukları savaşçı yaradılışta olan bir kral, gücüne güvenebilir, yeter ki uyrukları ona yardım kararında olsunlar. Yoksa kral, bu durumda yardıma çağıracağı paralı askerlerin desteğiyle, gelmiş geçmiş bütün örneklerde gördüğümüz gibi, bir süre için kanatlarını gerebilir, ama çok geçmez kanatların tüyleri dökülüverir.
Yahuda ile Issakar'ın, aynı halkla aynı ulusun, hem aslan yavrusu hem de iki yanı yüklü eşek olsun diye kutsanması8, hiç de böyle bir şeyin gerçekleşeceği anlamına gelmez; sırtına ağır bir vergi yükü bindirilmiş bir ulus da, ne yiğit olabilir ne de savaşçı. Evet, bir ülkede herkesin gönlüyle ödediği vergiler halkın yiğitliğini daha az zedeler: tıpkı Aşağı Ülkeler Birleşik Devletleri'ndeki birtakım dolaylı vergilerle, belli bir ölçüde İngiltere'deki yardımlı vergiler gibi. Şimdi bir ulusun kesesinden değil, yiğitliğinden söz ettiğimizi de unutmayın. Bir vergi ya da ödenti, ister halkın gönlüyle ister tepeden inme bir buyrukla konmuş olsun, eninde sonunda ucu gelir keseye dokunur. Ama halkın yiğitliği üstünde bu iki durumun etkisi birbirinden ayrıdır. Onun için, bu konuda, vergi yükü altında ezilen bir ulusun egemen bir ulus olmayacağı sonucuna varabilirsiniz.
Büyümek amacını güden devletlerin, soylu tabaka ile ileri gelenlerin sayıca çok hızlı artmalarına gözkulak olmaları gerekir, çünkü bu durum ortalama halkın köylüleşmesine, yüreksiz, yontulmamış sürülere dönüşmesine, kalburüstü tabakanın ırgadı durumuna düşmesine yol açar. Baltalık ormanlarda bile görebilirsiniz bunu, körpe fidanları çok sık bırakırsanız doğru dürüst odun yetişmez, çalı çırpı burur ortalığı. Tıpkı bunun gibi, bir ülkede kalburüstü tabaka genişledikçe halk bayağılaşır, özellikle ordunun candamarı olan piyade de yüz kişiden birinde bile savaş tolgası giyecek kafa olmaz, nüfus çoğalır ama güç azalır. Bu söylediğimi, İngiltere ile Fransa arasında yapılacak bir karşılaştırmadan daha iyi hiçbir şey gösteremez, İngiltere, nüfusu ile toprağı daha az olmakla birlikte, orta tabakasının askerliğe Fransız köylüsünden daha yatkın oluşundan dolayı, Fransa'yı altetmiştir. Kral VII. Henry'nin köylüler için tekörnek evlerde çiftlikler kurdurması (bunu onun yaşamöyküsünde de uzun uzun anlatmıştım) hayran kalınacak, sağlam bir tutumdur. Böylece herkese, bolluk içinde, kölelikten uzak bir yaşayış sağlayacak oranda toprak verilmiş, elindeki sabanla kendi toprağını sürmesi, başkasının ırgadı olmaması sağlanmıştı. Ancak bu yoldan, bir ülke Vergilius'un ilkçağ İtalya'sına yaraştırdığı niteliklere ulaşır:
"Terra potens armis atgue ubere glebae" 9
Benim bildiğime göre hemen hemen yalnız İngiltere'de bulunan, belki bir de Polonya dışında hiçbir yerde rastlanmayan bir durumu, bağımsız uşaklarla, soylu tabaka hizmetlerini görenlerin durumunu unutmamak gerekir. Savaşta bunlar özel toprak sahiplerinden hiç de geri kalmazlar. Bu bakımdan, soylu tabaka ile kalburüstü kişilerin göz kamaştırıcı tantanası, çevrelerinin kalabalığı, konukseverlikleri almış yürümüşse, böyle töreler savaş gücünü artırmaya yarar. Oysa soylu tabaka ile kalburüstü kişilerin kabuklarına çekilmiş tutumlu yaşamaları savaş gücünü de yoksul düşürür.
Ne olursa olsun, Nebukadnezar'ın düşündeki krallık ağacının gövdesi, dallarıyla budaklarını taşıyacak büyüklükte olmalı10, başka deyişle, bir krallığın ya da devletin yerli uyruklarının sayısı, yönettiği başka ülkelerdeki yabancı uyruklarının sayısına uygun bir oranda olmalıdır. Bu nedenle, uyrukluk hakkını özgürce dağıtan bütün devletler, başkalarına egemen olmaya layıktırlar. Ama, bir avuç insanın, en büyük yiğitlikle, en usta politikayla bile koca bir imparatorluğu elinde tutabileceği düşünülemez; bir süre tutar belki, ama sonunda birden yıkılıverir. Ispartalılar uyrukluk işinde çok daha sıkı davranırlardı, böylece kendi sınırları içinde oldukları sürece ayakta kalabildiler, ama yayıldıktan sonra, dallar gövdenin çekemeyeceği ölçüde ağırlaşınca, bir fırtınayla ansızın yıkılıverdiler. Yabancılara uyrukluk dağıtmakta en eliaçık devlet Roma Devleti olmuş, böylece de dünyanın en büyük imparatorluğunu kurmuştur. Roma'nın yöntemi, "jus civitatis" diye adlandırdıkları yurttaşlık hakkını en yüksek derecesiyle vermek, yalnız "jus commercii - ticaret hakkı", değil, "jus suffagii - seçme hakkı" ile "jus honorum - devlet görevlisi olma hakkı" da tanımaktı. Üstelik bu haklar yalnız tek kişilere değil, gerekirse bütün bir aileye, bütün bir kente, bütün bir ulusa verilebiliyordu. Buna bir de sömürgeler kurmayı, Roma soyundan aileleri yabancı ulusların topraklarına yerleştirmeyi ekleyin. Bu iki yöntemi bir arada düşünürseniz, Roma'nın dünyayı değil, dünyanın Roma'yı kaplamış olduğunu görürsünüz; yükselmenin en sağlam yolu da buydu, İspanya'nın bunca sömürgeyi bir avuç yerli İspanyolla nasıl elde tuttuğuna zaman zaman şaştığım olmuştur; ama İspanya'daki yerli uyruklardan oluşan ağacın gövdesi, Roma'nın ya da Isparta'nın ilk dönemlerindekinden kuşkusuz çok daha büyüktür. Ayrıca, İspanyollar uyrukluk vermekte Romalılar gibi eliaçık davranmamakla birlikte, buna hemen hemen denk bir yöntem kullanmışlar, kendi yerli ordularına yabancıları da, yerine göre en yüksek rütbelerle, almışlardır. Şu sıralarda yayınladıkları bir krallık yasasından anlaşıldığı üzre11, yerli uyruklarının azaldığını sezmiş durumdalar.
Bilindiği gibi, oturulan yerde yapılan, (kol ustalığından daha çok parmak ustalığını gerektiren) küçük sanatlarla ince işler, nitelikleri yönünden asker yaradılışına aykırı düşer. Onun için, çoğunlukla bütün savaşçı uluslar biraz tembeldirler, çalışmaktan çok tehlikeyi severler. Ama savaş güçlerini korumaları isteniyorsa, pek işe zorlamamak gerekir. Onun için, Isparta, Atina, Roma gibi ilkçağ devletlerinde bu gündelik elişlerinin görülmesinde çoğunlukla kölelerin kullanılması, çok yerinde düşünülmüş bir şeydi. Ama Hıristiyanlık bunu büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Buna en yakın yöntem, bu işlerin görülmesinde yabancıları kullanmak (bu amaçla da onları kolayca özümsemek), yerli halkı da genellikle üç kümeye ayırmaktı: toprak işçileri, bağımsız hizmetliler, bir de demircilik, duvarcılık, marangozluk gibi erkek gücü gerektiren, askerlik dışındaki ağır zanaatların işçileri.
Ancak, bir ulusun egemenliği ile büyüklüğü için en önemli şey, askerliği en onurlu iş, başlıca uğraş saymaktır. Buraya dek sözünü ettiğimiz şeyler, savaş yeteneğini kazanmanın yollarıdır, ama sürekli işlenmeyen bir yetenek neye yarar? Romulus, (söylentiye ya da efsaneye göre) ölürken Romalılara son söz olarak, her şeyden önce askerlikle uğraşmaları, dünyanın en büyük imparatorluğunu kurmaları öğüdünde bulunmuş. Isparta Devleti'nin yapısı ile kuruluşu da (pek bilgece olmamakla birlikte) bu amaca yönelmişti. Perslerle Makedonyalılar çok kısa bir süre böyle yönetilmişti. Galyalıların, Almanların, Çorların, Saksonların, Normanların daha başkalarının da böyle dönemleri olmuştur. Türkler, artık bir çöküş içinde olmakla birlikte, bugün bile böyledirler. Hıristiyan Avrupa ülkelerinden, bu özellik gerçekte yalnız İspanya'da göze çarpar. Ama, herkesin kendini en çok verdiği alanda ilerleyeceği ilkesi, üzerinde durulamayacak ölçüde apaçıktır. Yalnız, askerliği kesin uğraş edinmemiş bir ulusun, hiç yoktan yükselemeyeceğini belirtmekle yetineceğiz. Bu uğraşa sürekli olarak kendini vermiş ulusların, özellikle Romalılarla Türkler gibi, olağanüstü başarılar yarattıkları da, tarihin öğrettiği değişmez, bir gerçektir. Askerliği ancak belli bir dönemlerinde önemsemiş uluslar ise, bu süre içinde, askerlik alanındaki ustalıklarını yitirdikten çok sonra da sürecek bir büyüklük kazanmışlardır.
Bu konuyla çok yakından ilgili bir nokta, bir devlette silaha sarılmayı gerektirecek haklı nedenleri, ya da sözde haklı nedenleri belirten yasalarla törelere öncelik tanınmasıdır; çünkü insan yaradılışının temelinde yatan adalet duygusu, bir sürü yıkımlara yol açan herhangi bir savaşın, uydurma da olsa, bir neden ya da amaç olmaksızın başlatılmasına karşı kor. Türklerin elinde, savaşı haklı göstermek için, kendi yasalarıyla dinlerini yaymak gibi bir neden her zaman hazırdır. Romalılar imparatorluğun sınırlarını genişletmeyi komutanları için yüce bir onur sayarlardı, ama hiçbir zaman yalnız bu amaç uğruna savaş çıkarmazlardı. Büyümeyi amaçlayan uluslar şu noktaları gözden ırak tutamamalıdır: birincisi, sınır yurttaşlarına, tüccarlarına, elçilerine kötü davranılmasına göz yummamalıdır. İkincisi, dost ülkelere, tıpkı Romalılar gibi, tezelden yardım göndermeye her an hazır olmalıdır. Romalılar, dostları olan bir ülke başka ülkelerle de anlaşmış olsa, başı darda kalınca onlardan yardım istese, ötekilerin hepsinden önce davranır, bu onuru başkalarına kaptırmak istemezlerdi; öylesine ileri götürmüşlerdi bu işi. Eski çağlarda, bir devletin içindeki kümelerden biri adına, ya da başka bir ülkeye kendi yasalarını tartışmasız benimsetmek amacıyla çıkarılan savaşların nasıl haklı gösterilebileceğini ise, doğrusu bilemiyorum. Buna örnek olarak, Roma'nın Hellenlerin özgürlüğünü korumak uğruna; Lakedemonyalılarla Atinalıların da birtakım demokrasilerle oligarşileri kurmak ya da yıkmak uğruna açtıkları savaşlar; yabancıların, bir devletin uyruklarını sözde baskıdan, zorbalıktan kurtarmak, bir ülkede adaleti sağlamak, insanları korumak perdesi altında çıkardıkları savaşlar anılabilir. Kısacası, haklı bir durumda silaha sarılmaya hazır olmayan bir ülke yükselmekten umudu kesmelidir.
İşlemeyen bir insan bedeni nasıl sağlığını yitirirse, bir devlet de yitirir. Onun için, bir krallık ya da devletin açacağı haklı, onurlu bir savaş da gerçekte bir beden eğitimidir. İç savaşlar bedende yüksek ateşe benzer, ama yabancı ülkelerle yapılan savaşlar bir ısınma eğitimi olur, çünkü uyuşuk bir barış dönemi yiğitleri kadınlaştırır, töreleri yozlaştırır. Ancak, insanların mutluluğu yönünden neye malolursa olsun, bir devletin büyüklüğü uğruna, ordunun büyük kesimini silah altında bulundurmak gereklidir. Güçlü bir orduyu sürekli ayakta tutmak (oldukça, pahalı bir iş olmakla birlikte), genellikle ülkenin hakları, hiç değilse komşular arasında saygı kazanması bakımından en sağlam yoldur. Yüz yirmi yıldan beri, hemen hemen ülkesinin her kesiminde sürekli bir hazır ordu bulunduran İspanya'da görüldüğü gibi.
Denizlere egemen olmak, üstünlüğün temelidir. Cicero Atticus'a mektubunda Pompeius'un Caesar'a karşı yaptığı hazırlıktan söz ederken: "Consilium Pompeii plane Themistocleum est; putat enim qui mari potitur eum rerum potiri,"12 der. Pompeius kendine güvenerek bu yoldan ayrılmamış olsaydı, hiç kuşkusuz Caesar'ı yıldırırdı. Deniz savaşlarının büyük etkileri olduğu sugötürmez bir gerçektir. Actium13 savaşı dünyaya kimin egemen olacağını belli etti, Lepant savaşı da Türklerin büyümesini dizginledi. Deniz çarpışmalarının, bir savaşın bitimini belirlediğine birçok örnek vardır, ama bu çoğunlukla savaşı sürdüren krallarla devletlerin son umutlarını bu çarpışmaya bağladıkları durumlarda görülmüştür. Ancak, denize egemen olanın büyük bir özgürlük içinde olduğu, savaşlardan gönlünün dilediği yararı elde edeceği de tartışma götürmez. Oysa karada en güçlü devletler bile sık sık darda kalırlar. Bugünkü Avrupa'da bizim deniz üstünlüğümüz (Büyük Britanya'ya atalardan kalan en büyük armağanlardan biri) oldukça önemli bir yönümüzdür; çünkü hem bugünkü krallıkların çoğu yalnız kara devleti değil, geniş ölçüde denizlerle çevrilidir, hem de gerek Doğu gerekse Batı Hindistan'ın zenginliklerinin çoğu ancak deniz egemenliğiyle ele geçirilebileceğe benziyor.
Günümüzün savaşları, savaşçılara büyük ünler, onurlar kazandıran eski savaşların parıltısı yanında pek sönük kalır. Savaşçıları yüreklendirmek için şimdi de birtakım sanlar, şövalyelik nişanları veriliyor, ama bunlar asker olana da bağışlanıyor, olmayana da: savaşçı armalarına nişanlar takıldığı gibi, takılan nişanlar, yaralı askerlere açılan hastaneler, savaşın kazanıldığı yerlere yığılan ganimetler, savaşta ölenlerin gömülme tö'renlerinde yapılan övgüler, onların adına dikilen anıtlar, savaşçılara takılan çelenklerle taçlar, önderlere verilen, sonradan büyük kralların da benimsedikleri "imparator" sanı, komutanlara dönüşlerinde yapılan tören alayları, ordunun terhisinde erlere dağıtılan bağışlarla armağanlar, herkesin yiğitlik damarını coşturacak şeylerdi. Ama Romalıların tören alayları yalnız kuru gösteriş değil, çok bilgece düzenlenmiş, en güzel, en yerinde törenlerden biriydi. Bu alaylarda üç şey yapılırdı: komutanlar onurlandırılır, getirilen ganimetler devlet hazinesine verilir, orduya da bağışlar yapılırdı. Ama böyle tören alayları şimdiki kralların işine gelmez belki, alayın başında kendileri ya da oğulları geçsin isterler; tipti sonraları, kazanılan savaşları kendilerinin ya da oğullarının tekelinde sayan, uyruklarının kazandığı savaşlar karşısında komutanlara tören urbalarıyla nişanlardan başka bir şey bırakmayan Roma imparatorlarının yaptığı gibi.
Sonuca bağlarsak, hiç kimse (Kutsal Kitap'da söylendiği gibi) "çabalamakla bedenin ölçüsünü bir arşın daha uzatamaz,"14 ama bedenin daha büyük ölçüde bir örneği olan krallıklarla bağımsız devletlerde ülkeyi yükseltip genişletmek, krallarla devlet başkanlarının elindedir: çünkü yukarda belirttiğimiz türden yasalar, koşullar, töreler koymakla, kendilerinden sonra gelecekler için büyük bir devletin tohumlarını atmış olurlar. Ama bu noktalara çoğunlukla gereken önem verilmez, işler oluruna bırakılır.
Notlar
1- Plutarkhos, Themistokles, 2; Kimon, 9.
2- "İşinin dengi." Tacitus, Annales, VI, 39; XVI, 18.
3- Kutsal Kitap, Matta, XIII, 31, 32. "İsa onların önüne başka bir mesel koyup dedi: Göklerin melekûtu, bir adamın alıp tarlasına ektiği bir hardal tanesine benzer, o tane ki, bütün tanelerin en küçüğüdür; fakat büyüyünce gelip onun dallarında yerleşirler."
4- Vergilius, Bucolica VII, 52.
5- Plutarkhos, Alexander, 31.
6- Tigranes, kendini "Krallar Kralı" diye adlandırmış bir Ermeni kralıydı. Romalı konsül Lucullus komutasındaki küçük bir ordu karşısında bozguna uğramış (İ.Ö. 63), kayınpederi Pontus kralı Mithridates'e sığınmak zorunda kalmıştı. Alıntı Plutarkhos'tandır (Lucullus 27).
7- Kroesus İ.Ö. VII. yüzyılda yaşamış, zenginliğiyle çok ünlü Lidya kralıydı. Atina'nın ünlü yasa koyucusu, eski Yunan'ın yedi büyük bilgesinden biri olan Solon, Kroesus'un Sardis'te konuğu olmuştu.
8- Kutsal Kitap, Tekvin, XLIX, 9-16.
9- "Ordularıyla, toprağının verimliliğiyle güçlü bir ülke." Aeneis, I, 531.
10- Kutsal Kitap, Daniel, IV, 10-12. "Yatağımın üzerinde başımın rüyetleri şöyle idi: Baktım, ve işte, dünyanın ortasında bir ağaç vardı, ve çok yüksekti. Ağaç büyüdü ve gelişti, ve boyu göklere erişti, ve bütün yerin ucuna kadar görülüyordu. Yaprakları güzel ve meyvesi çoktu ve onda herkes için yiyecek vardı; kırın hayvanları altında gölgelendiler, ve göklerin kuşları onun dallarına kondular, ve bütün beşer ondan yedi."
11- İspanya Kralı IV. Philipp, tahta çıkışından hemen sonra, 1612'de çiftçilikle küçük zanaatları korumak için birtakım yasalar çıkarmış, bu arada evlilerle, en az altı çocuğu olanlara belli ayrıcalıklar tanımıştı.
12- "Pompeius'un tutumu Themistokles'inki gibi tıpkı, o da denizlere egemen olanın her şeye egemen olacağına inanıyor." Cicero, Ad Atticum, X, 8.
13- Actium savaşı Augustus ile Antonius arasında İ.Ö. 31'de olmuş, Augustus kazanmıştı.
14- Kutsal Kitap, Matta, VI, 27; Luka, XII, 25.