3. Problemin çagdaş bir tarzda ortaya konulması: İnsanın saygınlıgı ve gelecegi
|
Materyalizmin eleştirisi bizi bir hümanizmin zorunlu oldugunu ileri sürmeye götürmekle birlikte şimdi bu hümanizmi yorumlamak, onun metafizik anlamını açıklıga kavuşturmak gerekmektedir. Çünkü gerçekten de insanın saygınlıgına inanmak, zorunlu olarak insan için bir gelecek kabul etmeyi gerektirmez.
Gerçekten Nietzsche’den çıkmış olan tüm bir çagdaş hümanizm akımı, insanın saçmalıgını ve "terk edilmişligi"ni, yani Tanrı’nın ölmüş oldugu bir dünyada onun tek başına kalmışlıgını ilan eder.İnsanın gelecegine inanmaksa, bunun tersine, onu bir bütün içine, Karl Jaspers’in dedigi gibi, içinde insanın macerasının bir anlam kazandıgı, insanın artık terk edilmemiş oldugu bir "toplayıcı" içine yerleştirmek demektir. Bu ise (Hıristiyan bakış açısı içinde) bir tanrıbilim veya hiç olmazsa (Marksistlerde oldugu gibi) belki tanrıbilimin üstü örtük bir biçiminden başka bir şey olmayan bir tarih felsefesi gerektirir.
1. Nietzsche’de ve onun tanrıtanımaz "varoluşçu" izleyicilerinde, örnegin Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Andre Malraux’da insanın saygınlıgı, Tanrı’nın ölümüyle, önceden hazırlanmış bir gelecegin reddiyle birlikte ileri sürülür. Etienne Borne çok yerinde olarak "çagdaş tanrıtanmazcılıgın insanın bütünsel bir tasdikini Tanrı’yı inkarda aradıgını" söylemektedir.
Nietzsche’nin parlak bildirileri bilinmektedir: “Üstün insanlar, bu Tanrı sizin için en büyük tehlike olmuştur. O ancak mezarında yattıgından bu yana siz yeniden hayata kavuştunuz. Ancak şimdi büyük ögle vakti gelmektedir. Şimdi üstün insan, efendi olmaktadır. Ancak şimdi insanın geleceginin dagı sonuçlarını doguracaktır. Tanrı öldü. Şimdi üstün insanın yaşamasını istiyoruz." Sartre’da da aynı durum söz konusudur:İnsanın özgürlügü Tanrı’nın ölmesini gerektirir. Kahramanca bir biçimde terk edilmişligini üstlenerek tanrılaşacak olan, insanın kendisidir. İnsanın "öz"ü, dogası yoktur. O, eylemlerini yarattıgı gibi kendini de ideal olarak yaratır. Sorumlulugu tamdır. Hayatına Tanrı’nın ölümünün elinden aldıgı anlamı verecek degerleri o kendisinden, yalnızca kendisinden çıkarır. Ama insan özgür bir biçimde hayatıyla ilgili bir anlam yaratabilir mi? Varoluşçuluk böylece her hangi bir şeyi dogrulamakta degil midir?
Aslında Sartre’ın eserleri ve "o davaya baglanmalar"ı, "yaratılan degerler"in hümanizmin geleneksel degerleri oldugunu göstermektedir. Bunlar adalet ideali, bütün insanların daha mutlu olacakları bir toplumun inşa edilmesidir. Bununla birlikte saçma, yabancı ve "insandan rahatça vazgeçmesi mümkün olan" bir dünyada bu degerlerin peşinden koşulması Malraux ve Camus’nün de eserlerinde ortaya çıkan trajik bir görüntü kazanmaktadır. Malraux, dünya hakkında bize çok karamsar bir görüş sunmaktadır: Onun romanlarında savaşlar, baskılar, işkenceler ve özellikle her yerde ufukta görülen ölüm korkusu saçma felsefesinin tablosunun arka fonunu oluşturmaktadır. Evren insana keşfedilebilir hiçbir gelecek sunar gibi görünmemektedir. Ama bu gene de eylemden vazgeçmek için bir neden degildir. Malraux’nun İspanyol cumhuriyetçilerin yenilgisini anlatan romanının adının Umut olması dikkat çekicidir.
Neden eylem? Çünkü eylem, her şeye ragmen, insanın özgürlügünü ifade eder. Devrimin degerini oluşturan, herhangi bir siyasal amaç degildir, başkaldırı ve özgürlügün ortaya konmasıdır. Böylece devrimci eylem, sonuçlarından çok bir davranış olması bakımından degerlendirilir.İnsanlık durumunun saçmalıgına bir cevap olan Malraux’nun hümanizmi ancak estetik bir hümanizm olabilir. Bundan dolayı Sessizligin Sesi’nin yazarı için sanat eserinin tanıklıgını yaptıgı şey özgürlügünün kendisidir. Ressam, heykeltraş duygularına, acılarına, diger insanlar gibi maruz kaldıkları evrenin yüküne uyum ve güzellik kazandırarak kör evren üzerine özgür insanın damgasını basarlar. "Sanat, bir karşıtkaderdir", anlamını kaybetmiş bir dünyada metafizikçilerin iflasından sonra elimizde kalan tek "mutlak deger"dir.
2. Ancak başka bazı hümanistler insan eylemine bir ereksellik ve etkili olma şansı tanımaktadırlar. Bununla marksistleri kastediyoruz. Şüphesiz bunlarda da Nietzsche ve ondan sonra gelen varoluşçu ardıllarında oldugu gibi insanın varlıgını ortaya koyan şey, Tanrı’nın inkarıdır. Çünkü Marx’a göre "İnsan ancak varlıgını kendine borçlu oldugunda kendi efendisi olabilir". Marx’ın müjdecisi olan Feuerbach, insana ancak Tanrı’nın elinden alınan şeyin verilebilecegini söylemekteydi. Bununla birlikte marksist insan, bundan dolayı saçma bir dünyada faydasız eylemler yapan nedensiz bir özgürlüge eşit kılınmaz. Marksizmin insanı bir dogası, doyurması gereken ihtiyaçları, talepleri olan bir insandır. Onda insan, aklını, kalbini ve içgüdülerini doyurabilecek bir insani düzeni düşler. Bu adalet ve mutluluk rüyası önceleri gerçekten bir rüyadan başka bir şey degildir ve insan kendini düşman bir doga ve kötü organize olmuş bir toplumda "yabancılaşmış" olarak bulur. Bu toplumda üretim araçlarının özel mülkiyeti ve toplumsal sınıflar arasındaki ayrım, insanın insan tarafından sömürülmesinin çeşitli biçimlerini (antik kölelik, feodal serflik ve çagdaş işçi sınıfının durumu) ortaya koyar.
Ancak bilim ve teknik, insana bütün bu engellerin üstesinden gelmek ve eksiksiz olarak kendini gerçekleştirmek suretiyle yabancılaşmadan kurtulma imkanını verir. Çünkü insan ancak uzun bir tarihin sonunda, "sınıfsız bir toplumu" yaratma amacında olan devrimden sonra, gerçekten kendisi olacaktır. Teknik sayesinde doganın efendisi, adil bir toplumun mutlu yurttaşı haline gelecek olan gerçekten insan olan insan, tarihi süreç içinde insani çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkacaktır.İnsan tarih boyunca teknikleri aracılıgıyla kelimenin gerçek anlamında kendini yaratır. Prometheusçu akılcılıgın mirasçısı olan marksist felsefe, tapınma tutumunun ("Tanrım, iraden yerine gelsin!") yerine çalışmaya tapmayı geçirdigi için bilinçli olarak mistiklik karşıtıdır. Onda artık güvenen bir dindarca tutum içindeİnayet’ın akışını seyretmek söz konusu degildir; tersine bizden istenen kendisini insana layık bir hale getirmek için "dünyayı degiştirmek"tir.
Bununla birlikte marksist tutum içinde dinsel iyimserlikten bir şeyler vardır -ancak bu şey, başka bir plana aktarılmış olarak vardır-. Onda insanın kendisiyle ve dogayla barışması umudu ve beklentisi vardır. Bir Camus’de, Malraux’da ruhun, insan yüreginin talepleriyle tarihin trajik ve saçma gerçekleri arasında her zaman acı verici bir uçurum olmasına karşılık, Marx’ta sınıfsız mutlu bir toplumun ilanı nesnel bilimsel bir öngörü olarak sunulur. Kapitalizmin çelişkileri "dogadaki degişmeleri yöneten zorunlulukla" proletarya devrimini ve komünist toplumu doguracaktır. Devrim şüphesiz insan özgürlügünün eseridir, ama o "insanlıgın kendi önüne ancak çözebilecegi problemleri koyması"ndan dolayı tarihin zorunlulugu içine kazınmış bulunmaktadır.
Marx’ın Hegel’in ögrencisi oldugunu unutmayalım. Hegel için oluşun, kendisinin eksiksiz varlıgına, eksiksiz bilincine varmak üzere birbirini izleyen aşamalardan geçerek gelişen ve gerçekleşen Ruh’un bir yolculugundan ibaret oldugunu unutmayalım. Ruh tüm saflıgında kendini ancak tarihin sonunda açıga vurdugu için her halk, her uygarlık bir tür Ruh’un bu ilerleyişinin bir safhasını gerçekleştirme ödevine sahiptir. Şüphesiz Marx hegelci idealizmi eleştirir: Marx için ta baştan itibaren doga haline gelen ve tarihe hayat veren Fikir degildir, tersine bilinç, fikirler, hareket halindeki maddenin geç bir ürünüdürler.
Ama öte yandan Hegel gibi Marx da ilerlemeye inanır. O, hegelci panteizmin "Ne ki gerçektir, akılsaldır; ne ki akılsaldır, gerçektir" ana sloganının yanlış oldugunu söylemez. Oluş, diyalektiktir, yani aşılan çelişkilerle ilerler. Tezden antiteze ve senteze giden bu diyalektik mantık, gerçek oluşta ve insan düşüncesinde ortaktır. Burada akılla saçma bir dünya arasında artık bir çelişki yoktur. Ruh, oluşla barışır ve tarihteki sıçramalar sonunda insanın ölçülerine göre olan bir dünyayı meydana getirecektir. O halde marksist bakış açısı içinde insanın bir geleceginden söz edebiliriz; çünkü tarihin bir anlamı vardır, o insanlıgı "parlak yarınlar"a hazırlar. Ve "sınıfsız toplum"un gelecegi marksist felsefede, ruhçu inançlarda "öte dünya"nın oynadıgı rolü oynar.
3. Tarih felsefesinin kılık degiştirmiş bir tanrıbilim olarak ortaya çıkmasına karşılık günümüzde Hıristiyan tanrıbilimi de kendi payına, kendisini bir tarih felsefesi olarak sunmaktan çekinmemektedir. Her şeyden önce çagdaş tanrıbilimciler dinsel bakış açısıyla yapıcı bir hümanizmin talepleri arasında hiçbir uyuşmazlık görmemektedirler. Sürekli olarak Eski Ahit’teki Yaratım kısmında yeralan ve insanın dünyaya Tanrı tarafından onu işlemesi, ona tam olarak hakim olması için yaratılmış oldugunu söyleyen pasaj hatırlatılmaktadır. Böylece bu Hıristiyan tanrıbilimine göre insanın teknikle ilgili macerasının tanrısal öngörüye karşı dinsizce bir başkaldırma olarak ortaya çıkması şöyle dursun, o, Rabb’in arzularına gerçek bir boyun egmedir. O halde çagdaş bilimin başarıları da Hıristiyanın ruhsal hayatının aktif hanesine kaydedilecektir. Bugün artık tartışılmayan evrim kuramı (Papalıgın humani generis bildirisi Katoliklerin evrim kuramını kabul etmelerine izin vermektedir) tanrısal yaratımın işleyişine daha iyi nüfuz etmemize imkan vermekte degil midir? Teilhard de Chardin gibi büyük bir bilim adamında evrimin verileri Hıristiyan bir tarih felsefesine gerçek bir girişi teşkil etmekte ve bizi dinin insanın gelecegi üzerine ögretilerini kavramaya hazırlamaktadır.
Çünkü Teilhard, her şeyden önce, evrimi oldugu gibi göz önüne almak ve her türlü felsefi ve tanrıbilimsel yorumdan önce gerçekten bize verilmiş olanı, deneyde tartışmasız bir biçimde ortaya çıkanı incelemek istemektedir. O, insanla ilgili her türlü varsayımdan önce "insan olayı"ndan hareket etmektedir. "İnsan olayı" ise belli bir dogrultusu olan muazzam bir tarihin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. O, önce madeni, sonra bitkisel, daha sonra hayvansal olan madde sırasıyla gitgide daha karmaşık, fiziksel olarak daha az muhtemel formlar kazanmıştır. Hayvan türlerinin "büyük sıçramalarla bir tabakadan digerine" evrimleşmesi süresince sinir sistemi aralıksız olarak gelişmiş, çeşitlenmiştir. Bu sürecin sonunda bilinç ortaya çıkmıştır. Böylece "en basit atomdan en yüksek canlılara kadar evrenin apaçık olarak belli bir yöne dogru giden ve yükselen tek bir büyük dizi olarak düzenlenmiş oldugu"nu bize gösteren, bizzat olayların pozitif incelenmesidir. Bu evrim insanın tarihinde devam etmektedir.İnsan henüz gerçekleşmemiştir. Onun "insanlaşma"sını gerçekleştirmesi, yaratıcısına kavuşması için daha yapacagı çok şey, katedecegi çok mesafe vardır. Çünkü evrim, yaratımın gerçek yüzünden başka bir şey degildir.
Marksist bakış açısında oldugu gibi bu bakış açısında da insan türünün bir gelecegi söz konusu ise de acaba insan bireyinin bir gelecegi var mıdır? Hıristiyan inancının sonucu olarak Teilhard bundan emindir. Ama deney ve akıldan hareketle yalnızca felsefe birey olarak insanın gelecegine ve ölümsüzlügüne inancı yaratabilir mi?
Önce ölümsüzlük arzusunun kendisinden utanmamız gereken tamamen bencil bir istek olmadıgını kabul edelim. Bazıları birey olarak insanın önemli tek şey olan insanlıga seve seve kendini feda etmesi gerektigini söylemektedir. Ancak insanlık yalnızca her bireyin bilincinde yaşayan bir şeydir. Onun dışında insanlık, bir soyutlamadan başka bir şey degildir. Ünlü bir tartışmada Leon Brunschvicg, kişinin ölümsüzlügünü savunan Gabriel Marcel’e küçümseyici bir havayla şöyle demekteydi: "Gabriel Marcel’in ölümsüzlügünün Bay Gabriel Marcel’i Leon Brunschvicg’in ölümünün Bay Brunschvicg’i ilgilendirdiginden çok daha fazla ilgilendirdigini sanıyorum." Gabriel Marcel buna kendisini ilgilendiren şeyin, başkalarının ölümsüzlügü oldugu cevabını vermiştir. Sevdigimiz insanların nihai ölümünü kabul etmek, "onları ölüme terk etmek" ve dolayısıyla en çıkar gütmeyen, en cömert duygularımıza saçmalık damgasını vurmak degil midir?
Teilhard de Chardin, dinin bildirilerini bir yana bıraksak bile bireyin ölümsüzlügünün evrimin kendi mantıgı içinde var oldugunu düşünmektedir. Gerçekten bilinçli bir bireyin ölümü, ana dogrultusu mükemmel bir biçimde uyumlu görünen bir evrimde bir "yapım hatası" ortaya koyar gibi görünmektedir. Eger ölümün kesinliginden, nihailiginden emin olursak "dünya, kendisinden dogan bilincin akıl çagına eriştigi her seferinde, bundan bıkkınlık duyup kendini kaybetmek gibi kabul edilemez bir durumda kendini bulacaktır". O zaman her evrimin amacı tek mükemmelligi hayvanların hiç olmazsa bilmeme şansına sahip oldukları bir zalimce durumu bilmek olan hem ölümlü, hem bilinçli bir varlık meydana getirmek olmayacak mıdır?
Ama bu tür düşünceler kanıt degildir. Öte yandan bilinçli varlıgın ölümü evrendeki tek canavarlık da degildir. Dostoyevski’nin o zamandan bu yana aşılmamış olan bir saglamlıkla işaret ettigi gibi, karşılıgında sunulan telafiler ne olursa olsun, masum bir çocugun acısı iyi bir Tanrı tarafından yaratılmış bir dünyada en büyük bir rezalet olarak kalmaktadır. Gerçekten insan bireyinin gelecegine her türlü inanç bir iman eylemi gerektirir.
Şüphesiz insan türünün gelecegiyle ilgili olarak da aynı şeyleri söyleyebiliriz. Yalnız başına akıl açısından bakarsak, çagdaş savaş silahlarının kendisine verdigi inanılmaz güçle insanlıgın kendi kendisini ortadan kaldırması mümkündür.
Kapitalizmin arkasından gelecek ekonomik rejimin, insanlıgın gelişmesine daha yararlı olmaması da mümkündür. Dünyayı yanlışlar da yönetmektedir. Bir tanrıbilim veya tarih felsefesi çerçevesinde insanın gelecegi kuramı bir inanma fiili gerektirir. Maurice Merleau-Ponty şöyle der: "İnanma fiili, dünyanın karışık söylemini belirli bir söze dönüştürür... Mümin, devrimci, savaşlarının Gök’te veya Tarih’te şimdiden kazanılmış oldugunu düşünür." Sadece kendi imkanlarıyla baş başa kalmış olan akılcı felsefe ancak insanın saygınlıgını ileri sürebilir. Onun gelecegi ise kendisi için bir bilmece olarak kalmaya devam eder.
Gerçekten Nietzsche’den çıkmış olan tüm bir çagdaş hümanizm akımı, insanın saçmalıgını ve "terk edilmişligi"ni, yani Tanrı’nın ölmüş oldugu bir dünyada onun tek başına kalmışlıgını ilan eder.İnsanın gelecegine inanmaksa, bunun tersine, onu bir bütün içine, Karl Jaspers’in dedigi gibi, içinde insanın macerasının bir anlam kazandıgı, insanın artık terk edilmemiş oldugu bir "toplayıcı" içine yerleştirmek demektir. Bu ise (Hıristiyan bakış açısı içinde) bir tanrıbilim veya hiç olmazsa (Marksistlerde oldugu gibi) belki tanrıbilimin üstü örtük bir biçiminden başka bir şey olmayan bir tarih felsefesi gerektirir.
1. Nietzsche’de ve onun tanrıtanımaz "varoluşçu" izleyicilerinde, örnegin Jean-Paul Sartre, Albert Camus, Andre Malraux’da insanın saygınlıgı, Tanrı’nın ölümüyle, önceden hazırlanmış bir gelecegin reddiyle birlikte ileri sürülür. Etienne Borne çok yerinde olarak "çagdaş tanrıtanmazcılıgın insanın bütünsel bir tasdikini Tanrı’yı inkarda aradıgını" söylemektedir.
Nietzsche’nin parlak bildirileri bilinmektedir: “Üstün insanlar, bu Tanrı sizin için en büyük tehlike olmuştur. O ancak mezarında yattıgından bu yana siz yeniden hayata kavuştunuz. Ancak şimdi büyük ögle vakti gelmektedir. Şimdi üstün insan, efendi olmaktadır. Ancak şimdi insanın geleceginin dagı sonuçlarını doguracaktır. Tanrı öldü. Şimdi üstün insanın yaşamasını istiyoruz." Sartre’da da aynı durum söz konusudur:İnsanın özgürlügü Tanrı’nın ölmesini gerektirir. Kahramanca bir biçimde terk edilmişligini üstlenerek tanrılaşacak olan, insanın kendisidir. İnsanın "öz"ü, dogası yoktur. O, eylemlerini yarattıgı gibi kendini de ideal olarak yaratır. Sorumlulugu tamdır. Hayatına Tanrı’nın ölümünün elinden aldıgı anlamı verecek degerleri o kendisinden, yalnızca kendisinden çıkarır. Ama insan özgür bir biçimde hayatıyla ilgili bir anlam yaratabilir mi? Varoluşçuluk böylece her hangi bir şeyi dogrulamakta degil midir?
Aslında Sartre’ın eserleri ve "o davaya baglanmalar"ı, "yaratılan degerler"in hümanizmin geleneksel degerleri oldugunu göstermektedir. Bunlar adalet ideali, bütün insanların daha mutlu olacakları bir toplumun inşa edilmesidir. Bununla birlikte saçma, yabancı ve "insandan rahatça vazgeçmesi mümkün olan" bir dünyada bu degerlerin peşinden koşulması Malraux ve Camus’nün de eserlerinde ortaya çıkan trajik bir görüntü kazanmaktadır. Malraux, dünya hakkında bize çok karamsar bir görüş sunmaktadır: Onun romanlarında savaşlar, baskılar, işkenceler ve özellikle her yerde ufukta görülen ölüm korkusu saçma felsefesinin tablosunun arka fonunu oluşturmaktadır. Evren insana keşfedilebilir hiçbir gelecek sunar gibi görünmemektedir. Ama bu gene de eylemden vazgeçmek için bir neden degildir. Malraux’nun İspanyol cumhuriyetçilerin yenilgisini anlatan romanının adının Umut olması dikkat çekicidir.
Neden eylem? Çünkü eylem, her şeye ragmen, insanın özgürlügünü ifade eder. Devrimin degerini oluşturan, herhangi bir siyasal amaç degildir, başkaldırı ve özgürlügün ortaya konmasıdır. Böylece devrimci eylem, sonuçlarından çok bir davranış olması bakımından degerlendirilir.İnsanlık durumunun saçmalıgına bir cevap olan Malraux’nun hümanizmi ancak estetik bir hümanizm olabilir. Bundan dolayı Sessizligin Sesi’nin yazarı için sanat eserinin tanıklıgını yaptıgı şey özgürlügünün kendisidir. Ressam, heykeltraş duygularına, acılarına, diger insanlar gibi maruz kaldıkları evrenin yüküne uyum ve güzellik kazandırarak kör evren üzerine özgür insanın damgasını basarlar. "Sanat, bir karşıtkaderdir", anlamını kaybetmiş bir dünyada metafizikçilerin iflasından sonra elimizde kalan tek "mutlak deger"dir.
2. Ancak başka bazı hümanistler insan eylemine bir ereksellik ve etkili olma şansı tanımaktadırlar. Bununla marksistleri kastediyoruz. Şüphesiz bunlarda da Nietzsche ve ondan sonra gelen varoluşçu ardıllarında oldugu gibi insanın varlıgını ortaya koyan şey, Tanrı’nın inkarıdır. Çünkü Marx’a göre "İnsan ancak varlıgını kendine borçlu oldugunda kendi efendisi olabilir". Marx’ın müjdecisi olan Feuerbach, insana ancak Tanrı’nın elinden alınan şeyin verilebilecegini söylemekteydi. Bununla birlikte marksist insan, bundan dolayı saçma bir dünyada faydasız eylemler yapan nedensiz bir özgürlüge eşit kılınmaz. Marksizmin insanı bir dogası, doyurması gereken ihtiyaçları, talepleri olan bir insandır. Onda insan, aklını, kalbini ve içgüdülerini doyurabilecek bir insani düzeni düşler. Bu adalet ve mutluluk rüyası önceleri gerçekten bir rüyadan başka bir şey degildir ve insan kendini düşman bir doga ve kötü organize olmuş bir toplumda "yabancılaşmış" olarak bulur. Bu toplumda üretim araçlarının özel mülkiyeti ve toplumsal sınıflar arasındaki ayrım, insanın insan tarafından sömürülmesinin çeşitli biçimlerini (antik kölelik, feodal serflik ve çagdaş işçi sınıfının durumu) ortaya koyar.
Ancak bilim ve teknik, insana bütün bu engellerin üstesinden gelmek ve eksiksiz olarak kendini gerçekleştirmek suretiyle yabancılaşmadan kurtulma imkanını verir. Çünkü insan ancak uzun bir tarihin sonunda, "sınıfsız bir toplumu" yaratma amacında olan devrimden sonra, gerçekten kendisi olacaktır. Teknik sayesinde doganın efendisi, adil bir toplumun mutlu yurttaşı haline gelecek olan gerçekten insan olan insan, tarihi süreç içinde insani çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkacaktır.İnsan tarih boyunca teknikleri aracılıgıyla kelimenin gerçek anlamında kendini yaratır. Prometheusçu akılcılıgın mirasçısı olan marksist felsefe, tapınma tutumunun ("Tanrım, iraden yerine gelsin!") yerine çalışmaya tapmayı geçirdigi için bilinçli olarak mistiklik karşıtıdır. Onda artık güvenen bir dindarca tutum içindeİnayet’ın akışını seyretmek söz konusu degildir; tersine bizden istenen kendisini insana layık bir hale getirmek için "dünyayı degiştirmek"tir.
Bununla birlikte marksist tutum içinde dinsel iyimserlikten bir şeyler vardır -ancak bu şey, başka bir plana aktarılmış olarak vardır-. Onda insanın kendisiyle ve dogayla barışması umudu ve beklentisi vardır. Bir Camus’de, Malraux’da ruhun, insan yüreginin talepleriyle tarihin trajik ve saçma gerçekleri arasında her zaman acı verici bir uçurum olmasına karşılık, Marx’ta sınıfsız mutlu bir toplumun ilanı nesnel bilimsel bir öngörü olarak sunulur. Kapitalizmin çelişkileri "dogadaki degişmeleri yöneten zorunlulukla" proletarya devrimini ve komünist toplumu doguracaktır. Devrim şüphesiz insan özgürlügünün eseridir, ama o "insanlıgın kendi önüne ancak çözebilecegi problemleri koyması"ndan dolayı tarihin zorunlulugu içine kazınmış bulunmaktadır.
Marx’ın Hegel’in ögrencisi oldugunu unutmayalım. Hegel için oluşun, kendisinin eksiksiz varlıgına, eksiksiz bilincine varmak üzere birbirini izleyen aşamalardan geçerek gelişen ve gerçekleşen Ruh’un bir yolculugundan ibaret oldugunu unutmayalım. Ruh tüm saflıgında kendini ancak tarihin sonunda açıga vurdugu için her halk, her uygarlık bir tür Ruh’un bu ilerleyişinin bir safhasını gerçekleştirme ödevine sahiptir. Şüphesiz Marx hegelci idealizmi eleştirir: Marx için ta baştan itibaren doga haline gelen ve tarihe hayat veren Fikir degildir, tersine bilinç, fikirler, hareket halindeki maddenin geç bir ürünüdürler.
Ama öte yandan Hegel gibi Marx da ilerlemeye inanır. O, hegelci panteizmin "Ne ki gerçektir, akılsaldır; ne ki akılsaldır, gerçektir" ana sloganının yanlış oldugunu söylemez. Oluş, diyalektiktir, yani aşılan çelişkilerle ilerler. Tezden antiteze ve senteze giden bu diyalektik mantık, gerçek oluşta ve insan düşüncesinde ortaktır. Burada akılla saçma bir dünya arasında artık bir çelişki yoktur. Ruh, oluşla barışır ve tarihteki sıçramalar sonunda insanın ölçülerine göre olan bir dünyayı meydana getirecektir. O halde marksist bakış açısı içinde insanın bir geleceginden söz edebiliriz; çünkü tarihin bir anlamı vardır, o insanlıgı "parlak yarınlar"a hazırlar. Ve "sınıfsız toplum"un gelecegi marksist felsefede, ruhçu inançlarda "öte dünya"nın oynadıgı rolü oynar.
3. Tarih felsefesinin kılık degiştirmiş bir tanrıbilim olarak ortaya çıkmasına karşılık günümüzde Hıristiyan tanrıbilimi de kendi payına, kendisini bir tarih felsefesi olarak sunmaktan çekinmemektedir. Her şeyden önce çagdaş tanrıbilimciler dinsel bakış açısıyla yapıcı bir hümanizmin talepleri arasında hiçbir uyuşmazlık görmemektedirler. Sürekli olarak Eski Ahit’teki Yaratım kısmında yeralan ve insanın dünyaya Tanrı tarafından onu işlemesi, ona tam olarak hakim olması için yaratılmış oldugunu söyleyen pasaj hatırlatılmaktadır. Böylece bu Hıristiyan tanrıbilimine göre insanın teknikle ilgili macerasının tanrısal öngörüye karşı dinsizce bir başkaldırma olarak ortaya çıkması şöyle dursun, o, Rabb’in arzularına gerçek bir boyun egmedir. O halde çagdaş bilimin başarıları da Hıristiyanın ruhsal hayatının aktif hanesine kaydedilecektir. Bugün artık tartışılmayan evrim kuramı (Papalıgın humani generis bildirisi Katoliklerin evrim kuramını kabul etmelerine izin vermektedir) tanrısal yaratımın işleyişine daha iyi nüfuz etmemize imkan vermekte degil midir? Teilhard de Chardin gibi büyük bir bilim adamında evrimin verileri Hıristiyan bir tarih felsefesine gerçek bir girişi teşkil etmekte ve bizi dinin insanın gelecegi üzerine ögretilerini kavramaya hazırlamaktadır.
Çünkü Teilhard, her şeyden önce, evrimi oldugu gibi göz önüne almak ve her türlü felsefi ve tanrıbilimsel yorumdan önce gerçekten bize verilmiş olanı, deneyde tartışmasız bir biçimde ortaya çıkanı incelemek istemektedir. O, insanla ilgili her türlü varsayımdan önce "insan olayı"ndan hareket etmektedir. "İnsan olayı" ise belli bir dogrultusu olan muazzam bir tarihin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. O, önce madeni, sonra bitkisel, daha sonra hayvansal olan madde sırasıyla gitgide daha karmaşık, fiziksel olarak daha az muhtemel formlar kazanmıştır. Hayvan türlerinin "büyük sıçramalarla bir tabakadan digerine" evrimleşmesi süresince sinir sistemi aralıksız olarak gelişmiş, çeşitlenmiştir. Bu sürecin sonunda bilinç ortaya çıkmıştır. Böylece "en basit atomdan en yüksek canlılara kadar evrenin apaçık olarak belli bir yöne dogru giden ve yükselen tek bir büyük dizi olarak düzenlenmiş oldugu"nu bize gösteren, bizzat olayların pozitif incelenmesidir. Bu evrim insanın tarihinde devam etmektedir.İnsan henüz gerçekleşmemiştir. Onun "insanlaşma"sını gerçekleştirmesi, yaratıcısına kavuşması için daha yapacagı çok şey, katedecegi çok mesafe vardır. Çünkü evrim, yaratımın gerçek yüzünden başka bir şey degildir.
Marksist bakış açısında oldugu gibi bu bakış açısında da insan türünün bir gelecegi söz konusu ise de acaba insan bireyinin bir gelecegi var mıdır? Hıristiyan inancının sonucu olarak Teilhard bundan emindir. Ama deney ve akıldan hareketle yalnızca felsefe birey olarak insanın gelecegine ve ölümsüzlügüne inancı yaratabilir mi?
Önce ölümsüzlük arzusunun kendisinden utanmamız gereken tamamen bencil bir istek olmadıgını kabul edelim. Bazıları birey olarak insanın önemli tek şey olan insanlıga seve seve kendini feda etmesi gerektigini söylemektedir. Ancak insanlık yalnızca her bireyin bilincinde yaşayan bir şeydir. Onun dışında insanlık, bir soyutlamadan başka bir şey degildir. Ünlü bir tartışmada Leon Brunschvicg, kişinin ölümsüzlügünü savunan Gabriel Marcel’e küçümseyici bir havayla şöyle demekteydi: "Gabriel Marcel’in ölümsüzlügünün Bay Gabriel Marcel’i Leon Brunschvicg’in ölümünün Bay Brunschvicg’i ilgilendirdiginden çok daha fazla ilgilendirdigini sanıyorum." Gabriel Marcel buna kendisini ilgilendiren şeyin, başkalarının ölümsüzlügü oldugu cevabını vermiştir. Sevdigimiz insanların nihai ölümünü kabul etmek, "onları ölüme terk etmek" ve dolayısıyla en çıkar gütmeyen, en cömert duygularımıza saçmalık damgasını vurmak degil midir?
Teilhard de Chardin, dinin bildirilerini bir yana bıraksak bile bireyin ölümsüzlügünün evrimin kendi mantıgı içinde var oldugunu düşünmektedir. Gerçekten bilinçli bir bireyin ölümü, ana dogrultusu mükemmel bir biçimde uyumlu görünen bir evrimde bir "yapım hatası" ortaya koyar gibi görünmektedir. Eger ölümün kesinliginden, nihailiginden emin olursak "dünya, kendisinden dogan bilincin akıl çagına eriştigi her seferinde, bundan bıkkınlık duyup kendini kaybetmek gibi kabul edilemez bir durumda kendini bulacaktır". O zaman her evrimin amacı tek mükemmelligi hayvanların hiç olmazsa bilmeme şansına sahip oldukları bir zalimce durumu bilmek olan hem ölümlü, hem bilinçli bir varlık meydana getirmek olmayacak mıdır?
Ama bu tür düşünceler kanıt degildir. Öte yandan bilinçli varlıgın ölümü evrendeki tek canavarlık da degildir. Dostoyevski’nin o zamandan bu yana aşılmamış olan bir saglamlıkla işaret ettigi gibi, karşılıgında sunulan telafiler ne olursa olsun, masum bir çocugun acısı iyi bir Tanrı tarafından yaratılmış bir dünyada en büyük bir rezalet olarak kalmaktadır. Gerçekten insan bireyinin gelecegine her türlü inanç bir iman eylemi gerektirir.
Şüphesiz insan türünün gelecegiyle ilgili olarak da aynı şeyleri söyleyebiliriz. Yalnız başına akıl açısından bakarsak, çagdaş savaş silahlarının kendisine verdigi inanılmaz güçle insanlıgın kendi kendisini ortadan kaldırması mümkündür.
Kapitalizmin arkasından gelecek ekonomik rejimin, insanlıgın gelişmesine daha yararlı olmaması da mümkündür. Dünyayı yanlışlar da yönetmektedir. Bir tanrıbilim veya tarih felsefesi çerçevesinde insanın gelecegi kuramı bir inanma fiili gerektirir. Maurice Merleau-Ponty şöyle der: "İnanma fiili, dünyanın karışık söylemini belirli bir söze dönüştürür... Mümin, devrimci, savaşlarının Gök’te veya Tarih’te şimdiden kazanılmış oldugunu düşünür." Sadece kendi imkanlarıyla baş başa kalmış olan akılcı felsefe ancak insanın saygınlıgını ileri sürebilir. Onun gelecegi ise kendisi için bir bilmece olarak kalmaya devam eder.
1 Yorum
çok akıcı,okurken hiç sıkmayan bir makale.sonsuz kombinasyonlar arasından birşeylerin gerçekleşmesi ve onu anlamlandırmış olmamız bizim bir amaca hizmet ettiğimizi göstermez.evet öleceğimizi bilerek yaşayan tek canlı biziz işte bunu kabul edememek ölümün sonucu hiçlik olduğu gerçeğini yadsımak cennet cehennem ve onu veren bir tanrı kavramını ortaya çıkardı.keşmekeş bu alem.gökyüzü dünyanın güneş etrafında dönmesınden ıbaret değilki bir düzen yok uzayda herşey birbirine girmiş,bu kadar böcek,sinek,hayvan,birbirini yerken yeryüzünde hangi düzenden, hangi akılsallıktan bahsedeceğiz??anlamlı bulduklarımızı, uyurken gördüğümüz birsürü rüyanın içinden anlamlı bulduğumuz bir iki tanesini arkadasımıza anlatıp acaba bu ne anlama geliyor demek gibi birşeydir düzen ve erek fikri?amacı ve değeri biz yüklüyoruz, tartışmaya açık kısmı bu.