AYDINLANMACILIK, TOPLUM DÜŞÜNCESİ VE KARL MARX - 2
|
İnsan akıllı ve iyi olduğu kadar sosyaldir de. Platon ve Aristoteles'ten devralınan bu düşünce, sınırları genişletilerek ve yeniden gerekçelendirilerek, insanın kötü olduğuna dair dini batıl inançların karşısına konmaktadır. Aydınlanmacı toplum görüşünün çıkış noktası, her şeyden önce özgür bireydir. Ancak bir insanın yaşamını sürdürebilmesi için gerekli maddi ve manevi ihtiyaçlarını tek başına üretmesi mümkün değildir; kendisinin diğer insanlara ihtiyacı olduğu kadar, diğer insanların da kendisine ihtiyacı vardır. Bu karşılıklı doğal ihtiyaç, insanı sosyal varlık olmaya, diğer insanlarla birlikte yaşamaya zorlar.
İnsanın toplum dışında düşünülmesi mümkün olmadığı gibi, toplum dışında yaşaması da mümkün değildir. Aydınlanmacılığın toplum düşüncesinde bir insanın diğer insanlarla olan ilişkisi, İskoç Aydınlanmacılığının önde gelen isimlerinden olan David Hume gibi bazı düşünürlerce sadece işlevsel olarak gerekçelendirilmiş olsa da, Marx'a ışık tutacak şekilde Kant tarafından formüle edilmiştir: bir insanın toplum içinde birlikte yaşadığı diğer insanlar, ihtiyacını gidermek ve amaçlarına ulaşmak, yani kendini gerçekleştirmek için ihtiyaç duyduğu bir araç değil, aynı zamanda amaçtır da.
İnsan toplum içindeki etkinlikleriyle, bir taraftan doğal maddi ve manevi ihtiyaçlarını giderirken kendisini gerçekleştirmek ister; arzuladığı bireysel niteliklere ve toplumsal kabul görmeye şu veya bu oranda kavuşmak ister. Ancak insan sosyal etkinlikleri aracılığıyla kendini gerçekleştirirken, diğer insanlara da kendilerini gerçekleştirmeleri için alan tanımak, diğer insanlarla dayanışma içinde yaşamak durumundadır. Aksi durumda insanın sosyal varlık olması, yani kendi kendini gerçekleştirmesi -en azından insan olarak- mümkün değildir. Diğer insanları sırf araç olarak gören bir kimse, kendini de araç durumuna indirger. Kendisini araç durumuna indirgeyen bir kimsenin, diğer insanları insan değil sadece araç olarak gördüğü için, kendisinin de insan olması mümkün değildir.
Biyolojik bakış açısına dayanan ve doğumdan kaynaklanan imtiyazlar anlayışının Aydınlanmacılığın toplum düşüncesinde yeri yoktur. Aristoteles'e dayanan, bazı insanların doğal olarak, yani doğuştan köle, diğerlerinin hükümdar ve/veya köle sahibi olduğu düşüncesi köklü bir şekilde tersine çevrilmiş ve soyu, rengi, sosyal sınıfı, dini, ulusu hatta dili ne olursa olsun, 1789 Fransız devriminde herkes gerçekten eşit ilan edilmiştir. Tek bir şartla: devrimin amaçlarını kabul etmek. Ne yazık ki, kadının eşitliğinin ilanı için 1917 Ekim Devrimi beklemek zorunda kalınacaktır. Fakat bu, Fransız devriminin anlamsız olduğunu kanıtlamaz, sadece onun insanın insan olarak kurtuluşu ilkesi açısından Engels'in deyimiyle yarım bir devrim olduğunu gösterir.
İnsanın insan tarafından sömürülmesi konusunda aydınlanmacı düşünürler ikiye ayrılır: Bazıları (Locke, Kant), bir insanın bir başkası için çalışmasını, yani ona emeğini satmasını doğal bir ilişki biçimi olarak görürken, diğerleri (Rousseau, Morelly) bunu açıkça reddederler ve hatta dönemlerine göre oldukça ileri bir toplumsal üretim ve paylaşım modeli önerirler.
Aydınlanmacılığa göre insan akıllı, özgür ve eşit olduğu kadar evrenseldir de. İnsanın evrenselliği onun ihtiyaçlarının ve doğal özelliklerinin evrensel olmasından kaynaklanır. Ġnsan, dünyanın neresinde olursa olsun, ihtiyaçları benzer ve hatta aynı olan bir varlıktır. İhtiyaçlarını gidermek için yapmış olduğu üretimin biçimi yerel, kültürel ve diğer özelliklere göre değişebilir, ancak ihtiyaçlar temel olarak aynıdır. İnsan birey olarak ölümlüdür ama insanlık sonsuzdur. Her insanın üretmiş olduğu değerler şu veya bu oranda insanlığın değeri olarak toplu evrensel değerlere eklenir.
Birey, Toplum ve Devlet
Feodal teokratik toplum anlayışı cemaatçidir ve cemaatin çıkarları bireyin çıkarlarının üstündedir. Buna karşın aydınlanmacı toplum anlayışı özel mülkiyete dayalı bireyci burjuva toplum anlayışı olduğu için, bireyi, toplumun ve devletin mümkün olan bütün yaptırımlarından kurtarmaya çalışmaktadır. Özellikle bu noktada Aydınlanmacılığın özgürlük anlayışı birbiriyle uzlaşmaz iki farklı anlama bürünür. Birisi, bireyin devlet karşısındaki hak ve özgürlükleriyle, yani bireyin devlete karşı politik yaptırımlarıyla ilgilidir ki, kanımca bunu tarihsel politik bir kazanım olarak görmek gerekir. Zira devletin birey üzerindeki yaptırım gücünü sınırlamayı amaçlamaktadır. Diğeri ise, bireyin toplum karşısındaki özgürlüğüyle ilgilidir. Bu konuda da iki farklı yaklaşımın olduğu söylenebilir: bunlardan biri bir taraftan bireyi toplumsal yaptırımlardan korumaya çalışırken; toplumun, diğer bireylerin çıkarlarını yaralamadığı sürece bireyin amaçlarına ulaşmak için göstermiş olduğu etkinliklere engel olmamasını isterken; diğeri birey ile toplum arasında zorunlu bir çelişki gördüğü ve bireyin toplumla ilişkisini sadece işlevsel çerçevede ele aldığı için, özgür birey anlayışı onları topluma yabancı birey anlayışına götürür. Bunun karşısında, insanı doğasından kaynaklanan özelliklerinden dolayı sosyal varlık olarak tanımlayan Smith ve Hegel gibi düşünürler de vardır ve bunlar burjuva toplumunu aşan yeni toplum düşüncelerine ışık tutmuştur.
Hemen her konuda olduğu gibi devlet konusunda da Aydınlanmacılık içinde genel olarak iki farklı düşünce vardır. Birisi, devleti topluma karşı tanımlar ve ona mülkiyet durumunu ve ilişkilerini özel mülkiyet çerçevesinde düzenleme ve istikrar kazandırma görevi yüklerken; diğeri devleti toplumun tamamlayıcısı olarak görür ve ona topluma yararlı olan ilişki biçimlerini genelleştirme görevi yükler.
Temsili demokrasi ve doğrudan demokrasi olmak üzere iki kavramın da savunucuları vardır. Kanımca Rousseau'nun savunuculuğunu yaptığı doğrudan demokrasi düşüncesi, politikayı Machiavelli‟nin aksine birilerinin diğeri üzerinde iktidar kurma ve kurulan iktidarı koruma sanatı olarak değil, ama toplumu özgürleştirme ve özgürlüğe yürüme sanatı olarak gören, Marx da dâhil olmak üzere neredeyse tüm düşünürlere kaynaklık etmiştir. Doğrudan demokrasi düşüncesi, temsili demokrasi düşüncesini ret etmektedir, çünkü toplumun yönetiminin bazı kişi ve grupların imtiyazına dönüşmesini ve yönetimin genel otoritesi olmasına karşın tahakküm odağına dönüşmesini engellemek istemektedir. Böylelikle herkesin hem kendi kendisini hem de halkı yönetmesini öğrendiği rotasyon ilkesine dayalı bir cumhuriyet yönetimi önermektedir.
Marksizm ve Aydınlanmacılık
Ekim Devrimi ile başlayan ilk büyük denemenin başarısızlıkla sonuçlanması sonucu, bir taraftan Aydınlanmacılığın temel düşüncelerine, böylece de insanlığa kazandırmış olduğu değerlere, diğer taraftan Marksizme karşı, onun Aydınlanmacılığın değerlerini kurtarmaya çalışan ama aynı zamanda açmazlarını da eleştiren düşüncelerine karşı saldırı neredeyse genel bir eğilim halini aldı. Tarih bilinci iyice zayıfladığı için, tarihsel olaylar sanki rastlantıymış gibi görülmeye, politik mücadeleler şu veya bu sınıfın çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışan iktidar kavgaları olarak değil, şu veya bu kişinin, şu veya bu grubun öznel, keyfi kariyer kavgaları olarak yorumlanmaya başlandı.
İlericilik ve gericilik saflaşmasında, etnik ve/veya kültürel kökler kıstas alınmaya başlandı. Bu tür düşünceler son yıllarda sol içinde hatta komünist partilerde taraftar bulmaya başladı. Bu türden etnik, sadece kültürcü, ırkçı vb. düşüncelerin insanları ayrıştıran ve/veya birleştiren düşünceler olmaktan çıkması için, Aydınlanmacılığın tarihsel kazanımlarını savunmak, kendi tarihsel kazanımlarına ihanet eden burjuvaziye karşı Marksistlere düşen bir görev olmuştur. Aydınlanmacılığın tarihin sürekli ilerlediği düşüncesi reddedildiği taktirde, Marksizmin kapitalizm eleştirisi fazla bir şey ifade etmeyecektir. Eleştiri perspektifsizleşecek ve yıkıcı ne istediğini bilmez bir eleştiriye dönüşecektir. Oysa Aydınlanmacılık, insanın tarihin akışını rastlantılardan kurtarıp geleceği kendi eline alabileceği düşüncesini, ortaçağın karanlık “böyle gelmiş böyle gider” düşüncesine karşı kazanmıştır. Bu düşünce Marksizme de kaynaklık etmiştir. Bilincin doğada ve toplumda yaşanan olayların anlaşılmasını sağlayan, geleceğe ışık tutan bir olguya dönüşebilmesi için, insanın kendine güvenmesi ve geleceğini kendi eline alması gerekir. Toplumsal kurtuluş hareketleri akıllı bir güç olabildiği oranda, Marx'ın deyimiyle toplumu akıllı bir şekilde düzenleyebilir.
Friedrich Engels, 1877'de Aydınlanmacılığa ilişkin, „Biz bu akıl uygarlığının idealize edilmiş burjuva uygarlığından başka bir şey olmadığını; sonsuz adalet düşüncesinin burjuva adalet sistemi içinde gerçekleştiğini; eşitliğin yasalar karşısında formal eşitlik anlamına geldiğini; insan haklarının esaslarından biri olarak açıklananın burjuva mülkiyeti olduğunu artık biliyoruz” diye yazarken, Marksizm ve Aydınlanmacılık arasındaki kesin ayırıma işaret ediyordu. Burjuvazinin tüm idealleri ya biçimselliğin sınırlarını aşamamış ya da özel mülkiyetin sınırlarına çarpıp kalmıştır. Eşitlik, yasalar karşısındaki eşitliğin sınırları dışına çıkamamıştır. Özgürlük, burjuvazinin mülkiyet ve sömürü özgürlüğü anlamına gelmektedir.
Dayanışma ilkesinin pratikte yerini bireylerin birbirleriyle acımasız rekabeti almıştır. Aydınlanmacılığın idealleri, çarpık biçimde de olsa, en geç Fransız devrimiyle gerçekleşmiştir. Böylece Aydınlanmacılığın tarihsel rolü sona ermiştir. Kitleleri devrime hazırlayan ideallerle, bu ideallerin ortaya çıkardığı toplumsal sistemin özellikleri ve insanlara vaat ettiğiyle sunduğu olanaklar arasında büyük fark vardır. Bazı Aydınlanmacı düşünürler de dâhil birçokları devrime sırt çevirmeye başlamıştır. Bazıları eski feodal, teokratik sisteme geri dönüşü savunurken, diğerleri kurtuluşu aklın yerine duyguyu geçirmekte görmüştür. Marx bu tartışmaları yakından takip etmiştir. O, Aydınlanmacılığı tarihsel bir olgu olarak kavramaktadır ve dolayısıyla burjuva toplumunu feodal toplum karşısında tarihsel bir ilerleme olarak görmektedir. Ancak insanlığın kurtuluşu için burjuva toplumunun sorunlarının da aşılması gerekmektedir. Bundan dolayı Marx'ın çabası, bir taraftan burjuva toplumunun „anatomisi” olarak gördüğü ekonomiyi anlamaya yönelirken, diğer taraftan da burjuva toplumunun tarihsel ilerici yanlarını kurtararak aşmanın koşullarını ve araçlarını bulmayı hedeflemektedir.
Server Tanilli, diyalektik materyalizmi kastederek, bilimlerin o zamana değin yaptıkları bütün fetihlerin bir ürünüdür bu sentez diye yazmakla, Marksizmin Aydınlanmacılığın bir çocuğu, ama aynı zamanda onun yadsıması olduğunu ifade etmektedir. Zira Marksizm, Aydınlanmacılığın basit bir devamcısı değildir. Aynı zamanda yadsımasıdır da, çünkü burjuva felsefesinin karşısında o, Marx'ın diyalektik yönteme dayanarak kurduğu materyalizmi, diyalektik materyalizmi, böylelikle en ileri bilimi temsil etmektedir. Hem modern materyalizm hem de diyalektik burjuva aydınlanmacılığının ürünüdür hiç kuşkusuz. Fakat bunların Marksist felsefe çerçevesinde ulaşmış olduğu sentez, burjuva felsefesinin yadsıması ve böylelikle Marksizmin bilimsel felsefesidir :
„Batı'da 19. yüzyılda başlayan burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlık, felsefe plânındaki temel bölünüşü de belirleyecektir. Artık "düşünceci" felsefe burjuvazinin, "diyalektik materyalizm" de işçi sınıfının dünya görüşleri olarak çatışmaya başlayacaktır.”
Kısacası Marksizm „her yeni teori gibi, önce hazır bulunan düşünce malzemesiyle başlayan” , ama kökleri ekonomik gerçekliklerde yattığı için, hazır bulunan düşünce malzemesini kısa sürede aşacak olan bütünlüklü, burjuva toplumunu aşmayı amaçlayan diğer alternatif toplumsal projelerin tersine, istekler yığını değil, ama kapsamlı, kapitalist toplumun iç çelişkilerini ve bunların zorunluluğu olarak değişimin kaçınılmazlığını açıklayan bilimsel bir toplum düşüncesidir.
Marksizm bu bütünlüklü bilim ve felsefe anlayışından hareketle insanlık tarihinde ilk defa insanın kapsamlı ve köklü kurtuluşunun mümkün olduğunu teorik olarak gerekçelendirmiş ve pratik olarak mümkün olduğunu göstermiştir. Bu kurtuluş, doğanın ve bütün canlıların metalaşmış halinden kurtuluşu, dayanışma ilkesine dayalı olarak insanın insan tarafından sömürülmesinin son bulması, bireyin toplum içinde gerçekten özgürlüğü ve toplumun tarihsel olarak oluşmuş olan bütün siyasi tahakküm kurumlarından kurtuluşu anlamına gelmektedir. İnsanlık tarihinde felsefe ve akıl ve o çok arzulanan dayanışmacı, kimsenin diğerlerinin kuyusunu kazmadığı, herkesin herkesi el üstünde tuttuğu toplumsal durum nihayet gerçeklik olacaktır.
İnsanın toplum dışında düşünülmesi mümkün olmadığı gibi, toplum dışında yaşaması da mümkün değildir. Aydınlanmacılığın toplum düşüncesinde bir insanın diğer insanlarla olan ilişkisi, İskoç Aydınlanmacılığının önde gelen isimlerinden olan David Hume gibi bazı düşünürlerce sadece işlevsel olarak gerekçelendirilmiş olsa da, Marx'a ışık tutacak şekilde Kant tarafından formüle edilmiştir: bir insanın toplum içinde birlikte yaşadığı diğer insanlar, ihtiyacını gidermek ve amaçlarına ulaşmak, yani kendini gerçekleştirmek için ihtiyaç duyduğu bir araç değil, aynı zamanda amaçtır da.
İnsan toplum içindeki etkinlikleriyle, bir taraftan doğal maddi ve manevi ihtiyaçlarını giderirken kendisini gerçekleştirmek ister; arzuladığı bireysel niteliklere ve toplumsal kabul görmeye şu veya bu oranda kavuşmak ister. Ancak insan sosyal etkinlikleri aracılığıyla kendini gerçekleştirirken, diğer insanlara da kendilerini gerçekleştirmeleri için alan tanımak, diğer insanlarla dayanışma içinde yaşamak durumundadır. Aksi durumda insanın sosyal varlık olması, yani kendi kendini gerçekleştirmesi -en azından insan olarak- mümkün değildir. Diğer insanları sırf araç olarak gören bir kimse, kendini de araç durumuna indirger. Kendisini araç durumuna indirgeyen bir kimsenin, diğer insanları insan değil sadece araç olarak gördüğü için, kendisinin de insan olması mümkün değildir.
Biyolojik bakış açısına dayanan ve doğumdan kaynaklanan imtiyazlar anlayışının Aydınlanmacılığın toplum düşüncesinde yeri yoktur. Aristoteles'e dayanan, bazı insanların doğal olarak, yani doğuştan köle, diğerlerinin hükümdar ve/veya köle sahibi olduğu düşüncesi köklü bir şekilde tersine çevrilmiş ve soyu, rengi, sosyal sınıfı, dini, ulusu hatta dili ne olursa olsun, 1789 Fransız devriminde herkes gerçekten eşit ilan edilmiştir. Tek bir şartla: devrimin amaçlarını kabul etmek. Ne yazık ki, kadının eşitliğinin ilanı için 1917 Ekim Devrimi beklemek zorunda kalınacaktır. Fakat bu, Fransız devriminin anlamsız olduğunu kanıtlamaz, sadece onun insanın insan olarak kurtuluşu ilkesi açısından Engels'in deyimiyle yarım bir devrim olduğunu gösterir.
İnsanın insan tarafından sömürülmesi konusunda aydınlanmacı düşünürler ikiye ayrılır: Bazıları (Locke, Kant), bir insanın bir başkası için çalışmasını, yani ona emeğini satmasını doğal bir ilişki biçimi olarak görürken, diğerleri (Rousseau, Morelly) bunu açıkça reddederler ve hatta dönemlerine göre oldukça ileri bir toplumsal üretim ve paylaşım modeli önerirler.
Aydınlanmacılığa göre insan akıllı, özgür ve eşit olduğu kadar evrenseldir de. İnsanın evrenselliği onun ihtiyaçlarının ve doğal özelliklerinin evrensel olmasından kaynaklanır. Ġnsan, dünyanın neresinde olursa olsun, ihtiyaçları benzer ve hatta aynı olan bir varlıktır. İhtiyaçlarını gidermek için yapmış olduğu üretimin biçimi yerel, kültürel ve diğer özelliklere göre değişebilir, ancak ihtiyaçlar temel olarak aynıdır. İnsan birey olarak ölümlüdür ama insanlık sonsuzdur. Her insanın üretmiş olduğu değerler şu veya bu oranda insanlığın değeri olarak toplu evrensel değerlere eklenir.
Birey, Toplum ve Devlet
Feodal teokratik toplum anlayışı cemaatçidir ve cemaatin çıkarları bireyin çıkarlarının üstündedir. Buna karşın aydınlanmacı toplum anlayışı özel mülkiyete dayalı bireyci burjuva toplum anlayışı olduğu için, bireyi, toplumun ve devletin mümkün olan bütün yaptırımlarından kurtarmaya çalışmaktadır. Özellikle bu noktada Aydınlanmacılığın özgürlük anlayışı birbiriyle uzlaşmaz iki farklı anlama bürünür. Birisi, bireyin devlet karşısındaki hak ve özgürlükleriyle, yani bireyin devlete karşı politik yaptırımlarıyla ilgilidir ki, kanımca bunu tarihsel politik bir kazanım olarak görmek gerekir. Zira devletin birey üzerindeki yaptırım gücünü sınırlamayı amaçlamaktadır. Diğeri ise, bireyin toplum karşısındaki özgürlüğüyle ilgilidir. Bu konuda da iki farklı yaklaşımın olduğu söylenebilir: bunlardan biri bir taraftan bireyi toplumsal yaptırımlardan korumaya çalışırken; toplumun, diğer bireylerin çıkarlarını yaralamadığı sürece bireyin amaçlarına ulaşmak için göstermiş olduğu etkinliklere engel olmamasını isterken; diğeri birey ile toplum arasında zorunlu bir çelişki gördüğü ve bireyin toplumla ilişkisini sadece işlevsel çerçevede ele aldığı için, özgür birey anlayışı onları topluma yabancı birey anlayışına götürür. Bunun karşısında, insanı doğasından kaynaklanan özelliklerinden dolayı sosyal varlık olarak tanımlayan Smith ve Hegel gibi düşünürler de vardır ve bunlar burjuva toplumunu aşan yeni toplum düşüncelerine ışık tutmuştur.
Hemen her konuda olduğu gibi devlet konusunda da Aydınlanmacılık içinde genel olarak iki farklı düşünce vardır. Birisi, devleti topluma karşı tanımlar ve ona mülkiyet durumunu ve ilişkilerini özel mülkiyet çerçevesinde düzenleme ve istikrar kazandırma görevi yüklerken; diğeri devleti toplumun tamamlayıcısı olarak görür ve ona topluma yararlı olan ilişki biçimlerini genelleştirme görevi yükler.
Temsili demokrasi ve doğrudan demokrasi olmak üzere iki kavramın da savunucuları vardır. Kanımca Rousseau'nun savunuculuğunu yaptığı doğrudan demokrasi düşüncesi, politikayı Machiavelli‟nin aksine birilerinin diğeri üzerinde iktidar kurma ve kurulan iktidarı koruma sanatı olarak değil, ama toplumu özgürleştirme ve özgürlüğe yürüme sanatı olarak gören, Marx da dâhil olmak üzere neredeyse tüm düşünürlere kaynaklık etmiştir. Doğrudan demokrasi düşüncesi, temsili demokrasi düşüncesini ret etmektedir, çünkü toplumun yönetiminin bazı kişi ve grupların imtiyazına dönüşmesini ve yönetimin genel otoritesi olmasına karşın tahakküm odağına dönüşmesini engellemek istemektedir. Böylelikle herkesin hem kendi kendisini hem de halkı yönetmesini öğrendiği rotasyon ilkesine dayalı bir cumhuriyet yönetimi önermektedir.
Marksizm ve Aydınlanmacılık
Ekim Devrimi ile başlayan ilk büyük denemenin başarısızlıkla sonuçlanması sonucu, bir taraftan Aydınlanmacılığın temel düşüncelerine, böylece de insanlığa kazandırmış olduğu değerlere, diğer taraftan Marksizme karşı, onun Aydınlanmacılığın değerlerini kurtarmaya çalışan ama aynı zamanda açmazlarını da eleştiren düşüncelerine karşı saldırı neredeyse genel bir eğilim halini aldı. Tarih bilinci iyice zayıfladığı için, tarihsel olaylar sanki rastlantıymış gibi görülmeye, politik mücadeleler şu veya bu sınıfın çıkarlarını gerçekleştirmeye çalışan iktidar kavgaları olarak değil, şu veya bu kişinin, şu veya bu grubun öznel, keyfi kariyer kavgaları olarak yorumlanmaya başlandı.
İlericilik ve gericilik saflaşmasında, etnik ve/veya kültürel kökler kıstas alınmaya başlandı. Bu tür düşünceler son yıllarda sol içinde hatta komünist partilerde taraftar bulmaya başladı. Bu türden etnik, sadece kültürcü, ırkçı vb. düşüncelerin insanları ayrıştıran ve/veya birleştiren düşünceler olmaktan çıkması için, Aydınlanmacılığın tarihsel kazanımlarını savunmak, kendi tarihsel kazanımlarına ihanet eden burjuvaziye karşı Marksistlere düşen bir görev olmuştur. Aydınlanmacılığın tarihin sürekli ilerlediği düşüncesi reddedildiği taktirde, Marksizmin kapitalizm eleştirisi fazla bir şey ifade etmeyecektir. Eleştiri perspektifsizleşecek ve yıkıcı ne istediğini bilmez bir eleştiriye dönüşecektir. Oysa Aydınlanmacılık, insanın tarihin akışını rastlantılardan kurtarıp geleceği kendi eline alabileceği düşüncesini, ortaçağın karanlık “böyle gelmiş böyle gider” düşüncesine karşı kazanmıştır. Bu düşünce Marksizme de kaynaklık etmiştir. Bilincin doğada ve toplumda yaşanan olayların anlaşılmasını sağlayan, geleceğe ışık tutan bir olguya dönüşebilmesi için, insanın kendine güvenmesi ve geleceğini kendi eline alması gerekir. Toplumsal kurtuluş hareketleri akıllı bir güç olabildiği oranda, Marx'ın deyimiyle toplumu akıllı bir şekilde düzenleyebilir.
Friedrich Engels, 1877'de Aydınlanmacılığa ilişkin, „Biz bu akıl uygarlığının idealize edilmiş burjuva uygarlığından başka bir şey olmadığını; sonsuz adalet düşüncesinin burjuva adalet sistemi içinde gerçekleştiğini; eşitliğin yasalar karşısında formal eşitlik anlamına geldiğini; insan haklarının esaslarından biri olarak açıklananın burjuva mülkiyeti olduğunu artık biliyoruz” diye yazarken, Marksizm ve Aydınlanmacılık arasındaki kesin ayırıma işaret ediyordu. Burjuvazinin tüm idealleri ya biçimselliğin sınırlarını aşamamış ya da özel mülkiyetin sınırlarına çarpıp kalmıştır. Eşitlik, yasalar karşısındaki eşitliğin sınırları dışına çıkamamıştır. Özgürlük, burjuvazinin mülkiyet ve sömürü özgürlüğü anlamına gelmektedir.
Dayanışma ilkesinin pratikte yerini bireylerin birbirleriyle acımasız rekabeti almıştır. Aydınlanmacılığın idealleri, çarpık biçimde de olsa, en geç Fransız devrimiyle gerçekleşmiştir. Böylece Aydınlanmacılığın tarihsel rolü sona ermiştir. Kitleleri devrime hazırlayan ideallerle, bu ideallerin ortaya çıkardığı toplumsal sistemin özellikleri ve insanlara vaat ettiğiyle sunduğu olanaklar arasında büyük fark vardır. Bazı Aydınlanmacı düşünürler de dâhil birçokları devrime sırt çevirmeye başlamıştır. Bazıları eski feodal, teokratik sisteme geri dönüşü savunurken, diğerleri kurtuluşu aklın yerine duyguyu geçirmekte görmüştür. Marx bu tartışmaları yakından takip etmiştir. O, Aydınlanmacılığı tarihsel bir olgu olarak kavramaktadır ve dolayısıyla burjuva toplumunu feodal toplum karşısında tarihsel bir ilerleme olarak görmektedir. Ancak insanlığın kurtuluşu için burjuva toplumunun sorunlarının da aşılması gerekmektedir. Bundan dolayı Marx'ın çabası, bir taraftan burjuva toplumunun „anatomisi” olarak gördüğü ekonomiyi anlamaya yönelirken, diğer taraftan da burjuva toplumunun tarihsel ilerici yanlarını kurtararak aşmanın koşullarını ve araçlarını bulmayı hedeflemektedir.
Server Tanilli, diyalektik materyalizmi kastederek, bilimlerin o zamana değin yaptıkları bütün fetihlerin bir ürünüdür bu sentez diye yazmakla, Marksizmin Aydınlanmacılığın bir çocuğu, ama aynı zamanda onun yadsıması olduğunu ifade etmektedir. Zira Marksizm, Aydınlanmacılığın basit bir devamcısı değildir. Aynı zamanda yadsımasıdır da, çünkü burjuva felsefesinin karşısında o, Marx'ın diyalektik yönteme dayanarak kurduğu materyalizmi, diyalektik materyalizmi, böylelikle en ileri bilimi temsil etmektedir. Hem modern materyalizm hem de diyalektik burjuva aydınlanmacılığının ürünüdür hiç kuşkusuz. Fakat bunların Marksist felsefe çerçevesinde ulaşmış olduğu sentez, burjuva felsefesinin yadsıması ve böylelikle Marksizmin bilimsel felsefesidir :
„Batı'da 19. yüzyılda başlayan burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlık, felsefe plânındaki temel bölünüşü de belirleyecektir. Artık "düşünceci" felsefe burjuvazinin, "diyalektik materyalizm" de işçi sınıfının dünya görüşleri olarak çatışmaya başlayacaktır.”
Kısacası Marksizm „her yeni teori gibi, önce hazır bulunan düşünce malzemesiyle başlayan” , ama kökleri ekonomik gerçekliklerde yattığı için, hazır bulunan düşünce malzemesini kısa sürede aşacak olan bütünlüklü, burjuva toplumunu aşmayı amaçlayan diğer alternatif toplumsal projelerin tersine, istekler yığını değil, ama kapsamlı, kapitalist toplumun iç çelişkilerini ve bunların zorunluluğu olarak değişimin kaçınılmazlığını açıklayan bilimsel bir toplum düşüncesidir.
Marksizm bu bütünlüklü bilim ve felsefe anlayışından hareketle insanlık tarihinde ilk defa insanın kapsamlı ve köklü kurtuluşunun mümkün olduğunu teorik olarak gerekçelendirmiş ve pratik olarak mümkün olduğunu göstermiştir. Bu kurtuluş, doğanın ve bütün canlıların metalaşmış halinden kurtuluşu, dayanışma ilkesine dayalı olarak insanın insan tarafından sömürülmesinin son bulması, bireyin toplum içinde gerçekten özgürlüğü ve toplumun tarihsel olarak oluşmuş olan bütün siyasi tahakküm kurumlarından kurtuluşu anlamına gelmektedir. İnsanlık tarihinde felsefe ve akıl ve o çok arzulanan dayanışmacı, kimsenin diğerlerinin kuyusunu kazmadığı, herkesin herkesi el üstünde tuttuğu toplumsal durum nihayet gerçeklik olacaktır.
4 Yorumlar
Güzel bir makale ama eksikleri fazla.
fransız sosyalisti p.j.proudhon'da marx için "sosyalizmin tenyası" sıfatını layık görmüştü. tenya asalak yaşayan bir hayvan olduğundan, marx'ın işçi sınıfı hareketi üzerinde teorileriyle asalaklık yaptığını savunuyordu.
marx toplumbilimin darwin'idir.
güzel.