Belagat yahut Etkili Konuşma Sanatı
|
Arthur Schopenhauer
Belagat yahut etkili konuşma sanatı başkalarında bir şeyle ilgili görüşümüzü veya kanaatimizi uyandırma, onların duygu dünyasında o konudaki hissiyatımızı canlandırma ve böylece onu bizimle aynı duyguyu paylaşacak ruh haline sokma yeteneğidir. Bütün bunlar sözcükler sayesinde fikirlerimizin onların kafasına ustalıkla hücumunu sağlayacak şekilde yapılır ve bu akış öyle bir güçle gerçekleştirilir ki onların düşünceleri tuttukları istikameti terk eder ve bizimkilerle aynı yolu takip etmeye başlar. Onların daha önce tuttukları düşünce yolu bizimkinden ne kadar farklıysa bu ustalık eseri başarı da o kadar büyüktür. Bir kimsenin kendi kanaatinin ve hissiyatının belagat bakımından onu ne kadar kudretli kıldığı ve genel olarak belagatin sanat eseri olmaktan çok doğal yetenek olduğu buradan kolayca anlaşılır. Ancak burada dahi sanat doğayı destekleyecektir. Bir başkasını sıkı sıkıya tutunduğu bir yanlışla çatışan bir doğruya ikna etmek için riayet edilmesi gereken ilk kural kolay ve doğal bir kuraldır, yani: önce mukaddem (öncüller) gelsin, istidlal ( vargı) onu takip etsin. Ancak bu kurala nadiren riayet edilir, hatta tersine çevrilir; çünkü heveskarlık, acelecilik ve dogmatik güven bizi sonuç yahut istidlali onun tam karşısındaki yanlışa bağlı olan kimsenin yüzüne gürültüyle patırtıyla ilan etmeye sevk eder. Bu onu kolayca çekingen ve ihtiyatlı hale getirir, ardından da bunların hangi sonucu getireceğini bildiğinden bir temellendirmenin dayanağı olarak ileri sürülen bütün esas /delil ve öncüllere kararlı biçimde karşı çıkar.
Bu yüzden ulaşılmak istenen sonuç bütünüyle gizlenmeli ve sadece ona varmak için gerekli olan temellendirmenin öncül ve illetleri açık seçik, tam ve her açıdan verilmelidir. Hatta eğer mümkünse bu sonucu açık açık dile getirmekten dahi kaçınmalıyız. O dinleyicilerin aklında zorun1u ve mantıki olarak kendiliğinden belirecektir ve onların içinde oluşan kanaat böylece çok daha samimi olacaktır; ayrıca ona utanç hissi yerine öz saygı eşlik edecektir. Güç ve sıkıntılı durumlarda, aslında peşinde olduğumuz sonucun tam tersi bir sonuca ulaşmak istiyormuş gibi bir tavır ve kılığa bile bürünebiliriz. Shakespeare'in Julius Caesar'ındaki Antonius'un ünlü konuşması bunun bir örneğidir.
Bir şeyi savunurken çokları kendilerine tam bir güven içerisinde, onun lehine söylenebilecek tasavvur edilebilir her şeyi ileri sürme ve doğru, yarı doğru ve sadece akla yakın olanı birbirine karıştırma yanlışını yaparlar. Fakat yanlış çok geçmeden anlaşılır veya olmadı hissedilir, ardından onunla birlikte ileri sürülmüş olan doğru ve ikna edici delillerin üzerine de kuşkunun gölgesi düşer. O halde fazladan hiçbir şey ilave etmeksizin sadece doğru ve ikna edici olan verilmeli ve bir doğrunun yetersiz, dolayısıyla mugalatacılara özgü delil ve temellendirmelerle savunulmasına karşı uyanık olunmalıdır. Çünkü hasım bunları hükümsüz kılabilir ve böylece çıkıp ortada bunlarla desteklenen doğrunun kendisini de çürütmüş gibi caka satabilir; bir başka söyleyişle o argumenta ad hominemi argumenta ad rema 1 gibi ileri sürebilir. Belki de Çinliler bunun tam tersi yönde çok ileri giderler, çünkü onlar şu düstura göre hareket ederler: "Belagat kudretine ve keskin bir dile sahip kimse her zaman bir cümlenin yarısını söyleyip yarısını bırakabilir; haklılığından kuşku duymayan kimse kendine güvenerek iddiasının üçte birini teslim edebilir. "
NOT:
1-(Sırasıyla: şeye göre, kişiye göre, kabullerden hareketle temellendirme yaparak tartışma)
"İleri sürdüğüm delilden çıkardığım doğru ya ( 1) nesnel ve evrensel geçerliliğe sahip bir doğru olabilir ki bu durumda delilim secundum veritatemdir, hakikate sadıktır. Ancak böyle bir delil hakiki bir geçerliliğe sahiptir. Ya da (2) o sadece iddiamı ispatlamak istediğim, dolayısıyla tartışmakta olduğum kişi için geçerli olan bir doğru olabilir. Bir başka söyleyişle tartıştığım kişi ya bir iddiayı bir önyargı olarak toptan ve ebediyen benimsemiş ya da tartışma esnasında alelacele kabul etmiştir; ve ben o zaman getireceğim hüccet yahut delili ona göre seçer ve düzenlerim. Bu durumda o sadece bu insan teki için: ad hominem geçerli bir delil olmuş olur. Hasmımı iddiamı kabul etmesi için zorlarım, ama onun evrensel geçerliliğe sahip bir doğru olarak tanınmasını isteyemem. Delilim sadece hasmımla aramızdaki tartışmada işe yarar, onun dışında kimsenin işine yaramaz. Sözgelimi hasmım Kant'ın bir tilmizi olsa ve ben delilimi ve temellendinnemi bu düşünürün bir ifadesine dayandırsam bu kendi başına ancak ad hominem olan bir delildir. Ama düşünürün bu ifadesi aynı zamanda herkesin kabul ve teslim ettiği evrensel bir hakikatse o zaman secundum veritatem bir delildir.
Belagat yahut etkili konuşma sanatı başkalarında bir şeyle ilgili görüşümüzü veya kanaatimizi uyandırma, onların duygu dünyasında o konudaki hissiyatımızı canlandırma ve böylece onu bizimle aynı duyguyu paylaşacak ruh haline sokma yeteneğidir. Bütün bunlar sözcükler sayesinde fikirlerimizin onların kafasına ustalıkla hücumunu sağlayacak şekilde yapılır ve bu akış öyle bir güçle gerçekleştirilir ki onların düşünceleri tuttukları istikameti terk eder ve bizimkilerle aynı yolu takip etmeye başlar. Onların daha önce tuttukları düşünce yolu bizimkinden ne kadar farklıysa bu ustalık eseri başarı da o kadar büyüktür. Bir kimsenin kendi kanaatinin ve hissiyatının belagat bakımından onu ne kadar kudretli kıldığı ve genel olarak belagatin sanat eseri olmaktan çok doğal yetenek olduğu buradan kolayca anlaşılır. Ancak burada dahi sanat doğayı destekleyecektir. Bir başkasını sıkı sıkıya tutunduğu bir yanlışla çatışan bir doğruya ikna etmek için riayet edilmesi gereken ilk kural kolay ve doğal bir kuraldır, yani: önce mukaddem (öncüller) gelsin, istidlal ( vargı) onu takip etsin. Ancak bu kurala nadiren riayet edilir, hatta tersine çevrilir; çünkü heveskarlık, acelecilik ve dogmatik güven bizi sonuç yahut istidlali onun tam karşısındaki yanlışa bağlı olan kimsenin yüzüne gürültüyle patırtıyla ilan etmeye sevk eder. Bu onu kolayca çekingen ve ihtiyatlı hale getirir, ardından da bunların hangi sonucu getireceğini bildiğinden bir temellendirmenin dayanağı olarak ileri sürülen bütün esas /delil ve öncüllere kararlı biçimde karşı çıkar.
Bu yüzden ulaşılmak istenen sonuç bütünüyle gizlenmeli ve sadece ona varmak için gerekli olan temellendirmenin öncül ve illetleri açık seçik, tam ve her açıdan verilmelidir. Hatta eğer mümkünse bu sonucu açık açık dile getirmekten dahi kaçınmalıyız. O dinleyicilerin aklında zorun1u ve mantıki olarak kendiliğinden belirecektir ve onların içinde oluşan kanaat böylece çok daha samimi olacaktır; ayrıca ona utanç hissi yerine öz saygı eşlik edecektir. Güç ve sıkıntılı durumlarda, aslında peşinde olduğumuz sonucun tam tersi bir sonuca ulaşmak istiyormuş gibi bir tavır ve kılığa bile bürünebiliriz. Shakespeare'in Julius Caesar'ındaki Antonius'un ünlü konuşması bunun bir örneğidir.
Bir şeyi savunurken çokları kendilerine tam bir güven içerisinde, onun lehine söylenebilecek tasavvur edilebilir her şeyi ileri sürme ve doğru, yarı doğru ve sadece akla yakın olanı birbirine karıştırma yanlışını yaparlar. Fakat yanlış çok geçmeden anlaşılır veya olmadı hissedilir, ardından onunla birlikte ileri sürülmüş olan doğru ve ikna edici delillerin üzerine de kuşkunun gölgesi düşer. O halde fazladan hiçbir şey ilave etmeksizin sadece doğru ve ikna edici olan verilmeli ve bir doğrunun yetersiz, dolayısıyla mugalatacılara özgü delil ve temellendirmelerle savunulmasına karşı uyanık olunmalıdır. Çünkü hasım bunları hükümsüz kılabilir ve böylece çıkıp ortada bunlarla desteklenen doğrunun kendisini de çürütmüş gibi caka satabilir; bir başka söyleyişle o argumenta ad hominemi argumenta ad rema 1 gibi ileri sürebilir. Belki de Çinliler bunun tam tersi yönde çok ileri giderler, çünkü onlar şu düstura göre hareket ederler: "Belagat kudretine ve keskin bir dile sahip kimse her zaman bir cümlenin yarısını söyleyip yarısını bırakabilir; haklılığından kuşku duymayan kimse kendine güvenerek iddiasının üçte birini teslim edebilir. "
NOT:
1-(Sırasıyla: şeye göre, kişiye göre, kabullerden hareketle temellendirme yaparak tartışma)
"İleri sürdüğüm delilden çıkardığım doğru ya ( 1) nesnel ve evrensel geçerliliğe sahip bir doğru olabilir ki bu durumda delilim secundum veritatemdir, hakikate sadıktır. Ancak böyle bir delil hakiki bir geçerliliğe sahiptir. Ya da (2) o sadece iddiamı ispatlamak istediğim, dolayısıyla tartışmakta olduğum kişi için geçerli olan bir doğru olabilir. Bir başka söyleyişle tartıştığım kişi ya bir iddiayı bir önyargı olarak toptan ve ebediyen benimsemiş ya da tartışma esnasında alelacele kabul etmiştir; ve ben o zaman getireceğim hüccet yahut delili ona göre seçer ve düzenlerim. Bu durumda o sadece bu insan teki için: ad hominem geçerli bir delil olmuş olur. Hasmımı iddiamı kabul etmesi için zorlarım, ama onun evrensel geçerliliğe sahip bir doğru olarak tanınmasını isteyemem. Delilim sadece hasmımla aramızdaki tartışmada işe yarar, onun dışında kimsenin işine yaramaz. Sözgelimi hasmım Kant'ın bir tilmizi olsa ve ben delilimi ve temellendinnemi bu düşünürün bir ifadesine dayandırsam bu kendi başına ancak ad hominem olan bir delildir. Ama düşünürün bu ifadesi aynı zamanda herkesin kabul ve teslim ettiği evrensel bir hakikatse o zaman secundum veritatem bir delildir.