Dâhinin bir filozof olarak portresi Ludwig Wittgenstein
|
Ray Monk
Çev.: B.Kılınçer -Tülin Er
Ludwig Wittgenstein’ın felsefe tarihindeki önemi nedir?’ sorusuna vereceğimiz yanıt, felsefeden ne anladığımızla doğrudan ilişkili değildir.
Wittgenstein’ın çekiciliği, felsefeye yaptığı göz alıcı katkıyla tam olarak açıklanamaz.
Terry Eagleton’ın zekice, biraz da hınzırca, “keşiş, mistik ve mühendis karışımı” diye tanımladığı filozofu tanımak için en iyi kılavuz, bir süre önce Türkçede yayımlandı.
Ray Monk’un, ünü ülkemize kendisinden önce gelen Wittgenstein monografisi ‘Dâhinin Görevi’nden söz ediyorum.
Dâhiler üzerine yazılan yaşam öykülerinde çoğunlukla iki eğilim görülür: Dâhi imgesini güçlendirme amacı ya da örseleme çabası. ‘Dâhinin Görevi’, aslında ikisini de yapmıyor. Ray Monk, olabildiğince nesnel kalmaya çalışmış; ancak unutmamak gerek, Wittgenstein’ınki gibi sıra dışı bir yaşam söz konusu olunca, nesnellik de biraz yoruma dönüşür. Bu yüzden, Monk’un çekimser kaldığı noktalar aslında zihnimizdeki dâhi-filozof imgesine tastamam uyuyor.
Felsefî aynı zamanda edebî
‘Dâhinin Görevi’, Wittgenstein felsefesine aşina olanlar için heyecan verici pek çok ayrıntı içeriyor. Filozofun yapıtının iki aşamasını da deha ürünü sayanlardansanız, Monk’un kitabında buna yeniden inanmak için bolca malzeme bulabilirsiniz. Yazar, Wittgenstein’ın kişisel yaşamındaki çalkantılarla felsefî gelişimini koşut ele alarak aslında bir tür çözümlemeye girişmiş. Örneğin, Wittgenstein’ın her gün umutsuzca intiharı düşündüğü dönem, Tractatus’un ilk ipuçlarının ortaya çıktığı zamana rastlıyor.
Ya da Russell ile arasındaki fırtınalı ilişki, onunla fikir ayrılığına düştüğü dönemle örtüşüyor. Monk’un örtük biçimde dile getirmek istediği şey, Wittgenstein’ın yaşamındaki derin kırılmaların, onun felsefesini nasıl etkilediğidir. Elbette, bu felsefî dönüşümü bütünüyle birtakım olaylara bağlamak indirgemeci bir yaklaşım olur; ama Wittgenstein’ın felsefesinin, yaşadıklarından tümüyle bağımsız olduğunu kim söyleyebilir? Kitaba ilişkin bir başka önemli ayrıntı da, Wittgenstein’ın yapıtlarını okuma konusunda yol gösterici bir söyleme sahip olması. Tractatus’a örneğin, mantıkçı pozitivistlerin baktığı yerden bakmanın nasıl da yanıltıcı olabileceğini gösteriyor Ray Monk. Etik üzerine söylenen boş laflara son vermek kesinlikle önemlidir fakat Wittgenstein bunu pozitivistçe değil, öte yakadan yapmıştır.
Zira Wittgenstein’ın kendi yapıtını ‘felsefî ama aynı zamanda edebî’ diye tanımlaması, ana fikrinin etik olduğunu söylemesi, bu bağlamda çok önemli yol göstericiler olarak okunabilir. Wittgenstein’ın ilk felsefe görüşünde anlamlandırma, bir resimleme ilişkisi olarak görülüyordu. İkincisinde ise bir alet olarak görülür, yani bir dile getirişin anlamı, onun olanaklı kullanışlarının toplamı diye ifade edilebilir. Ray Monk, Wittgenstein’a dair hiçbir ayrıntıyı (aşk da dahil) dışarıda bırakmadan işte bu köklü değişimin izini sürüyor.
Monk’un çağdaş analitik felsefe -özellikle Wittgenstein’ın iki dönem felsefesi- konusundaki yetkinliğini ve yalnızca bu monografi için onca belgeye ulaştığını, hepsini tek tek gözden geçirdiğini de hatırlatalım. (Türkiye’de beş-on belgeye dayanarak yaşam öyküsü yazan ‘uzman’ biyografların kulakları çınlasın!) Birkaç söz de çeviri için: Berna Kılınçer ve Tülin Er’in ortak çevirisi, özellikle Tractatus önermelerinde büyük ölçüde Oruç Aruoba’nın çevirisine bağlı kalmış. Yapıtın boyutu da göz önüne alındığında bu zahmetli çevirinin başarılı olduğu söylenebilir.
Wittgenstein’ı sevme sebepleri
Wittgenstein’ı sevmek için kuşkusuz hepimizin farklı sebepleri vardır. Kimimiz, elinde bir maşayla Popper’i tehdit ettiği için sevebiliriz onu; kimimiz polisiye romanları, Mind dergisindeki felsefe makalelerine yeğlediği; kimimiz de umutsuz aşklar yaşadığı için. Şair olarak Rilke’ye bağlılık duyduğu, Viyana Çevresi’nin toplantılarında şiir okuduğu için ya da Ingeborg Bachmann doktora tezini onun üzerine hazırladığı için sevenlerimiz de vardır. Fakat bütün bunlar belli bir ‘sanatsal vicdan’da birleşir. Ludwig Wittgenstein, felsefede yaptığı işin önemini anlasak da anlamasak da, zihinlerimizdeki dâhi imgesini pekiştiren bir figürdür. Onun, felsefeyi Platon’a düşülmüş bir dipnot olmaktan çıkardığını söyleyecek kadar ileri gitmeyeceğim ama Wittgenstein’ı felsefenin düşmanı olarak gören Popper’i ve yandaşlarını acımasız buluyorum. Ne dersek diyelim, Wittgenstein yapıtında kişisel varlığını koruyan filozoflardandır -tıpkı Schopenhauer gibi. Bu durum, Ray Monk’un kitabını olması gerekenden daha çekici kılıyor.
Ciddi felsefe meseleleri ve onları çözme umudu, bir filozofu yaşatan şeydir. Wittgenstein’da bunların ikisi de vardı. Sorularının peşinden sabırla ve ısrarla gidiyordu -tıpkı Sokrates gibi. En başından beri, beyni entelektüel bir ışıltıyla parlıyordu. Bu tutku, çağdaş felsefeye değişebilir açılımlar, Wittgenstein’a ise değişmez bir yer kazandırdı. Gellner’dı galiba, Wittgenstein’ın, yerini çektiği ıstırapla kazandığını söylemişti. Spekülatif konuşmak pahasına bunu tekrarlıyorum; çünkü acı, bazen kurtarıcı oluyor.
Wittgenstein hakkında kısa kronoloji:
-1889’da Avusturya’daki en zengin ailelerden birinin çocuğu olarak Viyana’da doğdu.
-Brahms, Mahler, Freud, Klimt gibi sanatçı ve düşünürler aileyle bağlantılıydı.
-1903’te Russell’ın Matematiğin İlkeleri kitabını okuyuşu, felsefe kariyerinin başlamasına sebep oldu.
-1914’te kendisine kalan 100 bin kronluk mirası aralarında Trakl ve Rilke’nin de bulunduğu sanatçılar arasında paylaştırılması için elden çıkarttı.
-1. Dünya Savaşı’nda, Avusturya ordusu saflarında yer aldı. İncil’i ve Tolstoy’u okudu.
-Savaştan sonra erken dönem felsefesinin başyapıtı Tractatus yayımlandı.
-1919-1929 arasındaki on yıl boyunca felsefeyi izlemeyi bıraktı, bir tür inzivaya çekildi.
-20’li yılların sonunda Viyana Çevresi ile yakınlık kurdu. Fakat toplantılarda felsefe konuşmayı değil şiir okumayı tercih etti.
-1929’da Cambridge’e döndü. Amacı, Tractatus’taki belli zorlukları düzeltmekti.
-30’lu yılların ortalarından itibaren matematik felsefesi üzerine yoğunlaştı.
-1936’dan itibaren ün kazanacağı görüşlerini geliştirmeye başladı.
-II. Dünya Savaşı sırasında yine felsefeye ara vererek hastane hademesi ve teknik asistan olarak hizmet verdi.
-1947’de Cambridge’de son derslerini verdi.
-1951’de prostat kanserinden öldü.
Kaynak: Dahinin Görevi - Ray Monk
Çev.: B.Kılınçer -Tülin Er
Ludwig Wittgenstein’ın felsefe tarihindeki önemi nedir?’ sorusuna vereceğimiz yanıt, felsefeden ne anladığımızla doğrudan ilişkili değildir.
Wittgenstein’ın çekiciliği, felsefeye yaptığı göz alıcı katkıyla tam olarak açıklanamaz.
Terry Eagleton’ın zekice, biraz da hınzırca, “keşiş, mistik ve mühendis karışımı” diye tanımladığı filozofu tanımak için en iyi kılavuz, bir süre önce Türkçede yayımlandı.
Ray Monk’un, ünü ülkemize kendisinden önce gelen Wittgenstein monografisi ‘Dâhinin Görevi’nden söz ediyorum.
Dâhiler üzerine yazılan yaşam öykülerinde çoğunlukla iki eğilim görülür: Dâhi imgesini güçlendirme amacı ya da örseleme çabası. ‘Dâhinin Görevi’, aslında ikisini de yapmıyor. Ray Monk, olabildiğince nesnel kalmaya çalışmış; ancak unutmamak gerek, Wittgenstein’ınki gibi sıra dışı bir yaşam söz konusu olunca, nesnellik de biraz yoruma dönüşür. Bu yüzden, Monk’un çekimser kaldığı noktalar aslında zihnimizdeki dâhi-filozof imgesine tastamam uyuyor.
Felsefî aynı zamanda edebî
‘Dâhinin Görevi’, Wittgenstein felsefesine aşina olanlar için heyecan verici pek çok ayrıntı içeriyor. Filozofun yapıtının iki aşamasını da deha ürünü sayanlardansanız, Monk’un kitabında buna yeniden inanmak için bolca malzeme bulabilirsiniz. Yazar, Wittgenstein’ın kişisel yaşamındaki çalkantılarla felsefî gelişimini koşut ele alarak aslında bir tür çözümlemeye girişmiş. Örneğin, Wittgenstein’ın her gün umutsuzca intiharı düşündüğü dönem, Tractatus’un ilk ipuçlarının ortaya çıktığı zamana rastlıyor.
Ya da Russell ile arasındaki fırtınalı ilişki, onunla fikir ayrılığına düştüğü dönemle örtüşüyor. Monk’un örtük biçimde dile getirmek istediği şey, Wittgenstein’ın yaşamındaki derin kırılmaların, onun felsefesini nasıl etkilediğidir. Elbette, bu felsefî dönüşümü bütünüyle birtakım olaylara bağlamak indirgemeci bir yaklaşım olur; ama Wittgenstein’ın felsefesinin, yaşadıklarından tümüyle bağımsız olduğunu kim söyleyebilir? Kitaba ilişkin bir başka önemli ayrıntı da, Wittgenstein’ın yapıtlarını okuma konusunda yol gösterici bir söyleme sahip olması. Tractatus’a örneğin, mantıkçı pozitivistlerin baktığı yerden bakmanın nasıl da yanıltıcı olabileceğini gösteriyor Ray Monk. Etik üzerine söylenen boş laflara son vermek kesinlikle önemlidir fakat Wittgenstein bunu pozitivistçe değil, öte yakadan yapmıştır.
Zira Wittgenstein’ın kendi yapıtını ‘felsefî ama aynı zamanda edebî’ diye tanımlaması, ana fikrinin etik olduğunu söylemesi, bu bağlamda çok önemli yol göstericiler olarak okunabilir. Wittgenstein’ın ilk felsefe görüşünde anlamlandırma, bir resimleme ilişkisi olarak görülüyordu. İkincisinde ise bir alet olarak görülür, yani bir dile getirişin anlamı, onun olanaklı kullanışlarının toplamı diye ifade edilebilir. Ray Monk, Wittgenstein’a dair hiçbir ayrıntıyı (aşk da dahil) dışarıda bırakmadan işte bu köklü değişimin izini sürüyor.
Monk’un çağdaş analitik felsefe -özellikle Wittgenstein’ın iki dönem felsefesi- konusundaki yetkinliğini ve yalnızca bu monografi için onca belgeye ulaştığını, hepsini tek tek gözden geçirdiğini de hatırlatalım. (Türkiye’de beş-on belgeye dayanarak yaşam öyküsü yazan ‘uzman’ biyografların kulakları çınlasın!) Birkaç söz de çeviri için: Berna Kılınçer ve Tülin Er’in ortak çevirisi, özellikle Tractatus önermelerinde büyük ölçüde Oruç Aruoba’nın çevirisine bağlı kalmış. Yapıtın boyutu da göz önüne alındığında bu zahmetli çevirinin başarılı olduğu söylenebilir.
Wittgenstein’ı sevme sebepleri
Wittgenstein’ı sevmek için kuşkusuz hepimizin farklı sebepleri vardır. Kimimiz, elinde bir maşayla Popper’i tehdit ettiği için sevebiliriz onu; kimimiz polisiye romanları, Mind dergisindeki felsefe makalelerine yeğlediği; kimimiz de umutsuz aşklar yaşadığı için. Şair olarak Rilke’ye bağlılık duyduğu, Viyana Çevresi’nin toplantılarında şiir okuduğu için ya da Ingeborg Bachmann doktora tezini onun üzerine hazırladığı için sevenlerimiz de vardır. Fakat bütün bunlar belli bir ‘sanatsal vicdan’da birleşir. Ludwig Wittgenstein, felsefede yaptığı işin önemini anlasak da anlamasak da, zihinlerimizdeki dâhi imgesini pekiştiren bir figürdür. Onun, felsefeyi Platon’a düşülmüş bir dipnot olmaktan çıkardığını söyleyecek kadar ileri gitmeyeceğim ama Wittgenstein’ı felsefenin düşmanı olarak gören Popper’i ve yandaşlarını acımasız buluyorum. Ne dersek diyelim, Wittgenstein yapıtında kişisel varlığını koruyan filozoflardandır -tıpkı Schopenhauer gibi. Bu durum, Ray Monk’un kitabını olması gerekenden daha çekici kılıyor.
Ciddi felsefe meseleleri ve onları çözme umudu, bir filozofu yaşatan şeydir. Wittgenstein’da bunların ikisi de vardı. Sorularının peşinden sabırla ve ısrarla gidiyordu -tıpkı Sokrates gibi. En başından beri, beyni entelektüel bir ışıltıyla parlıyordu. Bu tutku, çağdaş felsefeye değişebilir açılımlar, Wittgenstein’a ise değişmez bir yer kazandırdı. Gellner’dı galiba, Wittgenstein’ın, yerini çektiği ıstırapla kazandığını söylemişti. Spekülatif konuşmak pahasına bunu tekrarlıyorum; çünkü acı, bazen kurtarıcı oluyor.
Wittgenstein hakkında kısa kronoloji:
-1889’da Avusturya’daki en zengin ailelerden birinin çocuğu olarak Viyana’da doğdu.
-Brahms, Mahler, Freud, Klimt gibi sanatçı ve düşünürler aileyle bağlantılıydı.
-1903’te Russell’ın Matematiğin İlkeleri kitabını okuyuşu, felsefe kariyerinin başlamasına sebep oldu.
-1914’te kendisine kalan 100 bin kronluk mirası aralarında Trakl ve Rilke’nin de bulunduğu sanatçılar arasında paylaştırılması için elden çıkarttı.
-1. Dünya Savaşı’nda, Avusturya ordusu saflarında yer aldı. İncil’i ve Tolstoy’u okudu.
-Savaştan sonra erken dönem felsefesinin başyapıtı Tractatus yayımlandı.
-1919-1929 arasındaki on yıl boyunca felsefeyi izlemeyi bıraktı, bir tür inzivaya çekildi.
-20’li yılların sonunda Viyana Çevresi ile yakınlık kurdu. Fakat toplantılarda felsefe konuşmayı değil şiir okumayı tercih etti.
-1929’da Cambridge’e döndü. Amacı, Tractatus’taki belli zorlukları düzeltmekti.
-30’lu yılların ortalarından itibaren matematik felsefesi üzerine yoğunlaştı.
-1936’dan itibaren ün kazanacağı görüşlerini geliştirmeye başladı.
-II. Dünya Savaşı sırasında yine felsefeye ara vererek hastane hademesi ve teknik asistan olarak hizmet verdi.
-1947’de Cambridge’de son derslerini verdi.
-1951’de prostat kanserinden öldü.
Kaynak: Dahinin Görevi - Ray Monk