Felsefe'nin Doğuşu Ve Anadolu Medeniyetlerinin Bu Gelişimdeki Etkileri - 2
|
3. Aristoteles’in kendi felsefesiyle okulunda gelişen ve biriken çok zengin bilgi kadrosu, tek tek bilimlerin bağımsızlığına her bilgi kolu üzerinde ayrıca çalışmalara yol açmıştır. Bundan sonra, her şeyi, bütün konuları içine almak isteyen bir sistem yerine: aralarında gittikçe ayrımlaşan bilimlerin bir karmaşası geçmiştir. Felsefe kendini bu bağlantıdan ayırmış, onun payına dünya ve hayat görüşleriyle ilgili genel sorunlarla uğraşmak düşmüştür. Aristoteles’ten sonraki felsefe, her şeyden önce, doğru yaşayışı gösterecek, gönülleri doyuran bir dünya görüşüne ulaştıracak yolu arayan bir öğretidir. Bu özelliği ile de, az veya çok pratik bir felsefe, aydınlar için de dinin yerine geçen bir felsefe olmuştur. Bu gelişme, Antik felsefenin son dönemine bir geçittir.
4. Bu son döneminde Antik felsefeye gittikçe daha çok dini öğeler karışmıştır. Bunların arasında Doğudan gelenleri de vardır: Bu arada Hint ve Mısır dinlerinin birtakım görüşleri, bazı Antik düşünürlere özlenilen örnekler gibi görünmüştür. En sonunda, yığınların din gereksemesini daha iyi karşılayan Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla bu dönem de kapanmış, böylece Antik felsefe de sona ermiştir.
İşte felsefe, Türkistan’da, Çin’de, Hint’te, Mısır’da, eski Yunanistan’da ve başka birçok yerde örneklerine bol bol rastladığımız ‘imgeye dayanan mitosçu düşüncenin’ eleştirilmesinden ve imgelerin ya da tasarımların yerine, inanca değil, akla dayanan felsefesel-bilimsel kavramların ve açıklamaların konmaya çalışılmasından doğmuştur. Demek ki felsefe, dinlere kaynaklık etmiş olan ve özü bakımından dinden farklı olmayan mitosların aşılmasıyla; evrenin kaynağı ve insan yaşamının anlamı gibi en genel sorunlara, dinsel düşüncenin etkisinden sıyrılarak kavramlarla ve akıl yürütmeyle cevap verme çabasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Bu türden ilk cevaplara ise, yukarda belirttiğimiz gibi eski Yunanistan’da rastlıyoruz.
Eski Yunan’dan önce felsefesel ve bilimsel düşünce kesinlikle yok muydu? Eski Çin, Hint ve İran dinlerinde ve mitoslarında, hem dağa hem de insan yaşamı konusunda derin felsefesel düşünceler bulunduğu bir gerçektir. Hatta Çin ve İran dinlerinde, varlıkları ve olayları karşıtlıklarla ve birbiriyle çatışan gerçeklerle açıklama eğilimi de görülüyor. Yani eski Doğu düşüncesinde, diyalektik görüşe benzer ilkel bir düşünüşe rastlandığı bile söylenebilir. Her ne olursa olsun, burada dikkatimizi çeken nokta, felsefesel düşünceye oranla din düşüncesinin ağır basmasıdır. Başka bir deyişle, eski Doğu düşüncesinde felsefe, dinden tamamen sıyrılarak bağımsızlığını elde edememiş ve kendini yalnızca akla ve mantığa dayanan özgür bir araştırma olarak ortaya koyamamıştır. Oysa eski Yunan düşünürleri, bazı felsefesel düşünceleri olduğu gibi bazı bilgileri de Doğudan ya da başka yerden aldıkları halde, bambaşka bir biçimde işlemiş, geliştirmiş ve düzenlemişlerdi. Örneğin eski Mısır’da geometri, Nil Irmağının belli zamanlarda doğurduğu taşkınları önlemek ve bu amaçla kanallar açmak zorunluluğundan doğmuştu. Yani, pratik bir amacı göz önünde tutuyordu. Ve bu pratik amaçlardan hiçbir zaman sıyrılamamış, bağımsız ve derli toplu yani sistemli bir bilgi haline gelememişti: bölük pörçük kalmıştı. Oysa Yunan düşünürleri ve özellikle Eukleides, yalnızca teknik ve pratik özellik taşıyan bu bilgileri, sistemli ve kuramsal (teorik) bir bilim (geometri bilimi) durumuna getirmeyi başardılar. Aynı şeyi, Babillilerin dinsel amaçları gözetmekten doğan astronomileri için de söyleyebiliriz. Bu bilgi dalı da, eski Yunan düşünürlerinin ve bilginlerinin elinde, derli toplu, düzenli ve yalnızca pratik amaçlara değil kuramsal amaçlara da yönelen, yani bilmek için bilmek isteğine cevap veren bir bilim durumuna geldi. Yunan düşünürleri din ve mitoslarda dağınık ve birbiriyle ilintisiz durumda bulunan; imgelerle ya da simgelerle (sembollerle) dile getirilmiş olan felsefesel düşünceleri de, mantıksal ilintilerle birbirine bağlanmış, amacını kendi içinde taşıyan bağımsız ve kurumsal bir bilgi durumuna getirmeye çalıştılar. Felsefeyi, yalnızca dine ya da pratik amaçlara yararlı bir çaba olarak değil, doğruluğu (hakikati) salt doğruluk olduğu için arayıp bulmaya çalışan bir çaba olarak benimsediler. Bundan ötürü “bilgi ve bilgelik sever” düşünür tipine, yani bilimsel açıklamalar yapmaya çalışan özgür düşünceli filozofa da ilk olarak eski Yunanistan’da rastlıyoruz.
Thales’den önce eski Mezopotamyalılar, eski Mısırlılar ve eski Yunanlılar doğayı canlı olarak gördüler. Onlar için doğa veya doğada bulunan herhangi bir nesne bir insandan, bir “sen”den farklı değildi. Örneğin, eğer bahar mevsiminde Nil Irmağı’nın su düzeyi yeterince artmadı ise, eski Mısırlılar bu trajediyi bizim anladığımız anlamda açıklamadılar. Onlara göre, ya Nil Irmağı insanlara kızdığı için su düzeyini yükseltmedi ya da belli bir Tanrı insanlara kızdığı için Nil ırmağının yükselmesine izin vermedi. Görülüyor ki, ırmak bir insandan farklı değildir, o bir canlıdır. Bir insan gibi kızabilmekte ve belirli eylemlerde bulunabilmektedir.
Ayrıca, eski insanlar bireysel olaylarla ilgilendiler ve o yüzden genel yargılar ortaya koyamadılar. Örneğin, eski Yunanlılar bütün depremleri değil belli bir depremi belli bir Tanrının yani Poseidon’un kızgınlığı ile açıkladılar. Onlar için amaç genellemelere gitmek olmayıp özel bir olayı özel bir biçimde açıklamaktı.
Bundan başka ilkel insanlar aynı nesneyi veya olayı çelişkili biçimlerde açıkladılar. Örneğin, eski Mısırlılara göre güneş hem bir Tanrıdır, hem gökyüzünde uçan bir şahindir ve hem de hareket eden bir toptur. Üstelik onlar bu açıklamaların çelişkili olduğunu dahi fark etmediler.
İlk Yunan filozoflarına gelince, onlar efsanelere inanmadılar ve doğayı cansız, edilgen (pasif) bir şey olarak gördüler. Onlar Tanrıların varolduğunu kabul etmekle birlikte, evrendeki olayları doğal olarak açıkladılar ve kendi açıklamalarında Tanrılara bir işlev yüklemediler. Örneğin, eski ve çağdaş Yunanlılar depremi deniz Tanrısı Poseidon ile açıklarken Thales aynı olayı doğal olarak açıkladı. Ona göre dünya deniz üstünde yüzmektedir ve dalgaların dünyayı sarsması ile deprem meydana gelmektedir.
Bundan başka, ilk Yunan filozofları belli bir olayı açıklamak yerine aynı kümeye giren bütün olayları açıkladılar. Örneğin, tek bir depremi açıklamak yerine, bütün depremleri açıklamaya çalıştılar.
İlk Yunan filozoflarını ilkel insanlardan ve çağdaşlarından ayıran en önemli özellik ise, onların eleştiriye ve tartışmaya açık olmaları idi. Onlar birbirlerinin görüşlerini eleştirdiler ve kendi görüşlerini argümanlarla ve gerektiğinde gözlemsel ve deneyimsel kanıtlarla desteklediler. Onlara göre, bir olayın tek bir açıklaması olabilirdi.
Özetle felsefenin doğması bazı toplumsal koşulların gelişmesine bağlıdır. Bunları üç başlık altında toplamak mümkündür. Ekonomik gelişme, demokratik yönetim ile laik ve hoşgörülü dünya görüşü. Ancak bu üç koşul tamamlandığında felsefe doğmakta ve varlığını sürdürmektedir. Bu üç unsurdan birinin eksikliği felsefenin o toplumdan kaçmasına neden olmaktadır. Bu üç koşulun olgunlaştığı Batı Anadolu kentlerinde felsefe doğmuş ve koşullar bu şekilde kaldığı süre içinde de varlığını sürdürmüştür.
Batı Anadolu’da yaşayan pek çok düşünür tıpkı Thales gibi davranarak, özellikle de evren konusuna ilişkin varsayımlarda bulunmuşlardır. Genelde Maddeci bir yaklaşım içinde olan bu düşünürlere, varsayımlarına ve akıllarına aşırı güven duydukları gerekçe gösterilerek “Dogmatik Düşünürler”; İnsan sorunsalına değinmedikleri iddia edilerek “Doğa Filozofları” gibi isimler verilmiş olsa da bu düşünürlere “İlkçağ Maddecileri” demek çok daha uygun düşmektedir.
Ege adalarında yaşayan düşünürler ise Anadolu düşünürlerinden farklı bir yol izleyerek; kuşkucu bir yaklaşım sergilemişler ve düşünce tarihine “Sofistler” adıyla geçmişlerdir.
Ege’nin batısında Atina’da ise birbirine öğretmen öğrenci bağı ile bağlı olan, idealist düşüncenin ilkçağdaki temsilcileri, Sokrates – Platon – Aristoteles üçlüsünü görürüz.
Felsefenin bu altın çağı İsa’dan Üç yüzyıl öncesine kadar sürer. Toplumsal koşulların değişmesi ile felsefe; karşı çıkarak doğduğu dinin ve resmi ideolojinin emrine girince, özel olarak Ege’yi; genel olarak insanlığı terk eder. Bu yok oluş bütün ortaçağ boyunca da sürecektir.
Felsefenin doğum yeri olan Anadolu’nun batı kıyılarında (İonia) ve Akdeniz kıyılarında yetişen, Thales, Anaxsimenes, Herakleitos, Demokritos, Pythagoras, Parmanides, ve Zeno gibi büyük düşünürler, Batı felsefesinin ilk temel taşlarını koymuşlardır.
Oluşumunu ve gelişimini izleyen yüzyıllar içinde felsefe bilimsel düşünce biçiminin ve bilimin yolunu açmış, zaman zaman da bilimin yanında yer almıştır. Ama son bir iki yüzyılda tekniğin ve işbölümünün gelişmesi sonucunda, bilimler özelleşmiş, uzmanlaşmış ve felsefeden kopmuştur. Felsefe ve bilim öncelikle konuları ve yöntemleri bakımından farklılaşmıştır. Bilimler daha çok duyuma ve deneye öncelik verirken felsefe bunlardan da yararlanarak tikel deneyimlerden bağımsız düşünce biçimine ve a priori bilgiye ağırlık vermiştir. Bilim kesin sonuçlar içeren, kanıtlanabilir bilgiler verirken felsefe neyin, nasıl bilinebileceğini araştırmış, bilimin ve bilimsel bilginin yapısı üzerine de soru sormuş ve yanıt getirmiştir.
Böylece felsefe bugünkü anlamda asıl işlevini yüklendi. Bu konular bir yandan bilimsel kavramların dışında kalan, devlet, erdem, eylem, estetik gibi alanları kapsamakta, öte yandan mantık gibi düşünme ve akıl yürütme yöntemlerini içermektedir. Daha genel anlamda söylemek gerekirse günümüzde felsefe madde ve ruhu çözümlemeye ve bunlardan hangisinin temel olduğunu açıklamaya çalışmaktadır (spiritüalistlere göre varlıkların temeli ruh ve akıl, materyalistlere göre ise her şeyin temeli madde ve onun çeşitli biçimdeki belirtileridir). Bu anlamda felsefe ile metafizik özdeş kavramlardır.
Felsefenin en önemli özelliği, felsefe sistemlerinin yanlış olduklarının hiçbir zaman kesinlikle ispat edilememesidir. Felsefe görüşleri, Nietzsche’nin deyişiyle, dağların doruklarından birbirine ulaşan yankılardır.
4. Bu son döneminde Antik felsefeye gittikçe daha çok dini öğeler karışmıştır. Bunların arasında Doğudan gelenleri de vardır: Bu arada Hint ve Mısır dinlerinin birtakım görüşleri, bazı Antik düşünürlere özlenilen örnekler gibi görünmüştür. En sonunda, yığınların din gereksemesini daha iyi karşılayan Hıristiyanlığın ortaya çıkmasıyla bu dönem de kapanmış, böylece Antik felsefe de sona ermiştir.
İşte felsefe, Türkistan’da, Çin’de, Hint’te, Mısır’da, eski Yunanistan’da ve başka birçok yerde örneklerine bol bol rastladığımız ‘imgeye dayanan mitosçu düşüncenin’ eleştirilmesinden ve imgelerin ya da tasarımların yerine, inanca değil, akla dayanan felsefesel-bilimsel kavramların ve açıklamaların konmaya çalışılmasından doğmuştur. Demek ki felsefe, dinlere kaynaklık etmiş olan ve özü bakımından dinden farklı olmayan mitosların aşılmasıyla; evrenin kaynağı ve insan yaşamının anlamı gibi en genel sorunlara, dinsel düşüncenin etkisinden sıyrılarak kavramlarla ve akıl yürütmeyle cevap verme çabasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Bu türden ilk cevaplara ise, yukarda belirttiğimiz gibi eski Yunanistan’da rastlıyoruz.
Eski Yunan’dan önce felsefesel ve bilimsel düşünce kesinlikle yok muydu? Eski Çin, Hint ve İran dinlerinde ve mitoslarında, hem dağa hem de insan yaşamı konusunda derin felsefesel düşünceler bulunduğu bir gerçektir. Hatta Çin ve İran dinlerinde, varlıkları ve olayları karşıtlıklarla ve birbiriyle çatışan gerçeklerle açıklama eğilimi de görülüyor. Yani eski Doğu düşüncesinde, diyalektik görüşe benzer ilkel bir düşünüşe rastlandığı bile söylenebilir. Her ne olursa olsun, burada dikkatimizi çeken nokta, felsefesel düşünceye oranla din düşüncesinin ağır basmasıdır. Başka bir deyişle, eski Doğu düşüncesinde felsefe, dinden tamamen sıyrılarak bağımsızlığını elde edememiş ve kendini yalnızca akla ve mantığa dayanan özgür bir araştırma olarak ortaya koyamamıştır. Oysa eski Yunan düşünürleri, bazı felsefesel düşünceleri olduğu gibi bazı bilgileri de Doğudan ya da başka yerden aldıkları halde, bambaşka bir biçimde işlemiş, geliştirmiş ve düzenlemişlerdi. Örneğin eski Mısır’da geometri, Nil Irmağının belli zamanlarda doğurduğu taşkınları önlemek ve bu amaçla kanallar açmak zorunluluğundan doğmuştu. Yani, pratik bir amacı göz önünde tutuyordu. Ve bu pratik amaçlardan hiçbir zaman sıyrılamamış, bağımsız ve derli toplu yani sistemli bir bilgi haline gelememişti: bölük pörçük kalmıştı. Oysa Yunan düşünürleri ve özellikle Eukleides, yalnızca teknik ve pratik özellik taşıyan bu bilgileri, sistemli ve kuramsal (teorik) bir bilim (geometri bilimi) durumuna getirmeyi başardılar. Aynı şeyi, Babillilerin dinsel amaçları gözetmekten doğan astronomileri için de söyleyebiliriz. Bu bilgi dalı da, eski Yunan düşünürlerinin ve bilginlerinin elinde, derli toplu, düzenli ve yalnızca pratik amaçlara değil kuramsal amaçlara da yönelen, yani bilmek için bilmek isteğine cevap veren bir bilim durumuna geldi. Yunan düşünürleri din ve mitoslarda dağınık ve birbiriyle ilintisiz durumda bulunan; imgelerle ya da simgelerle (sembollerle) dile getirilmiş olan felsefesel düşünceleri de, mantıksal ilintilerle birbirine bağlanmış, amacını kendi içinde taşıyan bağımsız ve kurumsal bir bilgi durumuna getirmeye çalıştılar. Felsefeyi, yalnızca dine ya da pratik amaçlara yararlı bir çaba olarak değil, doğruluğu (hakikati) salt doğruluk olduğu için arayıp bulmaya çalışan bir çaba olarak benimsediler. Bundan ötürü “bilgi ve bilgelik sever” düşünür tipine, yani bilimsel açıklamalar yapmaya çalışan özgür düşünceli filozofa da ilk olarak eski Yunanistan’da rastlıyoruz.
Thales’den önce eski Mezopotamyalılar, eski Mısırlılar ve eski Yunanlılar doğayı canlı olarak gördüler. Onlar için doğa veya doğada bulunan herhangi bir nesne bir insandan, bir “sen”den farklı değildi. Örneğin, eğer bahar mevsiminde Nil Irmağı’nın su düzeyi yeterince artmadı ise, eski Mısırlılar bu trajediyi bizim anladığımız anlamda açıklamadılar. Onlara göre, ya Nil Irmağı insanlara kızdığı için su düzeyini yükseltmedi ya da belli bir Tanrı insanlara kızdığı için Nil ırmağının yükselmesine izin vermedi. Görülüyor ki, ırmak bir insandan farklı değildir, o bir canlıdır. Bir insan gibi kızabilmekte ve belirli eylemlerde bulunabilmektedir.
Ayrıca, eski insanlar bireysel olaylarla ilgilendiler ve o yüzden genel yargılar ortaya koyamadılar. Örneğin, eski Yunanlılar bütün depremleri değil belli bir depremi belli bir Tanrının yani Poseidon’un kızgınlığı ile açıkladılar. Onlar için amaç genellemelere gitmek olmayıp özel bir olayı özel bir biçimde açıklamaktı.
Bundan başka ilkel insanlar aynı nesneyi veya olayı çelişkili biçimlerde açıkladılar. Örneğin, eski Mısırlılara göre güneş hem bir Tanrıdır, hem gökyüzünde uçan bir şahindir ve hem de hareket eden bir toptur. Üstelik onlar bu açıklamaların çelişkili olduğunu dahi fark etmediler.
İlk Yunan filozoflarına gelince, onlar efsanelere inanmadılar ve doğayı cansız, edilgen (pasif) bir şey olarak gördüler. Onlar Tanrıların varolduğunu kabul etmekle birlikte, evrendeki olayları doğal olarak açıkladılar ve kendi açıklamalarında Tanrılara bir işlev yüklemediler. Örneğin, eski ve çağdaş Yunanlılar depremi deniz Tanrısı Poseidon ile açıklarken Thales aynı olayı doğal olarak açıkladı. Ona göre dünya deniz üstünde yüzmektedir ve dalgaların dünyayı sarsması ile deprem meydana gelmektedir.
Bundan başka, ilk Yunan filozofları belli bir olayı açıklamak yerine aynı kümeye giren bütün olayları açıkladılar. Örneğin, tek bir depremi açıklamak yerine, bütün depremleri açıklamaya çalıştılar.
İlk Yunan filozoflarını ilkel insanlardan ve çağdaşlarından ayıran en önemli özellik ise, onların eleştiriye ve tartışmaya açık olmaları idi. Onlar birbirlerinin görüşlerini eleştirdiler ve kendi görüşlerini argümanlarla ve gerektiğinde gözlemsel ve deneyimsel kanıtlarla desteklediler. Onlara göre, bir olayın tek bir açıklaması olabilirdi.
Özetle felsefenin doğması bazı toplumsal koşulların gelişmesine bağlıdır. Bunları üç başlık altında toplamak mümkündür. Ekonomik gelişme, demokratik yönetim ile laik ve hoşgörülü dünya görüşü. Ancak bu üç koşul tamamlandığında felsefe doğmakta ve varlığını sürdürmektedir. Bu üç unsurdan birinin eksikliği felsefenin o toplumdan kaçmasına neden olmaktadır. Bu üç koşulun olgunlaştığı Batı Anadolu kentlerinde felsefe doğmuş ve koşullar bu şekilde kaldığı süre içinde de varlığını sürdürmüştür.
Batı Anadolu’da yaşayan pek çok düşünür tıpkı Thales gibi davranarak, özellikle de evren konusuna ilişkin varsayımlarda bulunmuşlardır. Genelde Maddeci bir yaklaşım içinde olan bu düşünürlere, varsayımlarına ve akıllarına aşırı güven duydukları gerekçe gösterilerek “Dogmatik Düşünürler”; İnsan sorunsalına değinmedikleri iddia edilerek “Doğa Filozofları” gibi isimler verilmiş olsa da bu düşünürlere “İlkçağ Maddecileri” demek çok daha uygun düşmektedir.
Ege adalarında yaşayan düşünürler ise Anadolu düşünürlerinden farklı bir yol izleyerek; kuşkucu bir yaklaşım sergilemişler ve düşünce tarihine “Sofistler” adıyla geçmişlerdir.
Ege’nin batısında Atina’da ise birbirine öğretmen öğrenci bağı ile bağlı olan, idealist düşüncenin ilkçağdaki temsilcileri, Sokrates – Platon – Aristoteles üçlüsünü görürüz.
Felsefenin bu altın çağı İsa’dan Üç yüzyıl öncesine kadar sürer. Toplumsal koşulların değişmesi ile felsefe; karşı çıkarak doğduğu dinin ve resmi ideolojinin emrine girince, özel olarak Ege’yi; genel olarak insanlığı terk eder. Bu yok oluş bütün ortaçağ boyunca da sürecektir.
Felsefenin doğum yeri olan Anadolu’nun batı kıyılarında (İonia) ve Akdeniz kıyılarında yetişen, Thales, Anaxsimenes, Herakleitos, Demokritos, Pythagoras, Parmanides, ve Zeno gibi büyük düşünürler, Batı felsefesinin ilk temel taşlarını koymuşlardır.
Oluşumunu ve gelişimini izleyen yüzyıllar içinde felsefe bilimsel düşünce biçiminin ve bilimin yolunu açmış, zaman zaman da bilimin yanında yer almıştır. Ama son bir iki yüzyılda tekniğin ve işbölümünün gelişmesi sonucunda, bilimler özelleşmiş, uzmanlaşmış ve felsefeden kopmuştur. Felsefe ve bilim öncelikle konuları ve yöntemleri bakımından farklılaşmıştır. Bilimler daha çok duyuma ve deneye öncelik verirken felsefe bunlardan da yararlanarak tikel deneyimlerden bağımsız düşünce biçimine ve a priori bilgiye ağırlık vermiştir. Bilim kesin sonuçlar içeren, kanıtlanabilir bilgiler verirken felsefe neyin, nasıl bilinebileceğini araştırmış, bilimin ve bilimsel bilginin yapısı üzerine de soru sormuş ve yanıt getirmiştir.
Böylece felsefe bugünkü anlamda asıl işlevini yüklendi. Bu konular bir yandan bilimsel kavramların dışında kalan, devlet, erdem, eylem, estetik gibi alanları kapsamakta, öte yandan mantık gibi düşünme ve akıl yürütme yöntemlerini içermektedir. Daha genel anlamda söylemek gerekirse günümüzde felsefe madde ve ruhu çözümlemeye ve bunlardan hangisinin temel olduğunu açıklamaya çalışmaktadır (spiritüalistlere göre varlıkların temeli ruh ve akıl, materyalistlere göre ise her şeyin temeli madde ve onun çeşitli biçimdeki belirtileridir). Bu anlamda felsefe ile metafizik özdeş kavramlardır.
Felsefenin en önemli özelliği, felsefe sistemlerinin yanlış olduklarının hiçbir zaman kesinlikle ispat edilememesidir. Felsefe görüşleri, Nietzsche’nin deyişiyle, dağların doruklarından birbirine ulaşan yankılardır.