Michael Albert ile Anarşizm üzerine - 2
|
Şunu da belirtmeliyim ki anarşistlerin bir kısmı (mesela bazı Platformcular) Marx’takine benzer şekilde kapitalizmde işçi sınıfı ve sermaye olmak üzere iki asli sınıfın olduğu bir sınıf kavramı kullanıyorlar. Bu, eski Sovyetler Birliği’nin “devlet kapitalizmi” olduğu şeklindeki yaygın anarşist görüşte kendini açığa vuruyor. Bir yandan da, sınıfın aslında mülkiyetten değil de iktidar hiyerarşisinden türediğini ve sınıfın toplumsal üretimdeki iktidar hiyerarşilerindeki farklılaşma olduğunu savunan anarşistler var.
Bir diğer stratejik farklılık da halihazırdaki kollektiflerin ve kooperatiflerin yapısına farklı insanların farklı ağırlıklarda önem atfetmeleri. Görünen o ki, kimi insanlar bu yolla eskinin çatısı altında yeni bir tür ekonominin kurulabileceğini düşünüyor. Fakat sınıf mücadelesine daha fazla vurgu yapan anarşistler, nihai olarak işçilerin endüstrinin yönetimini eline aldığı ve varolan devlet yapılarının ortadan kaldırıldığı devrimci bir süreç üzerinden düşünmeye meyilliler.
Şunu da belirtmeliyim ki, anarşizmin geleneksel devlet karşıtlığına rağmen, tek bir “anarşist devlet teorisi” yok. Rocker ve Makhno gibi kimi anarşistler ve anti-otoriterler, devletin patronlar, üretim geliri ve toprak sahipleri gibi ekonomiyi yöneten sınıfın konumunu korumak için varolduğunu düşünüyorlardı. Bu Marks’ın devlet teorisine yakın bir düşünce. Ama başka anarşistler devletin ekonomik yapıdan önce geldiğini, veya kapitalistlerin güçlerini devletten aldıklarını düşünüyorlardı. Ve görünen o ki diğerleri halen, devletin toplumdaki ayrı bir sınıfın, veya ayrı bir gücün kaynağı olduğu ve kapitalistlerden belli bir özerkliği olduğunu düşünüyorlar.
(3) İnsanlar fikir ayrılığına düştüklerinde bunun nedeni bazen, birbirlerinden farklı algılayışları, hatta birbirlerinden değişik gerçekleri olmasıdır. Bu bazen, neyin mümkün veya muhtemel olduğu konusundaki farklı tahminler bazen de önlerindeki engellerin veya manilerin amaçlarına giden yolu nasıl tıkadıkları konusundaki farklı bakışlarıdır. Ve bazen de sözkonusu olan farklı değerlerdir. Anarşizmdeki bu akımlar birbirleriyle ortaklaşabilirler mi, yoksa bu farklılıklar baki kalmaya mahkum mu? Ya da şöyle soralım; muhakeme ve tecrübe derslerinden geçtikten sonra bir çözümde uzlaşabilecek farklı algılayışları veya tahminleri karşılaştırırsak – değerler birbirinden ne kadar farklı?
Zannediyorum ki bu farklılığın bir nedeni farklı yaşam koşulları olabilir. Kimisi anarşizmi kapitalizmin veya “endüstriyel toplumun” kişisel bir reddi olarak benimsiyor, kaçışçı bir zihniyet. Primitivistlerin farklı bir değerler kümesi olduğunu düşünüyorum, ama bence azınlıktalar.
Anarşistlerin çoğu sıradan ücretli kesim. Daha geniş bir muhalefet hareketi olsaydı daha çok ortaklaşma olabilir ve bu, devamında bir çeşit tanımlayıcı rol oynayıp insanlar için çekim merkezi olabilirdi.
(4) Bir anarşist olarak, diğer seçeneklerle karşılaştırıldığında bu yaklaşımın gücüne dair ne düşündüğünüz çok açık, ama yine de belki özetlemek istersiniz. Merak ettiğim, dikkat etmek ve düzeltmek gerektiğini düşündüğünüz zayıflıklar nelerdir?
Aslında kendim için “anarşizm” yaftasını kullanmamaya özen gösteriyorum. “Anarşizm” kelimesinin insanlara çok farklı ve çeşitli anlamlar ifade ettiğini düşünüyorum. Bunlar o kadar çeşitli ve birbirleriyle tutarsız ki, insanlarla ilişkiye geçerken “anarşizm” kelimesini kullanmayı çok faydalı bulmuyorum.
Bireyci fikirlerin etkileri ve bu etkinin anti-otoriterizmin demokratik, kollektivist yorumlarıyla düştüğü çelişkiden bahsettim – bu köklü bir sorun.
Bence en temel noktalardan biri katılımcılarının özyönetimine dayalı hareketlerin ve örgütlerin kurulması. İnsanlarda yaşamlarını, toplumlarda da kendilerini yönetecek güveni ve iradeyi geliştiren hareketler – insanlara toplum düzenini şekillendirecek gücü veren hareketler olmazsa, toplum, insanların emir altına sokulmasına ve ezilmesine yolaçan yöntemlerin ve sınıf ayrımının üstesinden gelmiş bir topluma nasıl dönüştürülür, bunu görmek zor.
İnsanların ihtiyacı olan, diğer insanlarla işbirliği içinde kendi yaşamlarını planlayabilecek ve yönlendirebilecek durumda olmak. Halihazırdaki kapitalist toplum bu ihtiyacın karşılanmasını engelliyor.
Özyönetimi her iki anlamıyla da kullanmaya eğilimliyim – hem bir strateji – hem de bir hedef olarak. Sanıyorum anti-otoriter geleneğin gerçek güç noktası da bu.
Ama çok büyük ölçekte bir kendi içinde özgürlükçü harekete ihtiyaç var – kendi içinde demokratik ve özyönetime dayalı bir hareket. Halk kitlelerinin örgütlülük düzeyi ve halkın geneline yayılan demokratik bir tartışma ve direnç kültürü açısından baktığımızda, Amerikan anarşistlerinin bazen böyle bir hareket için tam olarak ne yapılması gerektiğini yeterince anlamadıklarını görüyoruz.
Beklenmedik şekilde patlak veren mücadeleler veya mücadele dönemlerinin de varolduğunu teslim ediyorum fakat buna benzer hiçbir hareket kendiliğinden ortaya çıkmaz.
Kimi anarşistler özyönetime dayalı bir toplumu “kendiliğinden düzen” olarak görüyorlar. Ama insanların genel eğilimi “kendiliğinden” eski alışkanlıklara ve davranış kalıplarına geri dönmektir. Bizler insanların otorite sahipleri, uzmanlar, işverenler gibi kişilere boyun eğmelerinin beklendiği bir toplumda yetiştik, ve her günümüz böyle bir toplumda geçiyor.
Her türlü örgütlenmede varolan temel eğilimlerden biri, belli avantajlar taşıyan insanların en nihayetinde kontrolü eline alması ve diğerleriyle oransız bir nüfuza sahip olmasıdır – gerek eğitimleri veya diğerlerinden daha üst seviyede bilgi sahibi olmaları yüzünden, gerekse yüksek özgüvenleri, veya konuşma yetenekleri veya buna benzer avantajları sayesinde. Sınıf, ırk ve cinsiyet ayrımlarından dolayı, belli insanların bu avantajlara sahip olma eğilimi diğerlerinden fazladır. Bu yüzden, “kendiliğinden” eğilim, bu avantaj sahiplerinin daha fazla nüfuz için, belki de bilinçsizce, bu avantajlarını kullanmaları yönündedir. Karar-verme ve bilginin birkaç insanın elinde toplandığı örgütlenmelerde bir hiyerarşinin doğması işten bile değildir.
Komünist devrim tecrübelerinden biliyoruz ki bu tarz bir hiyerarşinin bir sınıf sistemine dönüşme eğilimi var. Bu tür bir sonuca mahal vermemek için, başından itibaren bilinçli olarak bilgiyi yaymaya, liderlik vasıflarını öğrenme imkanlarını paylaşmaya ve hareketlerin içindeki insanların yeteneklerini geliştirmeye çalışmalıyız.
Anarşizmde tarihsel olarak netleşme olmayan bir konu da toplumun yönetimi kavramı ve özyönetimin politik yapısı. Bazen anarşistler öyle konuşuyorlar ki kurallar koyup bunları uygulayacak hiçbir yapının olmayacağını düşünüyorsunuz – bu da bir yönetim biçimi.
Ama eğer İspanyol anarkosendikalistlerinin 1936’daki Zaragoza programına bakacak olursanız, bir yönetim biçimi önerdikleri açıktır – sıradan insanlara dayalı bir politik iktidar yapısı – kararları verecek bölgesel ve ulusal kongreler, sıradan insanların toplumsal düzenini koruyacak bir milis, üretimi kontrol eden işçiler vs... Devrim sırasında kimi anarşist sendika aktivistleri, sendikalar tarafından seçilen, devletin yerini alacak ve Franco’ya karşı verilen savaşta birleşmiş işçiler ordusunu yönetecek bölgesel ve ulusal savunma konseyleri önermişlerdi. Her ne kadar bu öneriler hayata geçirilmemiş olsa da, önemli olan nokta, bunların politik iktidar kurumları olmasıdır.
Bir diğer stratejik farklılık da halihazırdaki kollektiflerin ve kooperatiflerin yapısına farklı insanların farklı ağırlıklarda önem atfetmeleri. Görünen o ki, kimi insanlar bu yolla eskinin çatısı altında yeni bir tür ekonominin kurulabileceğini düşünüyor. Fakat sınıf mücadelesine daha fazla vurgu yapan anarşistler, nihai olarak işçilerin endüstrinin yönetimini eline aldığı ve varolan devlet yapılarının ortadan kaldırıldığı devrimci bir süreç üzerinden düşünmeye meyilliler.
Şunu da belirtmeliyim ki, anarşizmin geleneksel devlet karşıtlığına rağmen, tek bir “anarşist devlet teorisi” yok. Rocker ve Makhno gibi kimi anarşistler ve anti-otoriterler, devletin patronlar, üretim geliri ve toprak sahipleri gibi ekonomiyi yöneten sınıfın konumunu korumak için varolduğunu düşünüyorlardı. Bu Marks’ın devlet teorisine yakın bir düşünce. Ama başka anarşistler devletin ekonomik yapıdan önce geldiğini, veya kapitalistlerin güçlerini devletten aldıklarını düşünüyorlardı. Ve görünen o ki diğerleri halen, devletin toplumdaki ayrı bir sınıfın, veya ayrı bir gücün kaynağı olduğu ve kapitalistlerden belli bir özerkliği olduğunu düşünüyorlar.
(3) İnsanlar fikir ayrılığına düştüklerinde bunun nedeni bazen, birbirlerinden farklı algılayışları, hatta birbirlerinden değişik gerçekleri olmasıdır. Bu bazen, neyin mümkün veya muhtemel olduğu konusundaki farklı tahminler bazen de önlerindeki engellerin veya manilerin amaçlarına giden yolu nasıl tıkadıkları konusundaki farklı bakışlarıdır. Ve bazen de sözkonusu olan farklı değerlerdir. Anarşizmdeki bu akımlar birbirleriyle ortaklaşabilirler mi, yoksa bu farklılıklar baki kalmaya mahkum mu? Ya da şöyle soralım; muhakeme ve tecrübe derslerinden geçtikten sonra bir çözümde uzlaşabilecek farklı algılayışları veya tahminleri karşılaştırırsak – değerler birbirinden ne kadar farklı?
Zannediyorum ki bu farklılığın bir nedeni farklı yaşam koşulları olabilir. Kimisi anarşizmi kapitalizmin veya “endüstriyel toplumun” kişisel bir reddi olarak benimsiyor, kaçışçı bir zihniyet. Primitivistlerin farklı bir değerler kümesi olduğunu düşünüyorum, ama bence azınlıktalar.
Anarşistlerin çoğu sıradan ücretli kesim. Daha geniş bir muhalefet hareketi olsaydı daha çok ortaklaşma olabilir ve bu, devamında bir çeşit tanımlayıcı rol oynayıp insanlar için çekim merkezi olabilirdi.
(4) Bir anarşist olarak, diğer seçeneklerle karşılaştırıldığında bu yaklaşımın gücüne dair ne düşündüğünüz çok açık, ama yine de belki özetlemek istersiniz. Merak ettiğim, dikkat etmek ve düzeltmek gerektiğini düşündüğünüz zayıflıklar nelerdir?
Aslında kendim için “anarşizm” yaftasını kullanmamaya özen gösteriyorum. “Anarşizm” kelimesinin insanlara çok farklı ve çeşitli anlamlar ifade ettiğini düşünüyorum. Bunlar o kadar çeşitli ve birbirleriyle tutarsız ki, insanlarla ilişkiye geçerken “anarşizm” kelimesini kullanmayı çok faydalı bulmuyorum.
Bireyci fikirlerin etkileri ve bu etkinin anti-otoriterizmin demokratik, kollektivist yorumlarıyla düştüğü çelişkiden bahsettim – bu köklü bir sorun.
Bence en temel noktalardan biri katılımcılarının özyönetimine dayalı hareketlerin ve örgütlerin kurulması. İnsanlarda yaşamlarını, toplumlarda da kendilerini yönetecek güveni ve iradeyi geliştiren hareketler – insanlara toplum düzenini şekillendirecek gücü veren hareketler olmazsa, toplum, insanların emir altına sokulmasına ve ezilmesine yolaçan yöntemlerin ve sınıf ayrımının üstesinden gelmiş bir topluma nasıl dönüştürülür, bunu görmek zor.
İnsanların ihtiyacı olan, diğer insanlarla işbirliği içinde kendi yaşamlarını planlayabilecek ve yönlendirebilecek durumda olmak. Halihazırdaki kapitalist toplum bu ihtiyacın karşılanmasını engelliyor.
Özyönetimi her iki anlamıyla da kullanmaya eğilimliyim – hem bir strateji – hem de bir hedef olarak. Sanıyorum anti-otoriter geleneğin gerçek güç noktası da bu.
Ama çok büyük ölçekte bir kendi içinde özgürlükçü harekete ihtiyaç var – kendi içinde demokratik ve özyönetime dayalı bir hareket. Halk kitlelerinin örgütlülük düzeyi ve halkın geneline yayılan demokratik bir tartışma ve direnç kültürü açısından baktığımızda, Amerikan anarşistlerinin bazen böyle bir hareket için tam olarak ne yapılması gerektiğini yeterince anlamadıklarını görüyoruz.
Beklenmedik şekilde patlak veren mücadeleler veya mücadele dönemlerinin de varolduğunu teslim ediyorum fakat buna benzer hiçbir hareket kendiliğinden ortaya çıkmaz.
Kimi anarşistler özyönetime dayalı bir toplumu “kendiliğinden düzen” olarak görüyorlar. Ama insanların genel eğilimi “kendiliğinden” eski alışkanlıklara ve davranış kalıplarına geri dönmektir. Bizler insanların otorite sahipleri, uzmanlar, işverenler gibi kişilere boyun eğmelerinin beklendiği bir toplumda yetiştik, ve her günümüz böyle bir toplumda geçiyor.
Her türlü örgütlenmede varolan temel eğilimlerden biri, belli avantajlar taşıyan insanların en nihayetinde kontrolü eline alması ve diğerleriyle oransız bir nüfuza sahip olmasıdır – gerek eğitimleri veya diğerlerinden daha üst seviyede bilgi sahibi olmaları yüzünden, gerekse yüksek özgüvenleri, veya konuşma yetenekleri veya buna benzer avantajları sayesinde. Sınıf, ırk ve cinsiyet ayrımlarından dolayı, belli insanların bu avantajlara sahip olma eğilimi diğerlerinden fazladır. Bu yüzden, “kendiliğinden” eğilim, bu avantaj sahiplerinin daha fazla nüfuz için, belki de bilinçsizce, bu avantajlarını kullanmaları yönündedir. Karar-verme ve bilginin birkaç insanın elinde toplandığı örgütlenmelerde bir hiyerarşinin doğması işten bile değildir.
Komünist devrim tecrübelerinden biliyoruz ki bu tarz bir hiyerarşinin bir sınıf sistemine dönüşme eğilimi var. Bu tür bir sonuca mahal vermemek için, başından itibaren bilinçli olarak bilgiyi yaymaya, liderlik vasıflarını öğrenme imkanlarını paylaşmaya ve hareketlerin içindeki insanların yeteneklerini geliştirmeye çalışmalıyız.
Anarşizmde tarihsel olarak netleşme olmayan bir konu da toplumun yönetimi kavramı ve özyönetimin politik yapısı. Bazen anarşistler öyle konuşuyorlar ki kurallar koyup bunları uygulayacak hiçbir yapının olmayacağını düşünüyorsunuz – bu da bir yönetim biçimi.
Ama eğer İspanyol anarkosendikalistlerinin 1936’daki Zaragoza programına bakacak olursanız, bir yönetim biçimi önerdikleri açıktır – sıradan insanlara dayalı bir politik iktidar yapısı – kararları verecek bölgesel ve ulusal kongreler, sıradan insanların toplumsal düzenini koruyacak bir milis, üretimi kontrol eden işçiler vs... Devrim sırasında kimi anarşist sendika aktivistleri, sendikalar tarafından seçilen, devletin yerini alacak ve Franco’ya karşı verilen savaşta birleşmiş işçiler ordusunu yönetecek bölgesel ve ulusal savunma konseyleri önermişlerdi. Her ne kadar bu öneriler hayata geçirilmemiş olsa da, önemli olan nokta, bunların politik iktidar kurumları olmasıdır.