Demokrasi Kavramı Üzerine Hayli Spekülatif Bir İrdeleme - 4
|
O zaman elimizde başka bir hipotez kalıyor, bu seferki çok farklı: “demokrasi” siyasi düzenlemenin ta kendisine bağlanmalıdır. “Demokrasi” Devlet figürüyle ya da siyasi kitle eylemliliği figürüyle ilişkilendirilmez, onun yerine organik olarak siyasi düzenlemeyle ilişkilendirilir, tabii siyasi düzenlemenin, sistemleştirilmediğinde, “iyi Devlet”e tabi olmaması koşuluyla. “Demokrasi” siyasi düzenlemenin evrenselliğine, evrensellik kapasitesine bağlanacaktır ve böylece “demokrasi” sözcüğüyle bu tür bir siyaset bağlantılı olacaktır. Tabii buradaki siyaset, bir Devlet programından başka bir şey olarak değerlendirilmelidir. Ancak siyasetin öz-belirlenimi Devlet’in mutabakata dayalı figürlerinden azade bir kurtuluş alanı olarak konulduğu ölçüde, siyasetin kendinden menkul bir demokratik nitelemesi söz konusu olacaktır.
Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nde buna dair bazı kanıtlar mevcuttur. Üçüncü Kısım’ın 16. Bölüm’ünde Rousseau Devlet’in kurulması meselesini –yani burada tartıştığımız konunun tam zıttını– ya da bir başka deyişle Devlet’in tesis edilmesini tartışmaya açar. Bilindik bir güçlükle karşılaşır, yani hükümetin nedensel aygıtının bir sözleşme olamayacağını, “ulusun kurucusu olma edimini gerçekleştiren bir toplumsal sözleşme” boyutundan hareket edemeyeceğini görür. Devlet’in tesisi özgül bireylerle ilgilidir ve bir kanun aracılığıyla gerçekleştirilemez. Rousseau’ya göre bir kanun zorunlu olarak halkı halkla ilişkilendiren bir küresel birliği imler ve bu açıdan özgül bireyleri içeremez.
Devlet’in tesisi bir kanun olamaz. Dolayısıyla egemenlik pratiği de olamaz. Çünkü egemenlik tam anlamıyla toplumsal sözleşmenin soysal biçimidir ve daima bütün ile bütünün –halkla halkın– ilişkisini ima eder. Bir karar verilmesi gerekir, bu karar aynı zamanda hem özel (çünkü hükümeti kurmaktadır) hem de genel (çünkü henüz var olmayan ve neticede kurulacak hükümet tarafından değil halkın “bütünü” tarafından alınmıştır) olmalıdır. Gel gelelim, Rousseau’ya göre bu mümkün değildir. Verilen karar genel iradeden gelir, çünkü bu türden her karar bir kanun veya egemenliğin bir icraatı olarak kendini gösterecektir. Böyle bir şey ancak tüm halkın tüm halkla yaptığı bir sözleşme, hiçbir özel nitelik taşımayan bir sözleşme olabilir. Sorunu şöyle de koyabiliriz: Yurttaş kanunları oylar, hükümet yetkilisi de somut adımları atar. Peki ortada hiç yargıç yokken, sadece yurttaşlar varken şu ya da bu yargıç nasıl atanacak? Rousseau bu güçlükten kendini şu ifadeyle kurtarır: “hükümetin tesisi egemenliğin demokrasiye ani dönüşümüyle gerçekleşir; böylece fark edilir bir değişim olmaksızın ve salt herkesin herkesle yeni bir ilişkisi sayesinde, yurttaşlar yargıç haline gelir, genel edimlerden tikel edimlere ilerler, yasa yapmadan yasanın uygulanmasına geçerler.” Çoğu kişi açısından bu sadece bir okus pokustur.
Bütünle bütün arasındaki organik ilişkide herhangi bir tadilat olmadan bu ani dönüşümün ne anlamı olur? Genel iradeyi tesis eden toplumsal sözleşme ilişkisinin salt ikame edilmesi nasıl oluyor da tek başına belli siyasi edimlere girişilmesi olanağını gündeme getirebiliyor? Bunun anlamı basitçe –biçimsel sav öne sürme tarzını bir yana bırakırsak– demokrasinin aslen “siyasi düzenlemede tehlike altında olan çıkarların özel karakterine” gönderme yapıldığıdır. Tikel birtakım çıkarların tehlike altında olduğu siyasi düzenleme –son tahlilde siyasi düzenlemede yalnızca tikel çıkarlar bulunur– demokrasiyle sınırlıdır. Rousseau’nun hükümet kurulmasıyla ilgili davası simgesel örneklerden yalnızca biridir. Genel terimlerle konuşmak gerekirse, siyasi düzenlemenin evrenselliği –Devlet’in tekil olarak elde tutulmasını engellediği ölçüde– ancak belli çıkarlar tehlike altında olduğunda böyle konuşlandırılabilir ve belli çıkarlar dahilinde siyasi kalmak için demokratik biçimi yetkilendirmek adına sınırlandırılır. Burada demokrasiyle siyaset arasında fiilen öncel bir birleşme gerçekleşir.
O halde demokrasi siyasi iradenin evrenselliği kanunu dahilinde bireysel muhasarayı yetkilendiren bir şey olarak tanımlanabilir. “Demokrasi” tikel durumlarla siyaset arasındaki bağlantı figürlerini adlandırır. Yalnızca bu durumda “demokrasi” felsefi bir kategori olarak yeniden yakalanabilir. Bundan sonra demokrasi siyasette verimlilik terimiyle ifade edilebilecek bir şeyi gösterecektir. Tikel çıkarlarla birleştiği durumda siyaset anlamına gelecektir. Siyaset böyle anlaşıldığında Devlet tarafından “Devlet’e karşı sorumlu” tutulmaktan kurtulur.
Bu iddiayı ilerletmek için, “demokrasi”nin, böyle bir siyasi düzenlemeyle bağı dahilinde, felsefede özel türden bir siyasetin –düzenlemesi evrensel olan bir tür siyasetin– kapsanmasına nasıl gönderme yaptığını izah etmek gerekir. Bu özel türden siyaset, yine de, koşulların başka bir adaletsiz açınlamayı olanaksız kılacak şekilde dönüştüğü bir figür dahilinde, tikelle bir araya gelebilir.
Bu duruşun mantığı oldukça karmaşıktır, bu yüzden kısaca genel hatlarını vereceğim. Varsayalım “demokrasi”, –özgürleşme siyaseti bağlamındaki– siyasetin, eninde sonunda, halkın yaşamının özel doğasıyla; yani Devlet’le değil, kamu alanına çıktığı haliyle halkla ilişkileneceği gerçeğini ortaya koyuyor. Bu durumda da siyaset kendisi olamaz, yani insan hayatlarının tikelliğiyle uğraşırken tüm adaletsizlikleri devre dışı bırakmadıkça, bu uğraşında demokratik olamaz. Çünkü siyaset bu uğraşı sırasında bir adaletsizliğin kabulüne karşı çıkmazsa demokratik olmayan bir norm –burada sözünü ettiğim özgün anlamda– getirmiş sayılır ve bağ iptal olur. Bu da siyasetin evrensel düzenleme perspektifinden tikelle uğraşma yeteneğine artık sahip olmadığı anlamına gelir. Siyaset tikelle farklı bir şekilde uğraşacaktır; tikel düzenleme perspektifinden. Böylece, tüm tikel düzenlemelerin siyaseti yeniden Devlet’e yönlendirdiği ve siyasetin devlet yargısının sınırlamasına tabi olduğu bir durum çıkacaktır ortaya. Dolayısıyla, felsefi anlamdaki “demokrasi” ve özgürleştirici sürecinin verimliliği, bu durum bağlamında tüm adaletsiz beyanın olanaksızlığı üzerinden işlediği sürece, bir tür siyaseti önceden varsayar. Çünkü bu türden bir siyasetin amacının gerçekleşmesi, bu beyanların böyle bir siyasette yasaklanmamış ama olanaksız olması üzerinden ilerliyor. Yasaklama her zaman için Devlet’in kuralı, olanaksızlık ise gerçeğin kurallarının ortaya çıkışıdır.
Aynı zamanda felsefi bir kategori olarak demokrasi de “eşitliği öne çıkaran” bir şeydir. Daha doğrusu, siyasi atamalar olarak –ya da siyasi kategoriler olarak– eşitlikçi düşünceyle resmen çelişen her türlü yüklemi dolaşımdan dışarı çıkarır.
Bana göre tam da bu olgu, demokrasinin felsefi göstergesi dahilinde, siyasette herhangi bir türden “komünal” adlandırmanın kullanılması olanağını şiddetle kısıtlayacaktır. Çünkü adaletsiz beyanın olanaksızlığı fikri çerçevesinde, komünal adlandırmaya veya kendi başına alt kümelere yönelik kimlik tahsisiyle başa çıkılamaz. Dolayısıyla “demokrasi”, siyaseti komünal yüklemlerle, altküme yüklemleriyle ilişkisi bağlamında düzenleyen şeydir. Aynı zamanda, ırksal ifadelerin yanı sıra, cinsel, toplumsal veya hiyerarşik ifadeleri açığa çıkaracaktır; ya da şöyle bir beyan siyasetle demokrasi arasındaki bağı iptal edecektir: “göçmenlerle ilgili bir sorun var.” “Demokrasi”nin anlamı “göçmen”, “Fransız”, “Arap”, “Yahudi” sözcüklerinin siyasete kaçınılmaz olarak felaket getireceğidir. Çünkü bu sözcükler ve pek çok başkası zorunlu olarak siyaseti Devlet’e dayandırır ve Devlet’in en asgari ve temel işlevi insan türünü eşitsiz biçimde bölmektir.
Neticede filozofun görevi belli bir siyaseti değerlendirmeye maruz bırakmaktan ibarettir. Ne “iyi Devlet” ne de sosyal Komünizm yönünden – özgün biçimde, yani kendisi için olduğu biçimde. “Demokrasi” sözcüğünün getirdiği eğilimle, adaletsiz beyanın olanaksızlığını yaratmaya çalışan bir şey olarak siyaset, felsefe aracılığıyla, benim belli bir ebediyet olarak tanımladığım şeye bırakılmalıdır. Ancak ve ancak felsefe sayesinde ve bu biçimde anlaşılan bir “demokrasi” aracılığıyla, siyasetin ebedi dönüş kuralı çerçevesinde değerlendirilebileceğini farz edelim.
O zaman felsefe –insanlık tarihinin tikel veya pragmatik cisimlenişi olarak, ama aynı zamanda dönüşün öngörülebilir olduğunu, alaycılıktan ve suçtan uzak durarak savunabilen bir değerlendirme kıstasına bağlılıkla– siyaseti ele geçirir.
Sonuçta bu sınavı verebilen siyaseti, felsefe cephesinde, çok eski bir sözcük, çok yıpranmış bir sözcük tayin edecektir: bu sözcük “adalet”tir.
KAYNAK : Cogito - Sayı: 43 Yaz 2005
Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’nde buna dair bazı kanıtlar mevcuttur. Üçüncü Kısım’ın 16. Bölüm’ünde Rousseau Devlet’in kurulması meselesini –yani burada tartıştığımız konunun tam zıttını– ya da bir başka deyişle Devlet’in tesis edilmesini tartışmaya açar. Bilindik bir güçlükle karşılaşır, yani hükümetin nedensel aygıtının bir sözleşme olamayacağını, “ulusun kurucusu olma edimini gerçekleştiren bir toplumsal sözleşme” boyutundan hareket edemeyeceğini görür. Devlet’in tesisi özgül bireylerle ilgilidir ve bir kanun aracılığıyla gerçekleştirilemez. Rousseau’ya göre bir kanun zorunlu olarak halkı halkla ilişkilendiren bir küresel birliği imler ve bu açıdan özgül bireyleri içeremez.
Devlet’in tesisi bir kanun olamaz. Dolayısıyla egemenlik pratiği de olamaz. Çünkü egemenlik tam anlamıyla toplumsal sözleşmenin soysal biçimidir ve daima bütün ile bütünün –halkla halkın– ilişkisini ima eder. Bir karar verilmesi gerekir, bu karar aynı zamanda hem özel (çünkü hükümeti kurmaktadır) hem de genel (çünkü henüz var olmayan ve neticede kurulacak hükümet tarafından değil halkın “bütünü” tarafından alınmıştır) olmalıdır. Gel gelelim, Rousseau’ya göre bu mümkün değildir. Verilen karar genel iradeden gelir, çünkü bu türden her karar bir kanun veya egemenliğin bir icraatı olarak kendini gösterecektir. Böyle bir şey ancak tüm halkın tüm halkla yaptığı bir sözleşme, hiçbir özel nitelik taşımayan bir sözleşme olabilir. Sorunu şöyle de koyabiliriz: Yurttaş kanunları oylar, hükümet yetkilisi de somut adımları atar. Peki ortada hiç yargıç yokken, sadece yurttaşlar varken şu ya da bu yargıç nasıl atanacak? Rousseau bu güçlükten kendini şu ifadeyle kurtarır: “hükümetin tesisi egemenliğin demokrasiye ani dönüşümüyle gerçekleşir; böylece fark edilir bir değişim olmaksızın ve salt herkesin herkesle yeni bir ilişkisi sayesinde, yurttaşlar yargıç haline gelir, genel edimlerden tikel edimlere ilerler, yasa yapmadan yasanın uygulanmasına geçerler.” Çoğu kişi açısından bu sadece bir okus pokustur.
Bütünle bütün arasındaki organik ilişkide herhangi bir tadilat olmadan bu ani dönüşümün ne anlamı olur? Genel iradeyi tesis eden toplumsal sözleşme ilişkisinin salt ikame edilmesi nasıl oluyor da tek başına belli siyasi edimlere girişilmesi olanağını gündeme getirebiliyor? Bunun anlamı basitçe –biçimsel sav öne sürme tarzını bir yana bırakırsak– demokrasinin aslen “siyasi düzenlemede tehlike altında olan çıkarların özel karakterine” gönderme yapıldığıdır. Tikel birtakım çıkarların tehlike altında olduğu siyasi düzenleme –son tahlilde siyasi düzenlemede yalnızca tikel çıkarlar bulunur– demokrasiyle sınırlıdır. Rousseau’nun hükümet kurulmasıyla ilgili davası simgesel örneklerden yalnızca biridir. Genel terimlerle konuşmak gerekirse, siyasi düzenlemenin evrenselliği –Devlet’in tekil olarak elde tutulmasını engellediği ölçüde– ancak belli çıkarlar tehlike altında olduğunda böyle konuşlandırılabilir ve belli çıkarlar dahilinde siyasi kalmak için demokratik biçimi yetkilendirmek adına sınırlandırılır. Burada demokrasiyle siyaset arasında fiilen öncel bir birleşme gerçekleşir.
O halde demokrasi siyasi iradenin evrenselliği kanunu dahilinde bireysel muhasarayı yetkilendiren bir şey olarak tanımlanabilir. “Demokrasi” tikel durumlarla siyaset arasındaki bağlantı figürlerini adlandırır. Yalnızca bu durumda “demokrasi” felsefi bir kategori olarak yeniden yakalanabilir. Bundan sonra demokrasi siyasette verimlilik terimiyle ifade edilebilecek bir şeyi gösterecektir. Tikel çıkarlarla birleştiği durumda siyaset anlamına gelecektir. Siyaset böyle anlaşıldığında Devlet tarafından “Devlet’e karşı sorumlu” tutulmaktan kurtulur.
Bu iddiayı ilerletmek için, “demokrasi”nin, böyle bir siyasi düzenlemeyle bağı dahilinde, felsefede özel türden bir siyasetin –düzenlemesi evrensel olan bir tür siyasetin– kapsanmasına nasıl gönderme yaptığını izah etmek gerekir. Bu özel türden siyaset, yine de, koşulların başka bir adaletsiz açınlamayı olanaksız kılacak şekilde dönüştüğü bir figür dahilinde, tikelle bir araya gelebilir.
Bu duruşun mantığı oldukça karmaşıktır, bu yüzden kısaca genel hatlarını vereceğim. Varsayalım “demokrasi”, –özgürleşme siyaseti bağlamındaki– siyasetin, eninde sonunda, halkın yaşamının özel doğasıyla; yani Devlet’le değil, kamu alanına çıktığı haliyle halkla ilişkileneceği gerçeğini ortaya koyuyor. Bu durumda da siyaset kendisi olamaz, yani insan hayatlarının tikelliğiyle uğraşırken tüm adaletsizlikleri devre dışı bırakmadıkça, bu uğraşında demokratik olamaz. Çünkü siyaset bu uğraşı sırasında bir adaletsizliğin kabulüne karşı çıkmazsa demokratik olmayan bir norm –burada sözünü ettiğim özgün anlamda– getirmiş sayılır ve bağ iptal olur. Bu da siyasetin evrensel düzenleme perspektifinden tikelle uğraşma yeteneğine artık sahip olmadığı anlamına gelir. Siyaset tikelle farklı bir şekilde uğraşacaktır; tikel düzenleme perspektifinden. Böylece, tüm tikel düzenlemelerin siyaseti yeniden Devlet’e yönlendirdiği ve siyasetin devlet yargısının sınırlamasına tabi olduğu bir durum çıkacaktır ortaya. Dolayısıyla, felsefi anlamdaki “demokrasi” ve özgürleştirici sürecinin verimliliği, bu durum bağlamında tüm adaletsiz beyanın olanaksızlığı üzerinden işlediği sürece, bir tür siyaseti önceden varsayar. Çünkü bu türden bir siyasetin amacının gerçekleşmesi, bu beyanların böyle bir siyasette yasaklanmamış ama olanaksız olması üzerinden ilerliyor. Yasaklama her zaman için Devlet’in kuralı, olanaksızlık ise gerçeğin kurallarının ortaya çıkışıdır.
Aynı zamanda felsefi bir kategori olarak demokrasi de “eşitliği öne çıkaran” bir şeydir. Daha doğrusu, siyasi atamalar olarak –ya da siyasi kategoriler olarak– eşitlikçi düşünceyle resmen çelişen her türlü yüklemi dolaşımdan dışarı çıkarır.
Bana göre tam da bu olgu, demokrasinin felsefi göstergesi dahilinde, siyasette herhangi bir türden “komünal” adlandırmanın kullanılması olanağını şiddetle kısıtlayacaktır. Çünkü adaletsiz beyanın olanaksızlığı fikri çerçevesinde, komünal adlandırmaya veya kendi başına alt kümelere yönelik kimlik tahsisiyle başa çıkılamaz. Dolayısıyla “demokrasi”, siyaseti komünal yüklemlerle, altküme yüklemleriyle ilişkisi bağlamında düzenleyen şeydir. Aynı zamanda, ırksal ifadelerin yanı sıra, cinsel, toplumsal veya hiyerarşik ifadeleri açığa çıkaracaktır; ya da şöyle bir beyan siyasetle demokrasi arasındaki bağı iptal edecektir: “göçmenlerle ilgili bir sorun var.” “Demokrasi”nin anlamı “göçmen”, “Fransız”, “Arap”, “Yahudi” sözcüklerinin siyasete kaçınılmaz olarak felaket getireceğidir. Çünkü bu sözcükler ve pek çok başkası zorunlu olarak siyaseti Devlet’e dayandırır ve Devlet’in en asgari ve temel işlevi insan türünü eşitsiz biçimde bölmektir.
Neticede filozofun görevi belli bir siyaseti değerlendirmeye maruz bırakmaktan ibarettir. Ne “iyi Devlet” ne de sosyal Komünizm yönünden – özgün biçimde, yani kendisi için olduğu biçimde. “Demokrasi” sözcüğünün getirdiği eğilimle, adaletsiz beyanın olanaksızlığını yaratmaya çalışan bir şey olarak siyaset, felsefe aracılığıyla, benim belli bir ebediyet olarak tanımladığım şeye bırakılmalıdır. Ancak ve ancak felsefe sayesinde ve bu biçimde anlaşılan bir “demokrasi” aracılığıyla, siyasetin ebedi dönüş kuralı çerçevesinde değerlendirilebileceğini farz edelim.
O zaman felsefe –insanlık tarihinin tikel veya pragmatik cisimlenişi olarak, ama aynı zamanda dönüşün öngörülebilir olduğunu, alaycılıktan ve suçtan uzak durarak savunabilen bir değerlendirme kıstasına bağlılıkla– siyaseti ele geçirir.
Sonuçta bu sınavı verebilen siyaseti, felsefe cephesinde, çok eski bir sözcük, çok yıpranmış bir sözcük tayin edecektir: bu sözcük “adalet”tir.
KAYNAK : Cogito - Sayı: 43 Yaz 2005