Ahlakın Ahlaksızlığı Üzerine - 2
|
Sürecin doğurduğu en tehlikeli yön ise, hayat denilene “kuralları dayatmak” olmuştur. Günümüzde bile, sofistike-septik düşünüşe sahip olmayan çoğunlukta şöylesi bir algı biçimi var, “kuralsız yaşanmaz”, oysa kurallar, “onursuzlar içindir” ve insan denileni, “yaşamından-kopararak” onurundan eden bu sürecin kendisidir ve bu süreç “kitlelere kendisini” dayatmış, bunu bir “yazgı halindeki” kabule çevirmeyi başarmıştır, “kuralın olmadığı yerde, hayat varolamaz”, tam tersine kuralın olduğu yerde, hayat kendi doğal yatağından koparılmış demektir. Buna karşın çoğu insan denilen derki; iyi de bizler hayvan değil birer insanız” ve insan olmak “kurallı yaşamayı” zorunlu kılar, bu türden “argümanlara” sahip olan insanlar, kuralların-kaynağı üzerine pek düşünmezler ve daha da ötesi aslında “uydurdukları bu kurallara” hiçkimse uymaz, “olduğu-gibi”, evlilik kurumu gelir kurallarıyla birlikte, kimse uymaz, adına “aldatma deyip”, ağlayıp sızlanırlar, dinle ilgili kurallar koyup, sonra uymayıp günah-çıkarıp dururlar, vs. vs. yazması bile sıkıcı, bu saçma-sapan “iki yüzlüce duruşları”, Nietzsche’nin “insanca pek insanca” dediği tutum da budur işte… Çoğunluğun, ahlak-töre ve tüze dediği, “ikiyüzlüce” şarlatanlıktan başka birşey değildir. Her türden ahlak ve ilintisi olan kurallar, sonuna kadar şarlatanca bir “ahlaksızlığın” göstergesi olmaktan öteye gidemezler…
Çünkü; yaşam denilen her-zaman “öğreti” ve “kurallardan” fazladır ve hiç-bir öğreti, inanç sistemi, kurallar bütünü onu “sonuna kadar” kapsayıp/kavrayamaz. Tarihsel süreç içinde, yaşamla kurallar/öğretiler arasında bir çekişme yaşanmıştır, kuralların onca “caydırıcı olması” düşünülen yaptırımlarına karşı, “yaşam denilen” dizginlenememiştir ve hatta bu dizginleme çabasına karşı, “suç-denileni” artırarak tepki vermiştir.
Kurallar denilenler, nerden, nasıl ve ne adına ortaya çıkmıştır? Her-kuralın gerisinde bir “öğreti-olmak” zorundadır, “şöyle yapmalısın” buyruğu, “tek-başına” var olamaz, öte yandan hiç-bir öğreti yaşamın-devingenliği, dinginliği karşısında kendisini “güvende hissedememektedir”, yaşam denilen her-an o öğretiyi “param-parça” etmeye hazırdır, işte bu “kaygı-nedeniyle” öğreti sistemleri kuralları-dayatarak kendisini ayakta tutmaya çalışmaktadır. Örneğin, “X türünden” bir “inanç sistemi”, ortaya çıkarılış sürecinde “kurallarıyla gelmek” zorundadır ve o kurallarıyla, insan ve hayat denilenin “yaşam enerjisini” burkup, her ikisini de “iğdiş edip” kısırlaştırmaya çalışmaktadır. Bunu-yapmadığı zaman, kendi varoluş zeminini kaybetmek durumunda kalır. Kuralları yaptırımları olmasaydı, kaç kişi “ilahi dinlere” inanmaya devam ederdi? Cennet vaadi veya cehennem azabı korkusu olmasaydı, kaç kişi “inançlı olmaya” devam edebilirdi?…
Kurallar, sadece “biçimsel-formel” olarak dışardan verilmez, çok “sinsice” içsellik-kazandırılır ve hatta insan denilenler, bunlar üzerinden “üretilir”, “sistemlere pazarlaması” yapılır.
Kısacası, ahlaki, dinsel veya hukuksal içerikteki tüm kuralların amacı, sanıldığı gibi, hayatı düzenleyip “mümkün kılmak” değil, tam tersine, “yaşam enerjisini” baskılayıp, durdurarak, sistemlere/iktidar odaklarına -hizmet etmektir. Bu şekilde “yetiştirilmiş özne artıkları”, sürekli iktidarlara servis yapmaktan başka bir işleve sahip değildir.
Muhafazakâr değerlerin baskın olduğu bir Karadeniz kasabasının sahilinde, kız kardeşimle bir ağacın altında akşamın 8–9 sularında oturmuş sohbet ediyoruz, birden bire etrafımızda 5–6 genç peyda oldu ve son derece küstah, destursuz bir biçimde bizi sorgulamaya başladılar. Kimsiniz, utanmıyor musunuz, arkada evler aileler var vs. vs., kız kardeşim ağlamaya başladı, ben “öfkeden” gerildim, “kas ketlenmesini” yaşadım, ne konuşabiliyorum, ne de eyleyebiliyorum, kardeşim, o benim abim demesine rağmen inanmıyorlar, kendilerinde şu hakkı sorgusuzca görüp, “kimliklerinizi gösterin” diyebiliyorlar…
Şimdi bu durumu “nasıl okumak” gerekiyor, kendilerini “namuslu-ahlaklı sanan” bu “zavallı” namussuzca ve ahlaksızca tutum karşısında nasıl bir duruş sergilemek gerekiyor? Nietzsche’nin, “zavallıca dediği” tutumun bire-bir “somut karşılığı”. Bu gençlerin-kendisi aslında kardeşimle yaşadığımızı düşündükleri şeyi kendileri-yaşamayı istiyor, hemde sonuna değin, ancak içlerindeki bu “yaşam-isteği” canavarının “uyanmasından” korkuyorlar, işte bu korkuyla savaşmamak ve bununla yüzleşmemek adına bir “ahlak-düşkünü” kesiliyorlar, bir anlamıyla deklere ettikleri şu; “ben yaşayamıyorum, o halde hiç-kimse yaşamamalı”, kapanın örtünün, böylelikle ben de kendimi “güvende hissedeyim”…
İşte, ahlaki/törel ve tüze denilen içerikteki tüm öğreti ve kurallar bunun ifadesidir ve bu ifade ediliş biçimi “yaşamdan söküp” çıkarılmalıdır, bu da “öğreti denilenleri, “kaynağında kurutabilmekle” mümkündür.
Bir başka örnek, bekâr üç erkek arkadaşla birlikte bir evde kalıyoruz, üstümüzdeki dairede bir taksi şoförü oturuyor, eve zaman zaman bayan arkadaşlar, kız öğrenciler çeşitli nedenlerle gidip-geliyor, bunun üzerine mahalle sakinleri, gidip bizi evsahibine şikâyet ediyor, bunlar eve karı-kız atıp âlem yapıyor diye, ev sahibi çağırıyor, bi sürü şey söylüyor, bu insanların algı-anlam dünyaları gereği, “konuşma zeminini de” bulamıyor insan, heh, bundan sonra daha dikkatli oluruz deyip evden ayrılıyorum. Bir hafta sonu arkadaşlarla oturmuş, ertesi gün mesai olmadığı için, sohbet ediyoruz, birden kapı sertçe vurulmaya başlıyor, kim o diyorum, üst komşu diyor, tetikte bir şekilde kapıyı açıyorum, alkol almış, ayakta zor duruyor, naralar atıyor, elinde bir bıçak ve şunu diyor; “ülen burada ha bire âlem yapıyonuz ve bi kez olsun beni çağırmadınız, bu delikanlılığa sığar mı ha? İşte bir “namuslu namussuzluk” örneği daha ve bu ülkede bu türden olan, namus-bekçilerinin sayısı oldukça fazla, içlerindeki “yaşam enerjisinin” baskısının korkusuyla bir “ahlak canavarı” haline gelen kesim, Nietzsche’nin çok “teorik/spekülatif” sanılan çözümlemeleriyle “birebir örtüşen” durumlar, “ahlak-denilen” her türden “öğreti” bizzat “ahlaksızlığın” kendisinin ifadesinden başka bir-şey değildir…
Sonuç olarak, “kurgucu düşünme” ve uzantısı getirisi olan, “düşük nitelikli” “değer anlayışlarından” kurtulunmadığı sürece, “ehtik denilen” sorun yumaklarının içinden çıkabilmek şöyle dursun, bu konuda düşünmeye çalışanın kendisi de yumağın düğümleri-haline gelir, kendisini kaybetmek zorunda kalır, yumağı çözmek yerine bu sefer “kendisini çözmeye” çalışır.
Neye göre nasıl yaşamalıyım, insan edimlerinin “temel amacı” nedir gibi sorularla ve bu soruları hazırlayan zeminlerden hareketle, “yaşamsalı-çözündürmek” olanaksızdır, olanaksızlığın da ötesinde, bu duruş/biçimi sorunun doğurucusu konumundadır…
Yaşamak, bir sanat eseri gibi ve kadar dilsiz, ucu açık, “çağrışımsal” ve “kendi kendisiyle” başbaşa bırakılmalıdır, o ancak bu durumda kendi “hakikatini” ve “doğrularını” bulacaktır…
Çünkü; yaşam denilen her-zaman “öğreti” ve “kurallardan” fazladır ve hiç-bir öğreti, inanç sistemi, kurallar bütünü onu “sonuna kadar” kapsayıp/kavrayamaz. Tarihsel süreç içinde, yaşamla kurallar/öğretiler arasında bir çekişme yaşanmıştır, kuralların onca “caydırıcı olması” düşünülen yaptırımlarına karşı, “yaşam denilen” dizginlenememiştir ve hatta bu dizginleme çabasına karşı, “suç-denileni” artırarak tepki vermiştir.
Kurallar denilenler, nerden, nasıl ve ne adına ortaya çıkmıştır? Her-kuralın gerisinde bir “öğreti-olmak” zorundadır, “şöyle yapmalısın” buyruğu, “tek-başına” var olamaz, öte yandan hiç-bir öğreti yaşamın-devingenliği, dinginliği karşısında kendisini “güvende hissedememektedir”, yaşam denilen her-an o öğretiyi “param-parça” etmeye hazırdır, işte bu “kaygı-nedeniyle” öğreti sistemleri kuralları-dayatarak kendisini ayakta tutmaya çalışmaktadır. Örneğin, “X türünden” bir “inanç sistemi”, ortaya çıkarılış sürecinde “kurallarıyla gelmek” zorundadır ve o kurallarıyla, insan ve hayat denilenin “yaşam enerjisini” burkup, her ikisini de “iğdiş edip” kısırlaştırmaya çalışmaktadır. Bunu-yapmadığı zaman, kendi varoluş zeminini kaybetmek durumunda kalır. Kuralları yaptırımları olmasaydı, kaç kişi “ilahi dinlere” inanmaya devam ederdi? Cennet vaadi veya cehennem azabı korkusu olmasaydı, kaç kişi “inançlı olmaya” devam edebilirdi?…
Kurallar, sadece “biçimsel-formel” olarak dışardan verilmez, çok “sinsice” içsellik-kazandırılır ve hatta insan denilenler, bunlar üzerinden “üretilir”, “sistemlere pazarlaması” yapılır.
Kısacası, ahlaki, dinsel veya hukuksal içerikteki tüm kuralların amacı, sanıldığı gibi, hayatı düzenleyip “mümkün kılmak” değil, tam tersine, “yaşam enerjisini” baskılayıp, durdurarak, sistemlere/iktidar odaklarına -hizmet etmektir. Bu şekilde “yetiştirilmiş özne artıkları”, sürekli iktidarlara servis yapmaktan başka bir işleve sahip değildir.
Muhafazakâr değerlerin baskın olduğu bir Karadeniz kasabasının sahilinde, kız kardeşimle bir ağacın altında akşamın 8–9 sularında oturmuş sohbet ediyoruz, birden bire etrafımızda 5–6 genç peyda oldu ve son derece küstah, destursuz bir biçimde bizi sorgulamaya başladılar. Kimsiniz, utanmıyor musunuz, arkada evler aileler var vs. vs., kız kardeşim ağlamaya başladı, ben “öfkeden” gerildim, “kas ketlenmesini” yaşadım, ne konuşabiliyorum, ne de eyleyebiliyorum, kardeşim, o benim abim demesine rağmen inanmıyorlar, kendilerinde şu hakkı sorgusuzca görüp, “kimliklerinizi gösterin” diyebiliyorlar…
Şimdi bu durumu “nasıl okumak” gerekiyor, kendilerini “namuslu-ahlaklı sanan” bu “zavallı” namussuzca ve ahlaksızca tutum karşısında nasıl bir duruş sergilemek gerekiyor? Nietzsche’nin, “zavallıca dediği” tutumun bire-bir “somut karşılığı”. Bu gençlerin-kendisi aslında kardeşimle yaşadığımızı düşündükleri şeyi kendileri-yaşamayı istiyor, hemde sonuna değin, ancak içlerindeki bu “yaşam-isteği” canavarının “uyanmasından” korkuyorlar, işte bu korkuyla savaşmamak ve bununla yüzleşmemek adına bir “ahlak-düşkünü” kesiliyorlar, bir anlamıyla deklere ettikleri şu; “ben yaşayamıyorum, o halde hiç-kimse yaşamamalı”, kapanın örtünün, böylelikle ben de kendimi “güvende hissedeyim”…
İşte, ahlaki/törel ve tüze denilen içerikteki tüm öğreti ve kurallar bunun ifadesidir ve bu ifade ediliş biçimi “yaşamdan söküp” çıkarılmalıdır, bu da “öğreti denilenleri, “kaynağında kurutabilmekle” mümkündür.
Bir başka örnek, bekâr üç erkek arkadaşla birlikte bir evde kalıyoruz, üstümüzdeki dairede bir taksi şoförü oturuyor, eve zaman zaman bayan arkadaşlar, kız öğrenciler çeşitli nedenlerle gidip-geliyor, bunun üzerine mahalle sakinleri, gidip bizi evsahibine şikâyet ediyor, bunlar eve karı-kız atıp âlem yapıyor diye, ev sahibi çağırıyor, bi sürü şey söylüyor, bu insanların algı-anlam dünyaları gereği, “konuşma zeminini de” bulamıyor insan, heh, bundan sonra daha dikkatli oluruz deyip evden ayrılıyorum. Bir hafta sonu arkadaşlarla oturmuş, ertesi gün mesai olmadığı için, sohbet ediyoruz, birden kapı sertçe vurulmaya başlıyor, kim o diyorum, üst komşu diyor, tetikte bir şekilde kapıyı açıyorum, alkol almış, ayakta zor duruyor, naralar atıyor, elinde bir bıçak ve şunu diyor; “ülen burada ha bire âlem yapıyonuz ve bi kez olsun beni çağırmadınız, bu delikanlılığa sığar mı ha? İşte bir “namuslu namussuzluk” örneği daha ve bu ülkede bu türden olan, namus-bekçilerinin sayısı oldukça fazla, içlerindeki “yaşam enerjisinin” baskısının korkusuyla bir “ahlak canavarı” haline gelen kesim, Nietzsche’nin çok “teorik/spekülatif” sanılan çözümlemeleriyle “birebir örtüşen” durumlar, “ahlak-denilen” her türden “öğreti” bizzat “ahlaksızlığın” kendisinin ifadesinden başka bir-şey değildir…
Sonuç olarak, “kurgucu düşünme” ve uzantısı getirisi olan, “düşük nitelikli” “değer anlayışlarından” kurtulunmadığı sürece, “ehtik denilen” sorun yumaklarının içinden çıkabilmek şöyle dursun, bu konuda düşünmeye çalışanın kendisi de yumağın düğümleri-haline gelir, kendisini kaybetmek zorunda kalır, yumağı çözmek yerine bu sefer “kendisini çözmeye” çalışır.
Neye göre nasıl yaşamalıyım, insan edimlerinin “temel amacı” nedir gibi sorularla ve bu soruları hazırlayan zeminlerden hareketle, “yaşamsalı-çözündürmek” olanaksızdır, olanaksızlığın da ötesinde, bu duruş/biçimi sorunun doğurucusu konumundadır…
Yaşamak, bir sanat eseri gibi ve kadar dilsiz, ucu açık, “çağrışımsal” ve “kendi kendisiyle” başbaşa bırakılmalıdır, o ancak bu durumda kendi “hakikatini” ve “doğrularını” bulacaktır…