Görüntü ve Bilmece Üstüne
|
F.Nietzsche
Zerdüşt’ün gemide olduğu gemiciler arasında yayılınca, ‘çünkü mutlu adalardan bir kişi gemiye onunla birlikte binmişti’. Büyük bir merak ve umut uyandı. Bir var ki Zerdüşt iki gündür susuyordu; üzüntüden soğuk ve sağır duruyor, ne bakışlara, ne de sorulara cevap verebiliyordu. Fakat ikinci günün akşamı, kulaklarını yeniden açtı, ama yine susuyordu. Çünkü uzaklardan gelip, daha da uzaklara giden bu gemide işitilecek nice garip ve tehlikeli şeyler vardı. Fakat Zerdüşt, uzak yolculuklara çıkan ve tehlikesiz yaşamak istemeyenlerin dostuydu. İşte! Dinleye dinleye dili açılmış, yüreğinin buzları çözülmüştü. Şöyle buyurmaya başladı derken:
Sizlere, ey gözü pek arayıcılar ve araştırıcılar ve kurnaz yelkenlerle korkunç denizlere açılanlar bütün,
Sizlere, ey bilmece esrikleri, ey alaca karanlığın tadına varanlar, gönülleri kaval sesleriyle her hayın çevrintiye çekilebilenler:
Çünkü sizler ipi ödlek ellerle yoklamak istemezsiniz; ve sezebileceğiniz yerlerde, hesaplamaktan nefret edersiniz…
Ancak sizlere anlatacağım gördüğüm bir bilmeceyi, en yalnız kişinin görüntüsünü…
Çok olmadı. Bir gün ölüm renkli alaca karanlıkta yürüyordum tasalı, tasalı ve sert, dudaklarım sımsıkı yapışmış. Ben ki, nice güneşlerin battığını görmüştüm…
Taşlar arasında çekinmeden yükselen bir yol, artık ne bitki, ne de çalıyla gönenen hınzır, ıssız bir yol: Bir dağ yolu, ayaklarımın çekinmezliği altında çatırdıyordu…
Çakılların alaycı takırtısı üstünde yürüyerek, kaygan taşları çiğneyerek : öyle yol alıyordu ayaklarım yukarı doğru…
Yukarı doğru : Onları aşağı doğru, uçuruma doğru çeken ruha, ağırlığın ruhuna, şeytanıma ve baş düşmanıma karşın…
Yukarı doğru: bu ağırlığın ruhu üstüme abansa da, yarı cüce, yarı köstebek; kötürüm, kötürüm eden; kulağıma kurşun, beynimeyse kurşun damlaları gibi düşünceler akıtan…
‘Ey Zerdüşt’ diye fısıldıyordu alaylı alaylı, heceliye heceliye, ‘Ey bilgelik taşı!.. Kendini yükseğe atmışsın ama her atılan taş, düşer!..
Ey Zerdüşt, ey bilgelik taşı, ey sapan taşı, ey yıldız yıkan!... Kendini atıyorsun öylesine yükseğe, ama her atılan taş düşer!..
Kendini yargılamışsın, kendini taşlamaya yargı giymişsin: Ey Zerdüşt, gerçekten yükseğe atmışsın taşını, ama senin tepene inecek o!..
Derken sustu cüce; ve bu uzun sürdü. Ama sessizliği beni sıkıyordu. Bu durumda iki kişi, doğrusu yalnızkende daha yalnızdır!..
Tırmandıkça tırmandım, düşledim, düşündüm, ama her şey beni sıkıyordu. Ağır işkenceden yorgun düşmüş ve daha beter bir düşle uykusundan uyandırılmış bir sayrı kişiye benziyordum…
Ama bende yüreklilik dediğim bir şey var. Şimdiye dek bende ki her yılgınlığı öldürmüştür. Sonunda bu yüreklilik beni durdurdu da, söyletti: Cüce.. Ya sen, ya ben!..
Çünkü yüreklilik en iyi öldürendir. Saldıran yüreklilik : her saldırıda cümbüş sesleri vardır da ondan…
Ama insan, en yürekli hayvandır. Her hayvanı bununla alt etmiştir. Cümbüş sesleriyle alt etmiştir her ağrıyı; oysa insan ağrısı en derin ağrıdır…
Yüreklilik, uçurum ağzındaki baş dönmesini dahi öldürür: İnsanın uçurum ağzında olmadığı yer mi var ki!.. Görmek bile, uçurumlar görmek değil midir?..
Yüreklilik en iyi öldürendir. Yüreklilik acımayı dahi öldürür. Oysa acıma, en derin uçurumdur. Kişi, hayatı nice derinliğine görürse, onca derinliğine görür acı çekmeyi de.
Ama yüreklilik en iyi öldürendir, saldıran yüreklilik: Ölümü dahi öldürür o; çünkü der: Bu muydu hayat?.. Peki öyleyse! Bir daha…
Fakat bu türlü sözlerde pek çok cümbüş sesleri vardır. Kulağı olan işitsin..
Dur cüce!.. dedim. Ya sen, ya ben!.. Ama ben daha güçlüyüm: Sen bende ki uçurumlu düşünceyi bilmezsin!.. Ona katlanamazsın sen!..
Derken beni hafifleten bir şey oldu. Cüce omzumdan atladı, o meraklı!.. Ve karşımdaki taşa oturdu. Fakat tam b,z,m durduğumuz yerde bir geçit vardı…
Şu geçite bak cüce diye sürdürdüm konuşmamı. İki yüzü var. Burada iki yol birleşir. Kimse bu yolların sonuna dek varamamıştır daha…
Şu geriye doğru uzanan yol; sonrasızlığa dek sürer. Şu ileriye doğru uzanan yolsa, başka bir sonrasızlıktır…
Birbirine karşıttır bunlar, bu yollar; birbirini başlarıyla iterler. Ve burada, bu geçitte birleşirler. Bu geçidin adı üstünde yazılıdır. ‘An’…
Ama kişi bunları izlese, durmadan daha daha izlese, sanır mısın ki cüce bu yollar birbirine sonrasızca karşıttırlar…
Düz olan her şey yalan söyler mırıldandı cüce, küçümseyerek… Her gerçek eğridir, zaman bile değirmidir…
Ey ağırlığın ruhu dedim öfkeyle… O kadar hafifseme bunu!.. Yoksa seni oturduğun yerde bırakırım ha topal… Seni yukarlara ben taşıdım!..
Bak diye sürdürdüm konuşmamı. Şu ana bak!.. Geçitten, andan, sonrasız bir yol uzanıyor geriye doğru. Bir sonrasızlık var arkamızda…
Her yürüyebilen, bu yolu daha önce yürümüş olmalı değil midir?.. Her olabilen, daha önce olmuş bitmiş ve geçmiş olmalı değil midir?..
Peki her şey daha önce de var idiyse, bu ana ne dersin cüce?.. Bu geçit dahi, önceden var olmuş olmalı değil midir?..
Ve her şey birbirine öyle bir bağlı ki, bu an, bütün gelecek şeyleri kendine çekmekte, dolayısıyla, kendini de çekmekte. Öyle değil mi?..
Çünkü her yürüyebilen, bu uzun yolu bir daha yürümelidir ileri doğru!..
Peki ay ışığında sürünen şu yavaş örümcek… Peki ay ışığının kendisi. Peki geçitte fısıldaşan senle ben. Hepimiz daha önce de var olmuş olmalı değil miyiz?..
Ve dönmeli ve önümüzde ki öbür yolda, o uzun korkunç yolda yürümeli, sonrasızca dönmeli değil miyiz?..
Böyle konuştum. Gittikçe yavaş konuştum. Çünkü kendi düşüncelerimden ve ard düşüncelerimden korkuyordum. Derken, bir köpek uluması işittim yakında…
Daha önce de böyle bir köpek uluması işitmiş miydim?.. Düşüncelerim geriye doğru koşuyordu. Evet!.. Çocukken en uzak çocukluğumda…
Böyle bir köpek uluması işitmiştim o zamanlar. Köpeği de görmüştüm. Tüyleri diken diken, başı havada, köpeklerin bile hayaletlere inandığı o sessiz mi sessiz gece yarısında titriyordu…
Yüreğim acımıştı. Dolunay, ölüm gibi sessiz. Tam o sırada geçmişti evin üzerinden. Tam o sırada durmuştu bir değir mi ateş. Başkasının malı üstündeymiş gibi, düz damın üzerindeydi daha…
Bundan yılgıya kapılmıştı köpek. Çünkü köpekler hırsızlara ve hayaletlere inanırlar. Yine böyle bir köpek uluması işitince, yüreğim acıdı bir daha…
Nereye gitmişti cüce?.. Ya geçit?.. Ya örümcek?.. Ya o bütün fısıldaşmalar?.. Düş mü görmüştüm?.. Uyanmış mıydım?.. Yaban kayalıklar arasında birdenbire tek başıma, yapayalnız kalmıştım en ıssız ay ışığında…
İşte bir adam yatıyordu yerde!.. Ve işte!.. Köpek sıçrıyor, tüylerini kabartıyor, inliyor.. İşte gördü geldiğimi… Derken uludu yine, derken bağırdı yine… Ben hiç köpeğin böyle yardım istercesine bağırdığını işitmiş miydim?..
Gerçek, bu gördüğüm gibisini görmemiştim hiç. Kıvranan, boğulan, titreyen, yüzü allak bullak, ağzından bir ağır kara yılan sarkan, genç bir çobandı gördüğüm…
Bir tek yüzde bunca bulantı, bunca solgun korku gördüğüm olmuş muydu?.. Herhalde uyuyordu. Derken boğazına aktı yılan. Orasını soktu. Şimdi de çıkmıyordu…
Elimle yılana asıldım, asıldım... Boşuna!.. Yılanı boğazından çıkaramadım. Derken bir bağırmadır koptu içimden. Isır, ısır!..
Kopar başını!.. Isır!.. Böyle bağırıyordu içimde ki.. Korkum, nefretim, tiksintim, acımam, bütün iyim, bütün kötüm, bir tek ses olmuş bağırıyordu içimden…
Ey çevremdeki gözü pek kişiler!.. Ey arayıcılar ve araştırıcılar ve kurnaz yelkenlerle bilinmedik denizlere açılanlar!.. Ey bilmece tutkunları!..
Çözün bana gördüğüm bilmeceyi, yorumlayın bana en yalnız kişinin görüntüsünü!..
Çünkü o, görüntüydü, önceden görmeydi. Simge olarak gördüğüm neydi?.. Ve bir gün gelmesi gereken kimdir?..
Boğazına böyle yılan akan çoban kimdir?.. Boğazına böyle en ağır, en kara istem adam kimdir?..
Ama çoban, bağırtımın öğüdüne uydu da, ısırdı. Zorlu ısırdı hem!.. Ta tuzağa tükürdü yılanın başını. Ve ayağa fırladı…
Artık çoban değil, artık insan değil, değişmiş biri. Işıkla sarılı biriydi gülen!.. Yeryüzünde kimse gülmemişti onun gibi!..
Ey kardeşlerim, işittiğim insan gülüşü olmayan bir gülüştü. Şimdiyse bir susuzluk kemiriyor beni, dinmek bilmeyen bir özlem.
Beni o gülüşe duyduğum özlem kemiriyor. Ah daha nasıl dayanıyorum yaşamaya!.. Ve nasıl dayanırım şimdi ölmeye!..
Böyle buyurdu Zerdüşt…
Zerdüşt’ün gemide olduğu gemiciler arasında yayılınca, ‘çünkü mutlu adalardan bir kişi gemiye onunla birlikte binmişti’. Büyük bir merak ve umut uyandı. Bir var ki Zerdüşt iki gündür susuyordu; üzüntüden soğuk ve sağır duruyor, ne bakışlara, ne de sorulara cevap verebiliyordu. Fakat ikinci günün akşamı, kulaklarını yeniden açtı, ama yine susuyordu. Çünkü uzaklardan gelip, daha da uzaklara giden bu gemide işitilecek nice garip ve tehlikeli şeyler vardı. Fakat Zerdüşt, uzak yolculuklara çıkan ve tehlikesiz yaşamak istemeyenlerin dostuydu. İşte! Dinleye dinleye dili açılmış, yüreğinin buzları çözülmüştü. Şöyle buyurmaya başladı derken:
Sizlere, ey gözü pek arayıcılar ve araştırıcılar ve kurnaz yelkenlerle korkunç denizlere açılanlar bütün,
Sizlere, ey bilmece esrikleri, ey alaca karanlığın tadına varanlar, gönülleri kaval sesleriyle her hayın çevrintiye çekilebilenler:
Çünkü sizler ipi ödlek ellerle yoklamak istemezsiniz; ve sezebileceğiniz yerlerde, hesaplamaktan nefret edersiniz…
Ancak sizlere anlatacağım gördüğüm bir bilmeceyi, en yalnız kişinin görüntüsünü…
Çok olmadı. Bir gün ölüm renkli alaca karanlıkta yürüyordum tasalı, tasalı ve sert, dudaklarım sımsıkı yapışmış. Ben ki, nice güneşlerin battığını görmüştüm…
Taşlar arasında çekinmeden yükselen bir yol, artık ne bitki, ne de çalıyla gönenen hınzır, ıssız bir yol: Bir dağ yolu, ayaklarımın çekinmezliği altında çatırdıyordu…
Çakılların alaycı takırtısı üstünde yürüyerek, kaygan taşları çiğneyerek : öyle yol alıyordu ayaklarım yukarı doğru…
Yukarı doğru : Onları aşağı doğru, uçuruma doğru çeken ruha, ağırlığın ruhuna, şeytanıma ve baş düşmanıma karşın…
Yukarı doğru: bu ağırlığın ruhu üstüme abansa da, yarı cüce, yarı köstebek; kötürüm, kötürüm eden; kulağıma kurşun, beynimeyse kurşun damlaları gibi düşünceler akıtan…
‘Ey Zerdüşt’ diye fısıldıyordu alaylı alaylı, heceliye heceliye, ‘Ey bilgelik taşı!.. Kendini yükseğe atmışsın ama her atılan taş, düşer!..
Ey Zerdüşt, ey bilgelik taşı, ey sapan taşı, ey yıldız yıkan!... Kendini atıyorsun öylesine yükseğe, ama her atılan taş düşer!..
Kendini yargılamışsın, kendini taşlamaya yargı giymişsin: Ey Zerdüşt, gerçekten yükseğe atmışsın taşını, ama senin tepene inecek o!..
Derken sustu cüce; ve bu uzun sürdü. Ama sessizliği beni sıkıyordu. Bu durumda iki kişi, doğrusu yalnızkende daha yalnızdır!..
Tırmandıkça tırmandım, düşledim, düşündüm, ama her şey beni sıkıyordu. Ağır işkenceden yorgun düşmüş ve daha beter bir düşle uykusundan uyandırılmış bir sayrı kişiye benziyordum…
Ama bende yüreklilik dediğim bir şey var. Şimdiye dek bende ki her yılgınlığı öldürmüştür. Sonunda bu yüreklilik beni durdurdu da, söyletti: Cüce.. Ya sen, ya ben!..
Çünkü yüreklilik en iyi öldürendir. Saldıran yüreklilik : her saldırıda cümbüş sesleri vardır da ondan…
Ama insan, en yürekli hayvandır. Her hayvanı bununla alt etmiştir. Cümbüş sesleriyle alt etmiştir her ağrıyı; oysa insan ağrısı en derin ağrıdır…
Yüreklilik, uçurum ağzındaki baş dönmesini dahi öldürür: İnsanın uçurum ağzında olmadığı yer mi var ki!.. Görmek bile, uçurumlar görmek değil midir?..
Yüreklilik en iyi öldürendir. Yüreklilik acımayı dahi öldürür. Oysa acıma, en derin uçurumdur. Kişi, hayatı nice derinliğine görürse, onca derinliğine görür acı çekmeyi de.
Ama yüreklilik en iyi öldürendir, saldıran yüreklilik: Ölümü dahi öldürür o; çünkü der: Bu muydu hayat?.. Peki öyleyse! Bir daha…
Fakat bu türlü sözlerde pek çok cümbüş sesleri vardır. Kulağı olan işitsin..
Dur cüce!.. dedim. Ya sen, ya ben!.. Ama ben daha güçlüyüm: Sen bende ki uçurumlu düşünceyi bilmezsin!.. Ona katlanamazsın sen!..
Derken beni hafifleten bir şey oldu. Cüce omzumdan atladı, o meraklı!.. Ve karşımdaki taşa oturdu. Fakat tam b,z,m durduğumuz yerde bir geçit vardı…
Şu geçite bak cüce diye sürdürdüm konuşmamı. İki yüzü var. Burada iki yol birleşir. Kimse bu yolların sonuna dek varamamıştır daha…
Şu geriye doğru uzanan yol; sonrasızlığa dek sürer. Şu ileriye doğru uzanan yolsa, başka bir sonrasızlıktır…
Birbirine karşıttır bunlar, bu yollar; birbirini başlarıyla iterler. Ve burada, bu geçitte birleşirler. Bu geçidin adı üstünde yazılıdır. ‘An’…
Ama kişi bunları izlese, durmadan daha daha izlese, sanır mısın ki cüce bu yollar birbirine sonrasızca karşıttırlar…
Düz olan her şey yalan söyler mırıldandı cüce, küçümseyerek… Her gerçek eğridir, zaman bile değirmidir…
Ey ağırlığın ruhu dedim öfkeyle… O kadar hafifseme bunu!.. Yoksa seni oturduğun yerde bırakırım ha topal… Seni yukarlara ben taşıdım!..
Bak diye sürdürdüm konuşmamı. Şu ana bak!.. Geçitten, andan, sonrasız bir yol uzanıyor geriye doğru. Bir sonrasızlık var arkamızda…
Her yürüyebilen, bu yolu daha önce yürümüş olmalı değil midir?.. Her olabilen, daha önce olmuş bitmiş ve geçmiş olmalı değil midir?..
Peki her şey daha önce de var idiyse, bu ana ne dersin cüce?.. Bu geçit dahi, önceden var olmuş olmalı değil midir?..
Ve her şey birbirine öyle bir bağlı ki, bu an, bütün gelecek şeyleri kendine çekmekte, dolayısıyla, kendini de çekmekte. Öyle değil mi?..
Çünkü her yürüyebilen, bu uzun yolu bir daha yürümelidir ileri doğru!..
Peki ay ışığında sürünen şu yavaş örümcek… Peki ay ışığının kendisi. Peki geçitte fısıldaşan senle ben. Hepimiz daha önce de var olmuş olmalı değil miyiz?..
Ve dönmeli ve önümüzde ki öbür yolda, o uzun korkunç yolda yürümeli, sonrasızca dönmeli değil miyiz?..
Böyle konuştum. Gittikçe yavaş konuştum. Çünkü kendi düşüncelerimden ve ard düşüncelerimden korkuyordum. Derken, bir köpek uluması işittim yakında…
Daha önce de böyle bir köpek uluması işitmiş miydim?.. Düşüncelerim geriye doğru koşuyordu. Evet!.. Çocukken en uzak çocukluğumda…
Böyle bir köpek uluması işitmiştim o zamanlar. Köpeği de görmüştüm. Tüyleri diken diken, başı havada, köpeklerin bile hayaletlere inandığı o sessiz mi sessiz gece yarısında titriyordu…
Yüreğim acımıştı. Dolunay, ölüm gibi sessiz. Tam o sırada geçmişti evin üzerinden. Tam o sırada durmuştu bir değir mi ateş. Başkasının malı üstündeymiş gibi, düz damın üzerindeydi daha…
Bundan yılgıya kapılmıştı köpek. Çünkü köpekler hırsızlara ve hayaletlere inanırlar. Yine böyle bir köpek uluması işitince, yüreğim acıdı bir daha…
Nereye gitmişti cüce?.. Ya geçit?.. Ya örümcek?.. Ya o bütün fısıldaşmalar?.. Düş mü görmüştüm?.. Uyanmış mıydım?.. Yaban kayalıklar arasında birdenbire tek başıma, yapayalnız kalmıştım en ıssız ay ışığında…
İşte bir adam yatıyordu yerde!.. Ve işte!.. Köpek sıçrıyor, tüylerini kabartıyor, inliyor.. İşte gördü geldiğimi… Derken uludu yine, derken bağırdı yine… Ben hiç köpeğin böyle yardım istercesine bağırdığını işitmiş miydim?..
Gerçek, bu gördüğüm gibisini görmemiştim hiç. Kıvranan, boğulan, titreyen, yüzü allak bullak, ağzından bir ağır kara yılan sarkan, genç bir çobandı gördüğüm…
Bir tek yüzde bunca bulantı, bunca solgun korku gördüğüm olmuş muydu?.. Herhalde uyuyordu. Derken boğazına aktı yılan. Orasını soktu. Şimdi de çıkmıyordu…
Elimle yılana asıldım, asıldım... Boşuna!.. Yılanı boğazından çıkaramadım. Derken bir bağırmadır koptu içimden. Isır, ısır!..
Kopar başını!.. Isır!.. Böyle bağırıyordu içimde ki.. Korkum, nefretim, tiksintim, acımam, bütün iyim, bütün kötüm, bir tek ses olmuş bağırıyordu içimden…
Ey çevremdeki gözü pek kişiler!.. Ey arayıcılar ve araştırıcılar ve kurnaz yelkenlerle bilinmedik denizlere açılanlar!.. Ey bilmece tutkunları!..
Çözün bana gördüğüm bilmeceyi, yorumlayın bana en yalnız kişinin görüntüsünü!..
Çünkü o, görüntüydü, önceden görmeydi. Simge olarak gördüğüm neydi?.. Ve bir gün gelmesi gereken kimdir?..
Boğazına böyle yılan akan çoban kimdir?.. Boğazına böyle en ağır, en kara istem adam kimdir?..
Ama çoban, bağırtımın öğüdüne uydu da, ısırdı. Zorlu ısırdı hem!.. Ta tuzağa tükürdü yılanın başını. Ve ayağa fırladı…
Artık çoban değil, artık insan değil, değişmiş biri. Işıkla sarılı biriydi gülen!.. Yeryüzünde kimse gülmemişti onun gibi!..
Ey kardeşlerim, işittiğim insan gülüşü olmayan bir gülüştü. Şimdiyse bir susuzluk kemiriyor beni, dinmek bilmeyen bir özlem.
Beni o gülüşe duyduğum özlem kemiriyor. Ah daha nasıl dayanıyorum yaşamaya!.. Ve nasıl dayanırım şimdi ölmeye!..
Böyle buyurdu Zerdüşt…