Hayatın anlamı, mutluluk ve demokrasi - 2
|
Demek, mutluluk ve karşılıklı birbirini sevebilirlik ise hayata anlamını veren ve o anlam, eşit ve özgürlükçü ilişkiler dünyasında mümkünse ancak; hayatın, anlamının kâşifini bekleyen değil, anlamıyla inşa edilmeye muhtaç bir şey olduğunu da kabul etmemiz gerekmektedir: “Aristoteles’e göre [de] mutluluğa erdemle varılır ve erdem her şeyden önce zihinsel bir tutumdan ziyade toplumsal bir pratiktir. Mutluluk özel bir gönül rahatlığı değil, pratik bir yaşam biçiminin öğesidir”. (9) Bir başka deyişle, -Aristoteles’in de işaret ettiği gibi- mutlulukla dokunmuş iyi bir yaşam ‘etik/politik’ pratiğin mahsulü olmalıdır.
Eagleton, -faydacı bir amaç ya da metafizik ereksellikten öte- başlı başına haz ve sevinç kaynağı olabilecek bir hayatın en uygun temsilini ‘caz’da bulabileceğimizi söyler. Herkesin icraya nereden girip nereden çıkacağının önceden belli olduğu, her üyesine icradaki rollerini şefin hatırlattığı (yönettiği) senfonik orkestradan farklı olarak, gerçek (doğaçlamaya dayalı) bir caz topluluğunda her üye kendisini özgürce ifade eder. Ancak, ifadesindeki özgürlük, ötekilerinin kendilerini ifade arayışlarının önünü kapatmaz; duyarlıdır onlara, kulağı ötekilerdedir, başına buyruk değildir. Hatta, her biri, diğerlerini ayartarak, onları daha yükseğe iştahlandırarak kurar müzikal ifadesini. Sözü Eagleton’a bırakalım: “Burada özgürlük ile ‘bütünün çıkarı’ arasında bir çelişki yoktur, ama görüntü bütüncül olanın tersidir. Her çalgıcı ‘daha iyi bir bütüne’ katkıda bulunsa da bunu ketum bir fedakârlıkla değil, yalnızca kendini ifade ederek yapar. Kendini gerçekleştirme vardır; ama yalnızca müziğin bütünlüğünde kendini kaybetme yoluyla”. Özgürce kendi olurken, kendini ve birlikte olma hâlini zenginleştiren haz ve sevinç kaynağı bir edimsellik: “Hem hayatı anlamlı kılan bir şey olması hem de, ve daha tartışmalısı, böyle davrandığımızda niteliklerimizi en iyi şekilde gerçekleştirmemiz bakımından, böylesi bir durum hayatın anlamı olarak önerilse elbette fena olmazdı”. (10)
Terry Eagleton da, bize, hayatı anlamlı kılanın, -doğaçlama caz örneğinde olduğu üzere- kendini gerçekleştirme ihtiyacı ile birbirlerine yönelenlerin ‘varoluşsal özerklik’lerinden mürekkep bir yaşama terbiyesi (‘ilişkisel etik’) olduğunu söylemiyor mu? Ötekine kulağını (kalbini) kapatmayan; başına buyrukluk ya da ketum bir fedakârlıkla değil, kendini özgürce gerçekleştirerek yaşamanın etiği. Bunun adı, ‘demokrasi’ değil midir?
3/ Şimdi de, Eagleton’ın ‘caz’ı ile yeniden buluşmak üzere, 17. yy.’a uzanalım; Benedictus de Spinoza’ya. İspanya ve Portekizde kalıp zorunlu olarak Hıristiyanlığa geçmiş kardeşlerinin (ki onlara, ’converso’/dönme, hatta, Hıristiyan İspanyollar tarafından ‘marranos’/domuz denmektedir) öte dünya selametlerini tartışaduran cemaatinden, kutsal kitap ve yorumundan kopmuş; merkezinde ‘beden/zihin’ bütünlüğünün yer aldığı bir ‘iyi olma hâli’, ‘mutluluk’ arayışına (İnsan Anlığının İyileştirilmesi Üzerine İnceleme/ ‘Treatise on the Emendation of the Entellect’ [11]) çıkmış olan Amsterdamlı genç Spinoza’ya.
Sıradan insan, şöhret, zenginlik ya da duyusal yollarla yaşanan hazların peşinde iken, derin ve kalıcı mutluluğun ardına düşen Spinoza, 1656’da (yirmi dört yaşında) aforoz edilip (‘cherem’) cemaatinden kovulacak; ancak, kalıcı ve derin mutluluk adına, -Tanrı diye de andığı- ’sonsuzluğu içindeki Doğa’dan umudunu kesmeyecektir: Her şey ondandır/ondadır. İyi/yararlı olanın kaynağı odur. Felsefi olarak temel mesele, bizi ondaki yararlıya eriştirecek ya da erişmemizin önündeki engelleri kaldıracak ‘ussal’ yolu bulmaktır. Daha sonra kaleme aldığı, Tanrı, İnsan ve İnsanın Mutluluğu Üzerine Kısa İnceleme’sinde de (‘Short Treatise on God, Man and His Well-Being) (12) ruhun ölümsüzlüğünü yadsıyacak, cennet yoluna düzülen kutsal gemileri toptan yakacaktır kendi adına.
Eagleton’ın doğaçlama cazıyla temsil bulan demokratik siyasi edimselliğe yol alacaksak, Spinoza için ‘demokrasi’nin/demokrasi mücadelesinin temel kurucu öğesinin ‘insan teki’ (birey) olduğunu söylemeliyiz. Kendisinden kalkarak ‘öteki’ ile etkileşim/iletişim içinde; şu veya bu yönelim ya da eğilimdeki Multitudo’nun (gücün gerçek sahiplerinin) temel bileşeni olarak ‘insan teki’. Ancak, Spinoza, insan tekini kendisi ile başlatmaz. O, sonsuz Doğa’nın/Tanrısal tözün bir tezahürü, ‘kip’selliğidir (bir ‘tarz’ı, ‘tavrı’ ya da ‘modüs’üdür). Spinoza, insan tekini, tümden gelişli bir varoluşsallık içinde betimler, öncelikle. O nedenledir ki, temel yapıtı Etika’yı (13), ‘Tanrı Üzerine’ (‘Tanrı Hakkında’) bölümü ile başlatmış ve oradan insan tekine doğru yol almıştır. Bir kez daha altını çizersek, Spinoza’nn Tanrı’sı; özü ‘varoluş’ içeren, varolmadıkça doğası kavranılamayacak olandır -nedeni kendindedir (kendi kendisinin nedenidir -‘causa sui’) ve sonsuzca var olandır. Kendinde olan, kendisi yoluyla kavranabilen, kavranması için başka bir kavramsallığa ihtiyaç duymayan bir ‘tözsellik’: Mutlak olarak sonsuz; her biri onun sonsuz özünü ifade eden sonsuz ‘yüklem’den (‘attribitum’) oluşmuş bir tözselliktir. İşte, insan, böylesi bir tözselliğin kipidir; onun bir değişkisidir (‘affectiones’) sadece. Tanrısal tözden kipselliğini ayrıştıran/belirleyense, ‘beden’ (uzam) ve ‘düşünme’ yüklemleridir. Tözden gelip onun sonsuzluğuna ulanan; özü, ‘düşünme ve uzam’ nitelikleri ile belirlenip kendi içinde sonlu bir varoluş olarak, insan.
Bu, ‘kendi içinde sonlu varoluş’a biraz daha yakından baktığında, Spinoza, onda, -varoluşsal özü bağlamında- ‘itki/sellik’i ayrıştırır. Spinoza için, itki (‘appetitus’), insanın özünden/ doğasından kaynaklanan ve varoluşsallığının sakınımına hizmet eden şeydir (‘yaşama iştahı’dır, diyelim). Bir farkındalık olarak anlıkla (zihinsellikle), bedensel bir değişki olarak da bedenle ilişkilidir. Bir başka deyişle, varoluşumuzu sakınıp dirimi temin edecek ihtiyacın, bedendeki ve anlıktaki görünümüdür (yeni doğan bebeğimizi hatırlayalım). İşte, bu temel güdü, Spinoza felsefesinin temel dayanağının, yani, ‘conatus’un da sebeb-i hikmetidir. Conatus, ihtiyacı giderecek (dolayısıyla, varkalımımızı temine yarayacak) şeye yönelik bir edimsellik/ çaba olmak anlamında, itkisellik tarafından ateşlenen şeydir (yaşama kudretimizdir). Hatırlatalım; itkinin, bir farkındalık olarak anlıkta adı konulmuşsa (yani, itkinin bilinci kurulmuşsa), itki, istek (‘cupiditas’/ arzu) adını alır (‘istek, bilinçli itkidir; itkinin bilinci ile itki’). (14)
Böylelikle, Spinoza, ‘itki, bedensel değişki, anlık düzeyinde farkındalık ve itkinin bilinci’ üzerinden, ‘ruhsal’ olanla ‘bedensel’ olanın ‘bütünselliği’ni de kurmuş olur. Öte yandan, itkinin/ isteğin, bizi soktuğu çaba (‘conatus’), bizi, ‘iyi’ye yönlendirir. İyi, varoluşsal özümüzle ilintisi ve onu sakınmaya dönük çabamızdan dolayı murat ettiğimizdir. İyi, itki ile bağıntısı içinde iyidir; bir dış yargı ona iyi dediği için değil. (15)
Kısaca aktardıklarımın, aslında, Spinoza’yı, ‘demokrasi’ tahayyülüne taşıyan ana güzergâhı oluşturduğunu da söyleyebilirim: Bedensel (iç) güdülenimi ile ihtiyacı olana yönelen, ihtiyacına yanıt vererek ‘yararlı’ olan -şey- üzerinden varkalımsal (‘varoluşta direnme’) çabasını (‘arzu’larını) tanıyan, aynı yönelim ve arzular içindeki başkası ile ortak en yüksek yararı oluşturmak üzere buluşmanın ve biraradalığın yolunu yordamını arayacak olan ‘insan’ın demokrasi yol(culuğ)u.
Alexandre Matheron da, Yaban Kuraldışılık’ın Önsöz’ünde, “Somut ontoloji conatus kuramıyla başlar. Bu yüzden, Negri, Spinozacılığın bu son durumunu üretici gücün metafiziği olarak nitelemekte[dir],” derken, ‘conatus’la hayata yönelen gücün, ‘üretici metafizik’ işleyişiyle ‘ontolojik/ kurucu’ değer kazandığına işaret etmektedir. Bir başka deyişle, ‘conatus’ üzerine kurulu Etika’nın erdemli bir varoluşa taşıyıcılığı (ya da, erdemlilik epistemolojisinin kurucu bir işlev üstlenmesi), ancak, teolojik-politik evrene akması, kendisini ‘demokrasi’ ile birlikte tartıp edimselliğe açması ile mümkün olacaktır. (16, 17)
Nihayetinde; tek tek insanların doğal güçlerinden kaynaklanan güçlerini devrettikleri öznenin (üstün gücü kullananın) halk olduğu; bir başka deyişle, “[g]ücü altındaki her şeye ilişkin üstün hakka toplu olarak sahip evrensel insan birliği” (18) demek olan demokrasiden (aklı, kendi kendisinin efendiliğini mümkün kılacak üstün güce dönüştürenlerin birliğinden) söz ederken Spinoza, kulağımızda, Eagleton’ın cazcıları yankılanmakta değil midir? (19)
Öyleyse, diyorum; ihtiyaçlarımızla yöneldiğimiz hayatı anlamlı kılacak olan, herkesin kendisini özgürce gerçekleştirdiği o cümbüşlü ilişkidir. Bebeğe ‘kendi olma’ şansını tanıyan da; cazı caz, biraradalığı demokrasi kılan da, böylesi bir cümbüş olmalıdır.
Eagleton, -faydacı bir amaç ya da metafizik ereksellikten öte- başlı başına haz ve sevinç kaynağı olabilecek bir hayatın en uygun temsilini ‘caz’da bulabileceğimizi söyler. Herkesin icraya nereden girip nereden çıkacağının önceden belli olduğu, her üyesine icradaki rollerini şefin hatırlattığı (yönettiği) senfonik orkestradan farklı olarak, gerçek (doğaçlamaya dayalı) bir caz topluluğunda her üye kendisini özgürce ifade eder. Ancak, ifadesindeki özgürlük, ötekilerinin kendilerini ifade arayışlarının önünü kapatmaz; duyarlıdır onlara, kulağı ötekilerdedir, başına buyruk değildir. Hatta, her biri, diğerlerini ayartarak, onları daha yükseğe iştahlandırarak kurar müzikal ifadesini. Sözü Eagleton’a bırakalım: “Burada özgürlük ile ‘bütünün çıkarı’ arasında bir çelişki yoktur, ama görüntü bütüncül olanın tersidir. Her çalgıcı ‘daha iyi bir bütüne’ katkıda bulunsa da bunu ketum bir fedakârlıkla değil, yalnızca kendini ifade ederek yapar. Kendini gerçekleştirme vardır; ama yalnızca müziğin bütünlüğünde kendini kaybetme yoluyla”. Özgürce kendi olurken, kendini ve birlikte olma hâlini zenginleştiren haz ve sevinç kaynağı bir edimsellik: “Hem hayatı anlamlı kılan bir şey olması hem de, ve daha tartışmalısı, böyle davrandığımızda niteliklerimizi en iyi şekilde gerçekleştirmemiz bakımından, böylesi bir durum hayatın anlamı olarak önerilse elbette fena olmazdı”. (10)
Terry Eagleton da, bize, hayatı anlamlı kılanın, -doğaçlama caz örneğinde olduğu üzere- kendini gerçekleştirme ihtiyacı ile birbirlerine yönelenlerin ‘varoluşsal özerklik’lerinden mürekkep bir yaşama terbiyesi (‘ilişkisel etik’) olduğunu söylemiyor mu? Ötekine kulağını (kalbini) kapatmayan; başına buyrukluk ya da ketum bir fedakârlıkla değil, kendini özgürce gerçekleştirerek yaşamanın etiği. Bunun adı, ‘demokrasi’ değil midir?
3/ Şimdi de, Eagleton’ın ‘caz’ı ile yeniden buluşmak üzere, 17. yy.’a uzanalım; Benedictus de Spinoza’ya. İspanya ve Portekizde kalıp zorunlu olarak Hıristiyanlığa geçmiş kardeşlerinin (ki onlara, ’converso’/dönme, hatta, Hıristiyan İspanyollar tarafından ‘marranos’/domuz denmektedir) öte dünya selametlerini tartışaduran cemaatinden, kutsal kitap ve yorumundan kopmuş; merkezinde ‘beden/zihin’ bütünlüğünün yer aldığı bir ‘iyi olma hâli’, ‘mutluluk’ arayışına (İnsan Anlığının İyileştirilmesi Üzerine İnceleme/ ‘Treatise on the Emendation of the Entellect’ [11]) çıkmış olan Amsterdamlı genç Spinoza’ya.
Sıradan insan, şöhret, zenginlik ya da duyusal yollarla yaşanan hazların peşinde iken, derin ve kalıcı mutluluğun ardına düşen Spinoza, 1656’da (yirmi dört yaşında) aforoz edilip (‘cherem’) cemaatinden kovulacak; ancak, kalıcı ve derin mutluluk adına, -Tanrı diye de andığı- ’sonsuzluğu içindeki Doğa’dan umudunu kesmeyecektir: Her şey ondandır/ondadır. İyi/yararlı olanın kaynağı odur. Felsefi olarak temel mesele, bizi ondaki yararlıya eriştirecek ya da erişmemizin önündeki engelleri kaldıracak ‘ussal’ yolu bulmaktır. Daha sonra kaleme aldığı, Tanrı, İnsan ve İnsanın Mutluluğu Üzerine Kısa İnceleme’sinde de (‘Short Treatise on God, Man and His Well-Being) (12) ruhun ölümsüzlüğünü yadsıyacak, cennet yoluna düzülen kutsal gemileri toptan yakacaktır kendi adına.
Eagleton’ın doğaçlama cazıyla temsil bulan demokratik siyasi edimselliğe yol alacaksak, Spinoza için ‘demokrasi’nin/demokrasi mücadelesinin temel kurucu öğesinin ‘insan teki’ (birey) olduğunu söylemeliyiz. Kendisinden kalkarak ‘öteki’ ile etkileşim/iletişim içinde; şu veya bu yönelim ya da eğilimdeki Multitudo’nun (gücün gerçek sahiplerinin) temel bileşeni olarak ‘insan teki’. Ancak, Spinoza, insan tekini kendisi ile başlatmaz. O, sonsuz Doğa’nın/Tanrısal tözün bir tezahürü, ‘kip’selliğidir (bir ‘tarz’ı, ‘tavrı’ ya da ‘modüs’üdür). Spinoza, insan tekini, tümden gelişli bir varoluşsallık içinde betimler, öncelikle. O nedenledir ki, temel yapıtı Etika’yı (13), ‘Tanrı Üzerine’ (‘Tanrı Hakkında’) bölümü ile başlatmış ve oradan insan tekine doğru yol almıştır. Bir kez daha altını çizersek, Spinoza’nn Tanrı’sı; özü ‘varoluş’ içeren, varolmadıkça doğası kavranılamayacak olandır -nedeni kendindedir (kendi kendisinin nedenidir -‘causa sui’) ve sonsuzca var olandır. Kendinde olan, kendisi yoluyla kavranabilen, kavranması için başka bir kavramsallığa ihtiyaç duymayan bir ‘tözsellik’: Mutlak olarak sonsuz; her biri onun sonsuz özünü ifade eden sonsuz ‘yüklem’den (‘attribitum’) oluşmuş bir tözselliktir. İşte, insan, böylesi bir tözselliğin kipidir; onun bir değişkisidir (‘affectiones’) sadece. Tanrısal tözden kipselliğini ayrıştıran/belirleyense, ‘beden’ (uzam) ve ‘düşünme’ yüklemleridir. Tözden gelip onun sonsuzluğuna ulanan; özü, ‘düşünme ve uzam’ nitelikleri ile belirlenip kendi içinde sonlu bir varoluş olarak, insan.
Bu, ‘kendi içinde sonlu varoluş’a biraz daha yakından baktığında, Spinoza, onda, -varoluşsal özü bağlamında- ‘itki/sellik’i ayrıştırır. Spinoza için, itki (‘appetitus’), insanın özünden/ doğasından kaynaklanan ve varoluşsallığının sakınımına hizmet eden şeydir (‘yaşama iştahı’dır, diyelim). Bir farkındalık olarak anlıkla (zihinsellikle), bedensel bir değişki olarak da bedenle ilişkilidir. Bir başka deyişle, varoluşumuzu sakınıp dirimi temin edecek ihtiyacın, bedendeki ve anlıktaki görünümüdür (yeni doğan bebeğimizi hatırlayalım). İşte, bu temel güdü, Spinoza felsefesinin temel dayanağının, yani, ‘conatus’un da sebeb-i hikmetidir. Conatus, ihtiyacı giderecek (dolayısıyla, varkalımımızı temine yarayacak) şeye yönelik bir edimsellik/ çaba olmak anlamında, itkisellik tarafından ateşlenen şeydir (yaşama kudretimizdir). Hatırlatalım; itkinin, bir farkındalık olarak anlıkta adı konulmuşsa (yani, itkinin bilinci kurulmuşsa), itki, istek (‘cupiditas’/ arzu) adını alır (‘istek, bilinçli itkidir; itkinin bilinci ile itki’). (14)
Böylelikle, Spinoza, ‘itki, bedensel değişki, anlık düzeyinde farkındalık ve itkinin bilinci’ üzerinden, ‘ruhsal’ olanla ‘bedensel’ olanın ‘bütünselliği’ni de kurmuş olur. Öte yandan, itkinin/ isteğin, bizi soktuğu çaba (‘conatus’), bizi, ‘iyi’ye yönlendirir. İyi, varoluşsal özümüzle ilintisi ve onu sakınmaya dönük çabamızdan dolayı murat ettiğimizdir. İyi, itki ile bağıntısı içinde iyidir; bir dış yargı ona iyi dediği için değil. (15)
Kısaca aktardıklarımın, aslında, Spinoza’yı, ‘demokrasi’ tahayyülüne taşıyan ana güzergâhı oluşturduğunu da söyleyebilirim: Bedensel (iç) güdülenimi ile ihtiyacı olana yönelen, ihtiyacına yanıt vererek ‘yararlı’ olan -şey- üzerinden varkalımsal (‘varoluşta direnme’) çabasını (‘arzu’larını) tanıyan, aynı yönelim ve arzular içindeki başkası ile ortak en yüksek yararı oluşturmak üzere buluşmanın ve biraradalığın yolunu yordamını arayacak olan ‘insan’ın demokrasi yol(culuğ)u.
Alexandre Matheron da, Yaban Kuraldışılık’ın Önsöz’ünde, “Somut ontoloji conatus kuramıyla başlar. Bu yüzden, Negri, Spinozacılığın bu son durumunu üretici gücün metafiziği olarak nitelemekte[dir],” derken, ‘conatus’la hayata yönelen gücün, ‘üretici metafizik’ işleyişiyle ‘ontolojik/ kurucu’ değer kazandığına işaret etmektedir. Bir başka deyişle, ‘conatus’ üzerine kurulu Etika’nın erdemli bir varoluşa taşıyıcılığı (ya da, erdemlilik epistemolojisinin kurucu bir işlev üstlenmesi), ancak, teolojik-politik evrene akması, kendisini ‘demokrasi’ ile birlikte tartıp edimselliğe açması ile mümkün olacaktır. (16, 17)
Nihayetinde; tek tek insanların doğal güçlerinden kaynaklanan güçlerini devrettikleri öznenin (üstün gücü kullananın) halk olduğu; bir başka deyişle, “[g]ücü altındaki her şeye ilişkin üstün hakka toplu olarak sahip evrensel insan birliği” (18) demek olan demokrasiden (aklı, kendi kendisinin efendiliğini mümkün kılacak üstün güce dönüştürenlerin birliğinden) söz ederken Spinoza, kulağımızda, Eagleton’ın cazcıları yankılanmakta değil midir? (19)
Öyleyse, diyorum; ihtiyaçlarımızla yöneldiğimiz hayatı anlamlı kılacak olan, herkesin kendisini özgürce gerçekleştirdiği o cümbüşlü ilişkidir. Bebeğe ‘kendi olma’ şansını tanıyan da; cazı caz, biraradalığı demokrasi kılan da, böylesi bir cümbüş olmalıdır.