ahlak ilmi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ahlak ilmi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ahlâk İlminin Tarifi ve Bölümlenmesi

Ahlâk ilmi, tarifler ilmidir. Ahlâk kelimesi bize, bu ilmin konusunun ne olduğunu gösterir. Gerçekte, ahlâk ilmi demek, siyer ilmi, âdetler ilmi demektir. Adetler, bizim, yaşama ve çalışma hususundaki sürekli davranışlarımızdan kaynaklanırlar. Bu yönden, ahlâk ilmi, insan hayatının düzenlenmesi ve idaresi ilmidir. Bir başka yönden de ahlâk bilimi, insan iradesinin kullanılması sanatıdır. Bu ilim, bizde bir kanaatin meydana çıkmasını gerektirir. O da, kendimizi idare ve âdetlerimizi de sevk ve yürütebilme kanaatidir. Buna uygun olarak, ahlâk ilmi, “hürriyetimizi iyi kullanma ilmi” veyahut “görev ilmi” olarak tanımlanabilir. Görev, sıradan bir hayrın işlenilmesinden ibarettir. Bunun meydana gelmesine de “fazilet” (erdem) adı verilir. Buna bağlı olarak da, ahlâk ilmi, “hayır ilmi” (iyilik ilmi) veya “fazilet ilmi” olarak tanımlandığında da aynı şey ifade edilmiş olunur.

Ahlâk, ilim olduğu kadar da bir sanattır. Âdeta “iyi olma” sanatıdır. Görev teorisine en fazla vakıf olan bir kimsenin, mutlaka insanların en faziletlisi (erdemlisi) olması gerekmez. “İç hallere, salt İlmî görüş açısından bakmak ve haklarında bir hüküm vermek için, sürekli uğraşmak, bazı tehlikeler ortaya çıkarır” diyerek iş bitirilebilir ve sonuçlandırılabilir. Bu ifadeye şu da eklenir: “Sanat, kolaylıkla yapmacıklığa dönü­şebilir.” Bu şekilde, hüküm veren ve vicdanları idare etmeyi karıştıran bir kimse, bazan da niyetleri idareye yönelmiş olur.

Faziletten, her türlü niyetleri, -eğer cesaret edip de söyleyecek olsam- “sadelik, samimiyet veya saflık” özelliğini kaldı­racak olan bir düşünce titizliğinin kötüye kullanılması, ne ahlâk ilmine ne de ahlâk sanatına bir eksiklik getirmez. Çünkü bu, onlara yüklenemez. Özellikle ahlâkta, tam bir güven ve temiz bir kalbe ihtiyaç vardır. Çünkü ahlâkta hatalar, çoğunlukla suç oluştururlar.

Stuart Mill, öğütler şeklinde açıklanmasından ve kurallar şeklinde ifade edilmesinden faydalanarak, ahlâka, “ilim ” ünvanını uygun görmemektedir. Mill, “‘emir kipiyle’ ifade edilen bir fikir, ilimden ayrı olarak gözönünde bulundurulan bir sanatın belirgin niteliğidir", der. Ona göre, öğüt ve kurallarla sözlü olarak açıklanan ve konusu üzerinde görüş ve hüküm verilip, açıklanamayan herşey bir sanattır.' Buna göre, ahlâkın bir ilim olmaması gerekir. Çünkü, Mill’in diliyle söylemek gerekirse, ahlâkın, isteğini daima “emir kipiyle bildirmesi” göze çarpacak bir derecede açıktır. Ayrıca, şurası da dikkat çekicidir ki, biraraya toplanmış hikmetli cümleler, çok güzel bir şekilde seçilmiş, birbirlerine çok iyi bir tarzda bağlanmış ve itiraz kabul etmez durumda olan ahlâkî öğütler şeklinde de olsalar, yine de hiç bir şekilde, bir ahlâk ilminin konusunu teşkil edemezler. Çünkü, bunlar, “hayrı a’la ” (en yüksek iyi) teorisine olan ilgi ve münasebetleriyle ilim sıfatını kazanırlar. Bu halde, hikmetli sözler veya öğütler, gerek iradeye karşı emretsinler ve gerekse akıl tarafından konulmuş gerçekler gibi ifade edilsinler, bunun hiç bir ehemmiyeti olamaz. Ahlâkî öğütler, “emir” olmadan önce birer hakikattirler. Bu hakikate bitişik olan emir sıfatı, onun ne İlmî olma özelliğini ne de ispat değerini değiştirmez.

Meselâ, “adâlet hükmeder, hakkaniyet emreder, vazife ister” tarzındaki ifadeler, ahlâk açısından doğrudurlar. Çünkü, teori, ilk önce, adâletin ilkelerini, hakkaniyetin tarifini, görevin teorisini, emirlerini, mahiyetini gözönünde bulundurmaksızın gerçekten bilimsel açıklama üzerine kurulur. Şurası da dikkat çekicidir ki, “emir” kelimesi pek çok manalar ihtiva eder. Bazen, mutlak olarak, uyarmak ve ihtar etmek anlamına, bazen düzen, intizam, manasına gelir. İşte, “adâlet, bize yapılmasını istediğimiz şeyi yapmaktan ibarettir” şeklindeki ilmî gerçeğin ahlâkî tercümesi aşağıdaki gibidir.

“Size yapılmasını arzu ettiğiniz şeyi siz de başkalarına yapınız.”

İlmî olarak ortaya konan bir hakikate, emir sıfatı eklemek, bu hakikati değiştirmek değil belki tamamlamaktır. Eğer öğüt, bir ahlâk kuralı ise bunun sebebi de mutlaka İlmîdir. Bu halde, ahlâkın ilim üzerine kurulu bir sanat olması lazım gelir. Bu şekildeki ilim, sanatın ruhu veya, uygun görülür ise, bünye ve cesedinden ibaret olur.

1) Ahlâkçılar Deyiminin Farklı Anlamları:

Stuart Mill’in çelişkili ifadesine, görünüşte bir gerçeklik veren şey, ahlâkçılar kelimesinin iki farklı anlamının olmasıdır. Öncelikle, Edebiyat’ta, Theophraste, La Bruyer gibi yazarlar vardır ki, bunlar hiç bir zaman bir “eylem ve davranış felsefesi” yazmayı hatırlarına bile getirmemiş oldukları halde, ahlâkçılar olarak adlandırılmışlardır. Bu ahlâkçılar, bizim görüşlerimize, topluma, insanın “hal ve gidişatının” gerçek -ve ifade uygun ise- âdeta canlı bir levhasını ortaya koymakla yetinmişlerdir. Bunlar, bulundukları asrın kendilerine vermiş olduğu şeyi, eksiksiz ve fazlasız iade etmişlerdir. İkinci olarak, Prevest Paradol, “Genel olarak kabul edildiği gibi, Fransız ahlâkçı­ları adı verilen küçük bir edebiyatçılar zümresi vardır ki, insan kalbini gözlem ve tasvir konusunda, memleketimizin dehalarını, parlak bir şekilde temsil ederler” demiştir. Bu şekildeki bir değerlendirme, şüphesiz faziletin güzelliğini ve rezilliğin çirkinliğini tasvir eden bir ahlâkçı olmasından kaynaklanmıştır. Fakat, öyle ahlâkçılar da vardır ki, bunların en az düşündükleri şey, ahlâktan dem vurmaktır.

Bununla birlikte, Eflatun ve Kant gibi görevin gerçek teorisyenlerini, âdetleri ve ahlâkı belirleme hususunda cidden çok mahir olan “âdetleri tasvir eden kimselerden" çok dikkatli bir şekilde ayırmak gerekir. Fakat, bundan da, “ahlâk, can sıkıcı bir ilimdir” gibi bir sonuç çıkarılmalıdır. La Fontain, Eflatun’u, “en büyük latife edici” olarak nitelendirmemiş miydi? Gerçekte, Eflatun, hakiki ahlâk teorisyenlerinden birisiydi. Fakat, ben, “teorisyenler” tabirini özellikle kullanıyorum. Burada, ne bir menfeat vermek, ne aklandırmak, hatta ne de ahlâkı güzelleş­tirmek sözkonusu değildir. Belki istenilen şey, öğretmektir. Bu hususta, vazife veya görev o kadar zordur ki, en cahil insan bile, kendini daima insanların en münevveri olarak kabul eder.

Malbranche, pek haklı olarak demiştir ki:

"Ahlâkî tabirler çok genel olduklarından dolayı, en açık sayılanları bile, pek kapalı ve karışık kalmıştır. Herkes, meselâ, sevmek, korkmak, şereflendirmek ile şefkat, tevazu, cö­mertlik, gururlanma, kıskançlık, izzeti nefs gibi tabirlerin anlamlarını bilirim zanneder. Eğer, bu ifadeler ile bütün erdemlere ve rezilliklere verilen isimlerin hepsine birer açık kavram tayin edilmemiş olsa, -kaldı ki bunlar için ihtiyaç vardır- bu mefhumlar ile ahlâktan söz etmek, en dolambaçlı ve en arızalı bir yolu takip etmek kadar müşkül olur. Çünkü, bu tabirleri yeterince tarif etmek için, ilk önce, ahlâk ilminin prensip ve kanunlarını açıkça anlamak ve hatta “marifeti beşer ” denilen şeyde adetâ âlim olmak gerekir."

İşte ahlâk ilminin esasının ve en yüce noktasının psikoloji ilmi olduğu bundan daha açık bir şekilde ifade edilemez.

2) Ahlâk İlmi Psikolojiden Ayrıdır:

Ahlâk ilmi, Psikoloji ile karıştırılmamalıdır. Psikoloji, bize, insanı olduğu gibi bildirir. Ahlâk ilmi ise nasıl olması gerekti­ğini gösterir. Ahlâk kuralları, et ve kemikten oluşmuş olan size ve bana hitap eder. Yoksa, sadece, aklî bir özelliğe sahip, hayalî ve mevhum bir insana değil.

Bununla birlikte, gerçeklik sahasına girmek, beşerî kuvvetleri ölçmek ve bu kanunların sınırlarını belirlemek gerekir. Ahlâk ilmi, ne bir meleği ve ne de bir hayvanı muhatap alır. Fakat şurası da açıktır ki, “olay da daima gerçeği açıklayamaz. Çünkü, olayların çoğu, gerçeğe uzaktır. Ahlâk ilmi, ne sadece, “ahlâkın tabiatının hikmeti” ne de iç tabiatımızın “etkilenmiş gözlemi”dir.

Ahlâkçılar ile psikologlar arasındaki fark, bahçıvanlar ile botanikçiler arasındaki fark gibidir. Şöyle ki, bir bitki uzmanı, sınıflandırma ve düzenlemesinde bitkilerin yararlarına pek az yer verir. Bahçıvan ise, aksine, bu bitkileri yararlarına göre seçmeyi bir vazife sayar. Zararlı ve küçük bir fidan olduğu için bir bitkiyi yok eder ve yararlı olduğundan ötürü bir başka bitkiyi de ıslah eder ve çoğaltır. Sonuç olarak, ilme dayanarak bir görevi gaye edinir ise de bu nokta sadece ilim değildir. İşte, ahlâk ilmi içinde çözümlenecek iki mesele vardır. Önce, ahlâkî olan, ideal bir gaye belirleyip, sonra da bu ideal gayeyi gerçekleştirmek için gerekli olan araçları seçmektir. Ancak, özellikle psikolojinin yardımıyla çözülebilecek olan bu ikinci meseleyi unutmak, Aristofan’ın “Kuşlar Memleketi” veya Campenalla’nın “Güneş Şehri” için kanun koymak, kurşunu hedefe isabet ettirmemek, sonuç olarak ahlâkın etkisini önceden yok etmek demek olur.

Bundan başka, psikolojinin ahlâk ilmiyle o kadar az münasebeti vardır ki, âdeta, psikolojiye “ahlâk dışı” yani “ahlâka yabancıdır”, denilebilir. Hatta, kötü kullanım ile gerçekten ahlâk dışı da olabilir. Çünkü, insan, olayları göre göre, bunları haklı ve meşru gibi telakki etmeye başlar. Böylece, tarihî kaderciliğe benzer bir “benlikçi kaderiyecilik” anlayışıyla, meydana gelen her şeyin, olması gerekli olan bir şey olduğunu hayal etmeye başlar. Bu şekilde, insanda, bir şeyi açıklamak, o şeyi tasdik ve izah etmek de, o şeyi mazur göstermek kanaati ortaya çıkar. Bu nokta üzerine en çok dikkatli olan psikologların pek açık itirafları vardır. Nitekim, Maine de Biran “rezaletlerden çıkarılmış teorik bilgiler, bu kötülüklerin çirkinliği ile yakınlık kuramayarak, sözü edilen çirkinliği daha hafif gösterirler” der.

İşte bu şekilde, en korkunç hayaletlerin dış niteliklerini müşahede ve tarif eden tabiatçılar, bunların gösterdiği dehşet ve nefreti hatırlarına bile getirmezler. Bir adamın kendi içinde ortaya çıkan hayır ve şer ile özellikle meşgul olma alışkanlığı ahlâksızlık mı olacak? Kendi tecrübeme göre, bunu söylemeye cesaret edemem. İnsan kendi özel hallerini görmek ve takdir etmekle beraber bunlar üzerine yeniden etki edebilmek için bir hedef edinmeli ve kendisinden başka ve daha yüksek dayanak noktası bulmalıdır.

Bir tanık olma anı veya insanın kendi içinde yaptığı keşf ile nefsini memnun ettiği zaman herşeyin söylenilmesi gerekti­ğine kanaat etmelidir.

Kaynak: Alexis Bertrand - AHLAK FELSEFESİ


Sonsuzluk, Görelilik ve Zenon Paradoksları - 1

Prof.Dr. Ekrem AYDINER

‘Her şey birdir’, ‘hareket yoktur’ ya da ‘hiçbir şey değişmemektedir’ şeklindeki felsefi tezleri ileri süren Elea felsefe okulunun kurucusu filozof Parmenides ‘çokluk, değişim ve hareketi duyularımızın bizi kandırması...’ olarak yorumlamıştır. Parmenides bu görüşünden dolayı çağdaşları tarafından eleştirilmiştir. Zenon hocasının felsefesiyle alay edenleri susturmak ve hocası Parmenides’in varsayımlarını savunmak üzere çeşitli varsayımlar ileri sürer. Zenon bu önermelerle hocasının ileri sürdüğü varsayımların doğruluğunu ispatlamaya çalışır. Ancak Zenon’un bu varsayımları gözlemlerle -yani bilinen gerçeklikle- tezatlık oluşturmaktadır. Bu nedenle Zenon’un bu önermeleri paradoksa yol açar. Bu çalışmada, Zenon’un paradoksa yol açan varsayımları ve bu paradoksları çözmek için ileri sürülen görüşler kısaca ele alınmıştır.

1. Giriş

Zenon, İ.Ö. 5. yüzyılda yaşamış ve bugün üzerine pek az bildiğimiz Eski Yunanlı bir filozoftur. Ne yazık ki günümüze hiçbir yapıtı kalmamıştır. Zenon üzerine bildiklerimizi daha çok Eflatun ’a (Parmenides adlı yapıtına) ve Aristo ’ya (Fizik adlı yapıtına) borçluyuz [1,2]. Zenon’u günümüze taşıyan öykü hocası Parmenides’in evren, dünya, varlık, hareket ve gerçeklik konularında ileri sürdüğü görüşleri kanıtlamak için ileri sürdüğü çeşitli önermelerle başlar. Zenon’un ortaya ileri sürdüğü görüşler günümüze kadar çözülememiş ikilemleri yani paradoksları içermektedir. Şimdi bu ikilemlere geçmeden önce Parmenides’in dünya görüşünü kısaca ele alalım.

Düşünce tarihinin en önemli metafizik teorilerinden birini ortaya koymuş olan Parmenides, gerçekliğin doğasına ilişkin güçlü felsefi sezgilerle, varlığın, bir olanın, mutlak birliğini ve gerçekliğini öne sürmüştür. Kalıcı gerçekliğin mutlak birliğine, düşüncenin ilk ve temel ilkesi olan özdeşlik ilkesinden hareketle, var olan vardır; var olmayan var değildir diyerek ulaşan filozof şöyle akıl yürütür: Var olan her şeyi gerçeklik, var olan veya varlık olarak niteleyelim. Varlık varlığa nereden gelmiştir? Burada iki alternatif vardır. Varlık varlığa ya varlıktan yada yokluktan gelmiş olabilir. Parmenides’e göre ikinci alternatif doğru olamaz. Çünkü olmayan bir şeyden olan bir şey çıkamaz. Olan bir şey, yani var olan ancak var olandan ortaya çıkabilir. Yani bu anlamda birinci alternatif doğru olmalıdır. Bu durumda varlığın yaratılması söz konusu olamaz. Çünkü var olan var olandan gelmişse var olan kendisini var edenle aynı olmalıdır.

Parmenides’e göre varlık birdir, bölünemez ve süreklidir. Varlık bölünemez olduğuna göre onun bütün farklı görünüşleri bir ve aynı cinstendir. Böyle bir varlığın parçaları yoktur. Yani varlık parçaların bir araya gelmesi ile oluşmaz. Var olan şey bütün bir şeydir. Onun içerisinde boşluk yoktur. Bu varlık hareket etmez. Değişmez ve çok olamaz. Evrenin, içinde yaşadığımız dünyanın, nesneler dünyasının çeşitli görünmesi, çok parçalılık arz etmesi ve hareket ediyor ve değişim geçiriyor görünmesi bir yanılsamadır.

Parmenides içinde yaşadığı düşünce ikliminde kendi görüşlerini böyle ifade eder. Ancak kendi döneminde, düşünceleri pek kabul görmez. Bazı kaynaklar onun bu düşünceleri yüzünden, evrenin hareket halinde olduğu, her şeyin bir oluş bir değişim içinde olduğu ve varlığın yaratıldığını ileri sürenler tarafından alaya alındığını ileri sürerler.


Hocası Parmenides’in çokluk ve değişmenin bir yanılsama olduğu şeklindeki teorisinin izleyicisi olan Zenon, çokluk varsayımının yanlış olduğunu, çözülemez güçlükler içerdiğini, değişme ve hareketin imkânsız olduğunu karşıt varsayımlar yardımıyla göstererek hocasının görüşlerini kanıtlamaya çalışmıştır. Zenon karşıt görüşleri eleştirirken, saçmaya indirgeme yöntemini kullanmıştır. Zenon’un bu yöntemi bulmuş olması onun ününü ve saygınlığını artırmıştır. Diğer yandan bu yöntemi kullanarak ortaya koyduğu paradoksların açık, sağlam ve çürütülemez oluşları onun ününü daha da artırmıştır. Zenon’un bu başarılarının Yunan matematiğinin önünü açtığı söylenir.

2. Zenon'un varsayımları

Parmenides’in öğrencisi ve izleyicisi olan Zenon dolaylı kanıtlar ileri sürerek çokluk ve değişmenin gerçek olduğunu savunan karşıt görüşteki mantıksal çelişkileri ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Çokluk ve değişmenin bir yanılsama olduğunu ileri süren Parmenides’in görüşlerine inanan Zenon çokluk varsayımının çözülemez güçlükler içerdiğini, değişme ve hareketin imkânsız olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır.

Zenon çoğul var oluşun ve hareketin olanaksız olduğunu kanıtlamak için önerdiği varsayımları üç başlık altında toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi çoklukla ilgili varsayımlarıdır. Zenon, Pythagoras’çıların (Pisagoras) ve evrenin, var olanın çokluktan yani parçalardan meydana geldiğini ileri süren diğer görüşlerin doğru olduğunu bir an için kabul edelim, der. O halde; gerçekliği meydana getiren bu birimlerin ağırlıkları ve hacimleri ya vardır ya da yoktur. Eğer bu birimlerin ağırlıkları ve hacimleri var ise evrendeki her şey sonsuz büyük ve ağır olacaktır. Öte yandan eğer varlığı meydana getiren bu birimlerin ağırlıkları ve hacimleri yoksa o halde varlığa ne kadar birim eklerseniz ekleyin varlık yani dolayısıyla dünya ya da evren sonsuz küçük ve ağırlıksız kalacaktır. Zenon’a göre, evrenin ayrık parçalardan, yani birimlerden meydana geldiğini ileri süren görüşler bu ikilemi açıklamak zorundadır. Birimlerin fiziksel büyüklükleri var mıdır? Yok mudur? Zenon bu önermesi ile evrendeki her şeyin yani varlığın ayrık parçalardan, çokluktan yani birimlerden meydana geldiği şeklindeki Pisogorasçı fikrin saçma olduğunu gösterir.

1 - 2 - 3 - 4 - 5
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP