PYTHAGORAS (M.Ö. 580-497)

Pythagoras ile birlikte felsefenin artık Miletli filozoflarda olduğu gibi arkhenin bilgisi değil de bir yaşama formu halini almış olduğu görülmektedir. Bu durumda arkhe problemi yine önemini korumuş, ancak temel problemi oluş fikri belirlemiştir. Bu durumda, ilkel bir arkhe düşüncesinden daha karmaşık ve daha formel bir ilke düşüncesine adım atılmış olmaktadır.

Pythagoras arkhe olarak sayıyı kabul etmiş, her şeyin bu sayıdan çıkıp yine ona geri döneceğine inanmışlardır. Zira onlara göre sayı, eşyanın içkin sebebi ve tözüdür. Miletli filozofların maddi ilkelerine karşın Pythagoras, maddedeki maddi olmayan ve evrene egemen olan düzeni hatırlatmış, karşıtlar arasındaki birlik ve ahenge dikkati çekmiştir. O, sayıyı evrenin tözü olarak kabul ederken, her bir varlığın bir sayıya karşılık geldiğini ve bu suretle her şeyin özünün “bir” sayısına indirgenebileceğini ileri sürmüştür. Aristoteles, Pythagorasçıların matematik ilkeleri her şeyin ilkesi olarak gördüklerini, ayrıca bu evrenin sayılardan meydana geldiği düşüncesine sahip olduklarını söylemektedir. Pythagoras sayıyı ideal değil de real bir varlık olarak düşündüğü için, öne sürdüğü formel görünen arkhe de doğal olarak maddi olmaktan kurtulamamıştır.

HERAKLEITOS (M.Ö. 544-484)

Herakleitos ile birlikte felsefede oluş fikrinin ön plana çıktığını görmekteyiz. Görünürdeki karşıtlıkların aslında bir bütünü oluşturduklarını savunan Herakleitos, her şeyin Bir’den ve Bir’in de her şeyden kaynaklandığını söylemiştir. Herakleitos’a göre varlığı oluşturan ilke durmadan yanan bir ateştir. Bu ateş her şeyin kaynağı olarak nesnelerin dönüşümünü sağlamaktadır.
Ateş bütün evrene kaynaklık ederken, bu anlamda logos ile özdeş görünmektedir. Herakleitos, her şeyin logosla olup bittiği ve bu logosun bilgeliğin de temelini oluşturduğu görüşündedir. Logos onun için bir ölçüyü ifade ettiği gibi, bu ölçü de ateşin miktarını ifade etmektedir. Ateşin yanıp sönmesini ayarlayan logos, burada Tanrısal bir anlama sahip değildir. Ateş ise ezeli-ebedi bir hayata dayanak olarak daima yaşamın içinde bulunmaya devam edecektir. Yaşam, ancak akılla kavranabilir bir nitelik arz etmekte, aynı zamanda logosla eş anlamlı kullanılarak Tanrısal yasayla ahenk oluşturmaktadır. Ateşten kasıt akkor veya alev hali olmayıp sıcaklığın bizzat kendisi kastedilmektedir. Nesneler, önce ateşten kendi tözlerine dönüşümü gerçekleştirirler ve sonra da aksi bir süreçle ona geri dönerler.

Herakleitos, diğer nesnelerin onun zatından olması dolayısıyla, ruhu bir ilke olarak kabul etmektedir. O, eşyayı bir nehrin akışına benzeterek evrendeki oluşu açıklamaya çalışmıştır. Herakleitos, bir nehre iki kez girilemeyeceğini, girildiği zaman da aslında girilmemiş olacağını, çünkü her şeyin değişmesi dolayısıyla girenin biz olmadığını söylemektedir. Böylece oluş, varlığın inkarıyla sonuçlanmış olmakta ve bu oluşun değişkenliğini ateş ve ateşin değişkenliğini de logos ayarlamaktadır. Herakleitos için asıl olan da bu değişkenlik değil, varlıktaki birlik olmuştur.

KSENOPHANES (M.Ö. 570-478)

Elea okulunun kurucusu olarak gösterilen Ksenophanes, varlığın temel ilkesi gibi bir sorunla uğraşmayan bir filozof olmakla birlikte, bu konuda bazı görüşler de ileri sürmüştür. Evrenin oluşumu hakkında şiir tarzında eserler yazmış, etkisi altında kaldığı dine ve panteistik düşünceye bağlı kalarak ana ilkeler olan su, hava, toprak ve ateşi gerçek ilke olan Tanrıya bağlamıştır. Ksenophanes, fenomenlerin çeşitliliğinden yola çıkarak kozmosun tinsel birliğine ulaşmış, bunu da tıpkı panteizmde olduğu gibi Tanrıda içkinleştirmiştir.

Ksenophanes’e göre varlıklar toprak ve sudan yaratılmış olup yine ona döneceklerdir. Bütün bu şeylerin hepsi Tanrının tezahürüdür. Tanrı, kendisi değişmeksizin kalmasına rağmen, hem varlığa gelen hem de değişime uğrayan süreçleri yaratan evrensel, sonsuz, güçlü ve saltık bir ilkedir. Böylece Tanrı ve evren aynı olgusallıkta ve yine aynı aşkınlıkta buluşarak bir panteizm oluştururlar. Bunu göz önünde bulundurursak evrenin de Tanrı gibi sonsuz ve saltık olduğunu söyleyebiliriz. Aristoteles, bazen önemli bir filozof olarak addettiği Ksenophanes’i, bazen de madde ve formu anlamadığını ve yalnızca Tanrıyla evreni birleştirdiğini söyleyerek önemli bir filozof olmadığını öne sürmektedir.

PARMENIDES (M.Ö. 540-470)

Parmenides’in felsefesi ve dolayısıyla da evrenin mahiyeti hakkındaki görüşü, Herakleitos düşüncesindeki oluşun inkarından kalkar. Parmenides, var olmanın olduğu ve var olmamanın ise olmadığı düşüncesine varırken, var olmamanın olmamayı zorunlu kılacağından hareketle var olmanın zorunlu olduğunu belirtmiştir. Eğer varlıktan başka olanın varlığı yoksa, kaçınılmaz olarak varlığın çokluğu problemi ortaya çıkacaktır. Bu da bir “kendinde Bir” veya “kendinde Varlık” düşüncesini sıkıntıya sokmaktadır. Var olanın dışında hiçbir şeyi kabul etmeyen Parmenides, tanımsal bir birlikten bahsetmiş olmakla beraber, duyusal çoklukla karşılaştığında iki ilkenin varlığını kabul etmiştir. Bunlardan sıcak olanı varlığı, soğuk olanı ise yokluğu temsil etmektedir. Sıcaklık aynı zamanda kuruluğu ve netice olarak da toprağı temsil etmektedir.

Parmenides, kozmosun yaratılışını mitoslara döndürerek varlığın yaratıcısı olarak Aphrodithe’i gösterirken, ilk yaratılan şeyin de aşk yani eros olduğunu söylemiştir. Herakleitos’un, duyuların yanılsamaya düştüğü kanısını o da kabul etmekle birlikte, duyuların oluş ve bozuluşta yanılsamaya düşmeleri nedeniyle onun ardındaki değişmez varlığın gözlenmesi gerektiği düşüncesine varmıştır. Bundan dolayı Parmenides, duyulur evreni değişme nedeniyle sahte olarak nitelemiş, küre şeklinde olduğunu ileri sürdüğü ve devamlı sabit kalıp değişmeyen alemin gerçek var olan evren olduğunu belirtmiştir. Böyle bir görüşün sonucunda, var olanın bilgisinin salt akıldan çıkarılması, değişen ve hareketli olan deney dünyasının yadsınmasını gerektirmiştir. Çokluk bir aldanma, yanılsamadan başka bir şey değildir. Ona göre düşünce yoluyla var olanın birliği kavranır.

ZENON (M.Ö. 490-430)

Aristoteles’in dialektiğin kurucusu olarak gösterdiği Zenon, çokluğu ve hareketi kabul etmenin çelişkilere yol açtığını göstermeye gayret ederek, Parmenides’in varlığın birliği öğretisini desteklemeye çalışmıştır. O, sonsuzca bölünebilen bir zaman ve mekanı kabul etmenin hangi güçlükleri doğuracağını göstermek istemiştir. Olan bir şeyin hem sonsuzca büyük hem de sonsuzca küçük olması gerektiğini öne süren Zenon, ayrıca bu şeyin sayıca hem sınırlı hem de sınırsız olacağını iddia etmiş ve bunların her birinin hem kanıtlanıp hem de çürütülebileceğini göstermek suretiyle çokluk düşüncesinin çelişkilerini göstermeye çalışmış, buna karşılık olarak birliği savunmuştur. Zenon’un “kurbağa meseli”, hareketin inkarını anlatan garip bir paradoksu gündeme getirir. Filozofa göre, hareket eden şey ne bulunduğu yerde ne de bulunmadığında hareket etmektedir.

Zenon’a göre, var olan bir şeyin bir büyüklüğü olması gereklidir. Eğer varlık bir büyüklükse, cisimsel olmak zorundadır. Çünkü cisimsel olan şey, bütün boyutlarda varlığa sahiptir. Buna karşılık noktalar, eklendikleri şeylerde bir değişiklik yapmazlar. Zenon, hareket noktasıyla varış noktasını birbirinden ayıran çizginin de yine noktalardan oluştuğu görüşünden yola çıkarak, hareketin olmasının imkansızlığını ileri sürmüştür. Zira nokta yer kaplamadığı ve bu nedenle sonsuz sayıda nokta olacağı için, noktalardan oluşan en küçük bir mesafe bile sonsuzdur. Zenon, “ok meseli” ile de hareketin olmadığı tezini güçlendirmeye çalışır. Havaya atılan bir ok, her an hareket alanının bir noktasında bulunur. Mekanın belli bir noktasında bulunan bu ok, tüm hareket boyunca sükun halindedir. Varlığın çokluğu ve hareketin imkanı hakkında Zenon’un ileri sürdüğü itirazlar, bazı kavramların insanları nasıl çelişkiye düşürdüğünü göstermektedir.

EMPEDOKLES (M.Ö. 492-432)

Empedokles’i diğer tabiat filozoflarından ayıran yön, ana ilkeyi birden fazla olarak kabul etmesi ve bunun yanına bir de etkin nedeni koymasıdır. O, oluşu inkar etmekle Elealılara, hareketi kabul etmekle de İyonyalılara yaklaşmış, değişmeyen ve ezeli-ebedi bir maddeyi alemin temeline yerleştirmiştir. Dört unsur, bu maddenin ayrışmasıyla oluşmakta ve sonra birleşerek tekrar bu maddeyi meydana getirmektedir. Bu ayrışma ve birleşmeler ise, evrendeki varlıkların oluşumunu gerçekleştirmektedir. Tüm bu ayrışma ve birleşmeleri sağlayan unsurları, Empedokles, sevgi ve nefret ikilemi olarak göstermiştir. Aslında o, dört unsuru iki guruba ayırmış, sevginin yanına ateşi ve nefretin yanına diğerlerini yerleştirmiştir. Empedokles, dört unsurdan hiçbirinin birbirine dönüşmeyeceğini, hatta bunların asla birbirine karışmayacağını savunmakla, başta dile getirdiği birlik fikrinden vazgeçmiş görünmektedir. Ancak buradaki birlikten kasıt, herhangi bir şekildeki birleşme değildir. Şu halde bu birlik yalnız ruhta bulunmakta ve ruh bu ilkelerle özdeş olmaktadır. O, bir şeyi o şeyle görmekten bahsetmekte ve ruhun ilkelerden oluştuğunu ileri sürmektedir.

Empedokles, değişimin zorunlu olduğunu kabul ettiği halde, bu değişimin kendisiyle ilgili herhangi bir nedenin bulunmadığını, eşyanın doğasının böyle olduğunu söylemektedir. Bu değişime Empedokles, oluştan ayrı olarak başkalaşma demektedir. Çünkü cinslerin çokluğu benimsenmekle, başkalaşmanın oluştan ayrı olduğu vurgulanmış olmaktadır. Şimdi unsurların birleşmesinden ve ayrılmasından oluş ve bozuluş doğmakta, karışımın ayrışması ve karışmasından başkaca bir oluş olmamaktadır. Aynı kalan bir töz içinde büyüme ve küçülme denilen bir değişim algılandığı gibi, başkalaşma da algılanmış olacaktır. Ancak Empedokles, bu büyümeyi, eklemeden başka bir şey olarak anlamamıştır. Böylece her şey kendi cinsiyle büyüyüp çoğalmakta ve hareket etmektedir.

ANAKSAGORAS (M.Ö. 500-428)

Anaksagoras, Empedokles’in iki ana ilkesini tek bir ilkeye indirgemiş ve bunu da çoğulcu bir yapıya bağlamıştır. Her şeyin bir arada bulunduğu fikrini kabul eden filozof, bunların sonsuz sayıdaki tohumlardan ibaret olduğunu ve hiçbiri birbirine benzemeyen nesnelerin burada var olduklarını söylemektedir. Başka bir şekilde söylersek, yeryüzündeki varlıklar kadar tohum yani spermata vardır.

Anaksagoras’a göre, her şeyde her şeyden bir parça bulunur, ancak nous bundan müstesnadır. Çünkü nous yahut akıl, yalnızca bir ruha sahip varlıklara özgüdür ve bu nous, saf ve temiz olduğundan her şeyin bilgisine sahiptir. Hiçbir nesne sonradan meydana gelmediği gibi, asla yok da olmayacaktır. Meydana gelmeye ancak birleşip karışma, yok olmaya ise ayrışma denmesi daha uygundur. Bu durum, ezeli olup ebedi olarak devam eder. Bu görüş, daha önce gördüğümüz gibi, Empedokles’ten alınmış düşüncelerden biridir. Anaksagoras’ın doğanın düzeninde bir akıl unsuru olduğunu söylemesi, fail bir nedeni kabul etmesi anlamına gelir. Ancak Aristoteles’e göre Anaksagoras’ın öne sürdüğü akıl, tabiata yalnızca mekanik ve maddi neden olarak etkide bulunur. Herhangi bir şeyin nedenini açıklarken güçlük çektiğinde akla başvuran filozof, diğer durumlarda akıldan başka şeylere izafe etmektedir.

Anaksagoras etkin neden olarak aklı yani nousu gösterirken, Empedokles’in sevgi ve nefret ikileminin mistik yanlarını bir kenara bırakmış, onların ancak bir güç tarafından yönlendirildiğini düşünmüştür. Bu güç ise maddi nesnelerden farklı olan ve ruh olarak da telakki edilen noustan başkası değildir. Hiçbir nesneyle karışmayan bu akıl, aynı zamanda diğer nesneleri de harekete geçiren ve birleşmeyi sağlayan güç olarak karşımıza çıkar. Ezelde hareketsiz bulunan kaos (karışım), bu nous yani Tanrı tarafından hareket ettirilip kozmosun ortaya çıkışı sağlanmıştır. Anaksagoras, böylece nous sayesinde kozmosun bir karışımdan (khaos) meydana geldiğini anlatmaya çalışmış, sonsuz nesne fikrini kabul edip kemik, et, ilik vb. şeylerin türdeş olduklarını kabul etmiştir. Tüm bunlar birbirinden farklı şeyler olup nous tarafından birleştirilirler.
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP