Adorno ve Tanrının Adı - 4

Tekil kavram hiçbir zaman yeterli değildir. Ancak kavram kümeleri tikeli açımlamaya başlayabilir. Felsefe, Ad'a –tümel ile tikel arasında gelecekteki o uzlaşmaya– doğru, o uzlaşmanın henüz gerçekleştiğini yadsıyarak, sözcük ile şeyin, tümel ile tikelin örtüştüğü şeklindeki ideolojik iddiayı yalanlayarak yaklaşır. Demek ki, felsefe, Ad'ı söylemeyi reddetmede, Yahudilikle koşutluk içindedir.

Yasağı yalnızca bir ret sorunu olarak görürsek, felsefe ile Yahudilik arasındaki analojinin, pathosla yüklü olsa da, yanlış olduğunu öne sürebiliriz. Yahudiler Ad'dan kutsallığını ihlal etmek istemedikleri için söz etmezler; felsefe ise addan henüz yeterli olmadığı için, henüz Ad olmadığı için söz etmez. Bu itiraz, Ad'ın söylenmesi yasağının yalnızca Tetragrammaton [Tetragrammaton: Yunanca tetra (“dört”) ve gramma (“harf”) sözcüklerinden oluşan bu söz, Tanrı'nın yüksek sesle söylenemeyecek kadar kutsal sayılan Eski İbranice adındaki dört sessiz harfi (YHVH) gösterir. – ç.n.] için geçerli olduğu kabul edilirse anlamlı olur. Ama Tanrı'nın sahip olduğu tek ad değildir bu; Adorno'nun Yahudilik bilgisi konusunda ana kaynağını oluşturduğunu söylediği 18 Scholem, değişik vesilelerle bu noktaya değinmiştir. Scholem, Tora'nın kendisinin yalnızca Tanrı'nın adlarından oluşmakla kalmayıp, bizzat Tanrı'nın yoruma yolu açan, ama asla yorumla kavranamayacak olan, dile getirilemez ve telaffuz edilemez adı olduğu şeklindeki Kabalacı görüşten epey yararlanmıştır.19

Öyleyse, insandan Ad'ı telaffuz etmemesi beklenir, zaten edemez de. İnsan yalnızca yaklaşabilir ona. David Biale, bu Ad ve vahiy görüşünün Hermann Cohen'e uzandığını ortaya koymuştur; Cohen'in Yeni-Kantçı epistemolojisinin Adorno'nun kavuşmaz bilgi anlayışında da bir yankısı var gibi görünmektedir.20

Bu yüzden, benim savım şudur: Adorno, insan gereksinmesine dayalı, hakiki bir ontolojiye doğru ısrarla giden ve onu gerçekleştiremeyen bir felsefenin görevini betimlemek için, özellikle teolojik ve özellikle Tanrı'nın Adı'yla ilgili Alman-Yahudi öğretisini devreye sokar. Bu ontolojiyi gerçekleştirmenin olanaksızlığının kökeni tarihseldir ve mutlak bir yasaktan kaynaklanmaz. Ama, Adorno'ya göre, kendi üzerine düşünen düşüncenin, eğer dolayımsızlığa dayalı sahte bir ontolojinin ideolojik yaltaklanmalarına kapılmayacaksa, yasağı bilinçli hale getirmesi, onu tematikleştirmesi gerekecektir. Epistemoloji dolayımı, ya tanrılaştıran ya da ortadan kaldıran katı bir özne-nesne ayrımına başvurmak anlamına geliyorsa; kendi üzerine düşünen düşünce, ontolojiden tamamıyla çekilip epistemolojinin buyruğuna giremeyecektir.

Nicel, tümelleştirici aklın hükmettiği şimdiki düzende, hakiki ontolojiye doğru felsefenin yapacağı küçük hamleler estetik gibi görünecek ve metafiziğe, bir başka deyişle mutlak olanın bilgisine bağlı olacaktır. Nüansa ilişkin, tikelin tümelden ayrıldığı, kendi mutlaklığının belirdiği yere ilişkin mikrolojik irdeleme, yalnızca bir şifre şeklinde bile olsa, Kant'ın düşünsel yargı yetisi adını verdiği şeyi gerektirir.

21 Bu yeti, tikelden tümele akıl yürütür. Bu süreçte, bir “-miş gibi” oyunu oynar, çünkü tikeli belirli bir tümelin altında içeriliyormuş gibi görür, bu arada da tikelin bir biçimde düşünülür olması için bunun gerekli bir kurmaca olduğunu bilir; çünkü tekil (sanat yapıtı) bir yasanın çerçevesi içine sokulamaz, çünkü kendi yasasını kendine o verir. Bir biçimi olduğu için, düşünülür olması gerekiyormuş gibi görünür. Ama bir özgürlük şifresi olan bu biçim, sonunda düşünülürlükten kaçar gibidir. Ve bu yüzden, buradaki metafizik tanımı bütünüyle düşünsel yargıdan kaynaklanan Adorno şunları söyler:

Metafizik, kendi kavramına göre, varlıklar hakkındaki bir tümdengelimli yargılar bağlamı olarak olanaklı değildir. Korkuyla düşünceyi küçümseyen mutlak bir Ötekilik modeli temelinde de düşünülemez metafizik... En küçük dünya-içi özellikler Mutlak açısından önemli olacaktır, çünkü mikrolojik bakış, kuşatıcı üst-kategori kavramınca ölçüldüğünde umarsızca yalıtılmış görünen kabukları kırıp onun kimliğini, yalnızca bir örnek olduğu vehmini yıkar.22

Mutlak olanı düşünmek, mutlak olana yaklaşmak, tümdengelimi gerektirmez, çünkü tikelden yola çıkarak akıl yürütme tanımı gereği tümevarımlıdır. Mutlak düşüncesi de, akıldan herhangi bir dolayımsız tamalgıya kaçamaz. Daha çok, üst-kategori kavramınca bütünüyle içerilemeyeceğini, yabancı bir yasaya bütünüyle tabi olmadığını gösteren “dünya-içi en küçük özellikler”i, mutlak farklılığın en küçük izlerini ayırt etmeyi öğrenmek zorundadır.

Adorno'ya göre, modern düşünce, eğer eleştirel, özgürleştirici bir amaca sahip olacaksa, metafizikle güç birliğine gitmeli ve ilahiyatın mecazlarını kendi yörüngesine çekmelidir, yalnızca bir süs olarak değil, aklın henüz gerçekleşmemiş vaatleri olarak. Adorno'nun “bir yana atılıp, kuramsal olarak içselleştirilmemiş olan, çoğunlukla hakikat içeriğini ancak daha sonra açığa vuracaktır”23 şeklindeki güzel Hegelci savı, düşünürün Ad'ı yeniden gündeme getirmesinde kanıtını bulur. Bu mantığa göre eleştirel felsefenin artık estetikten yararlanmak zorunda olduğunu, çünkü ontolojik gereksinmenin gerçekleşmemiş hakikatine en çok onun yaklaştığını göstermiş oluyorum. Brecht ve Sartre üzerine bir yazısında Adorno şunu belirtiyordu: “politik sanat yapıtlarının zamanı değil şimdi; daha çok, politika özerk sanat yapıtına göç etmiş durumda.”24 Kâr ile değişime [exchange] adanmış, güdülü bir dünyada, sanat ve estetik algılama, bir zamanlar ontolojiyle politikanın kapladığı sağlam direnç zeminine yaklaşılabilecek yegâne yerler olacaktır. Daha basit bir dille söylemek gerekirse: Politika sanata kaçmışsa, bunun nedeni ontolojinin –hezimete uğratılmış, hırpalanmış ve çarpıtılmış olarak– estetiğe kaçmış olmasıdır.

Adorno'nun psikanalizde abartılar dışında hiçbir şeyin gerçek olmadığı şeklindeki nüktesi, anlamın analitik süreçte belirme tarzına ilişkin keskin bir kavrayış sergilemenin yanı sıra, son derece doğru bir öz betimlemedir.

25 Adorno çoğu zaman en aşırıya gittiğinde en derin gözlemlerine ulaşır. Ve bu yüzden, bu yazının kalan kısa bölümünde, Adorno'nun inançsız bir teoloji üzerindeki, yok oluşu ânında metafizik üzerindeki tuhaf ısrarına dönmek istiyorum. Adorno'nun tarihsel paradoksları –ancak eleştirel felsefeden sürüldüğünde, teolojinin sindirilmemiş hakikatlerinin üstünlüğünün belli olacağı– beni ilgilendirmekle ve düşünürün yer yer karmaşık hakikat kuramı daha ayrıntılı açımlamayı gerektirmekle birlikte; teoloji ve metafizik iyiden iyiye kurtuluşun tutucu düşmanları olarak görülürken, onun bunlara geri dönmesiyle yazımı bitirmek istiyorum.

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Adorno ve Tanrının Adı - 5

Adorno'nun Yahudi teolojisindeki ve spekülatif metafizikteki sindirilmemiş, bu yüzden de özgürleştirici anlamsal gizilgücü gerçekleştirme girişimi, her yönüyle kavranmamış entelektüel bir geçmişe ilişkin batıl itikatlı bir korkuya ve eski fikirlerin ikame edilmesine yönelik fetişleştirici bir güvene karşı ilginç bir uyarı niteliği taşır. “Metafizik,” düpedüz kurtuluşun düşmanı olmadığı gibi, tarihsel ilerlemeye körü körüne inanma da kurtuluşun güvencesi değildir. İlerleme adına “metafizik”i yasaklamak, salt var olana yönelik mitolojik bir tapınmaya gerileme olabilir. Adorno'nun sözleriyle söylemek gerekirse: “İlerleme, sonul bir kategori değildir. O, kökten kötünün utkusunu bozmak ister, kendi içinde utku kazanmak değil.”26

İşin püf noktası şu olabilir pekâlâ: Eski uğrak yerlerinde pusuya yatan metafizik, özerklik için bir tehlike oluşturabilir, ama metafiziğin tümden yasaklanması her zaman mitleşmenin eşiğinde olur. Tanrı'nın adı güçlü bir fikirdir, küçük hoş bir eğretilemeye indirgenip laikleştirildiğinde değil, ona ilişkin eleştiriye bakılırsa mantıken ait olduğu yere yeniden yerleştirildiğinde. Adorno, anlam karışıklığının ve kurtulunması olanaksız dolayımın hükmettiği bir çağda, Tanrı'nın adının bir ontoloji, Mutlak'a ilişkin metafizik bir deneyim modeli ve göstergesi olduğunu ortaya koyar. Elbette, Adorno'nun düşüncesindeki abartılarda tartışılması gereken pek çok yön vardır: tekelci sermaye kuramlarına artık modası geçmiş bağlılığı, rasyonelleştirme sürecine ilişkin genellikle tek yönlü değerlendirmesi ve dil kuramı. Gene de, deneyimin en küçük parçasını bile Kant sonrası bir felsefenin şaşmaz disiplinine feda etmemedeki kararlılığını, direncini hayranlıkla karşılıyorum. Habermas'ın felsefenin sınırları hakkındaki kuşkularını anlamakla birlikte, Habermas'ın felsefe pratiğine düşünce pratiği olarak değil, bir disiplin olarak yaklaştığını anımsamazlık edemiyorum. Durum bu olduğundan, Adorno düşüncemizin ilahiyatın ve metafiziğin hakikatlerinden pekâlâ yararlanabileceğini gösteriyor, onların ne kadar yanlış olduklarını, bir başka deyişle nasıl yanlış olduklarını görebildiğimiz sürece.27


Notlar :

1- Theodor W. Adorno, “Sacred Fragment: Schoenberg's Moses und Aron,” Quasi Una Fantasia, İng. çev. Rodney Livingstone (Londra: Verso, 1992), s. 226.

2- Theodor W. Adorno, Kierkegaard: Construction of the Aesthetic, İng. çev. Robert Hullot-Kentor (Minneapolis: Univ. of Minnesota Press, 1989), s. xi.

3- Theodor W. Adorno, Negative Dialectics, İng. çev. E.B. Ashton (NY: Continuum, 1973) 401-2.

4- Max Horkheimer ve Theodor Adorno, Dialectic of Enlightenment, İng. çev. John Cumming (NY: Continuum, 1986), s. 23. [Türkçe çeviri: Max Horkheimer ve Theodor Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği, 2 cilt, çev. Oğuz Özügül (İstanbul: Kabalcı, 1995-96)]

5- Quasi Una Fantasia, s. 2-3.

6- Quasi Una Fantasia, s. 4.

7- Walter Benjamin, The Origin of German Tragic Drama, İng. çev. John Osborne (London: New Left Books, 1977), s. 36; ayrıca bkz. Benjamin'in Martin Buber'e ünlü mektubu: The Letters of Walter Benjamin, yay. haz. Gershom Scholem ve Theodor W. Adorno, İng. çev. Manfred R. Jacobson ve Evelyn M. Jacobson (Chicago: Univ. of Chicago Press, 1994),
s. 79-81.

8- Benjamin, s. 29-30.

9- Benjamin, s. 37.

10- Franz Rosenzweig, The Star of Redemption, İng. çev. William W. Hallo (Londra: Routledge and Kegan Paul, 1970), s. 188-9.

11- Nahum Glatzer, yay. haz., Franz Rosenzweig (NY: Schocken, 1960), p. 281.

12- Negative Dialectics, s. 61.

13- İşte Marx'ın söyledikleri: “Farklı emek türlerinin, onları ölçme birimi olarak, vasıfsız emeğe indirgenmesindeki farklı oranlar, üreticilerin gerisinde devam edip giden bir toplumsal süreç tarafından belirlenir; dolayısıyla, üreticilere bu oranlar sanki gelenekten devralınmış gibi görünür” [Türkçe çeviri: Karl Marx, Kapital, çev. Alaattin Bilgi (İstanbul: Sol Yayınları, 1986), I: s. 59]

14- Bu alıntıyı Adorno'dan bir alıntıyla tamamlamak gerekir: “Değişim ilkesini özdeşleştirici düşünceye özgü ilke olarak eleştirdiğimizde, özgür ve adil değişim idealini gerçekleştirmek istiyoruz. Şimdiye kadar, bu ideal yalnızca bir mazeret olmuştur. Ancak ve ancak onun gerçekleştirilmesi, değişimi aşacaktır. Eleştirel Kuram onun ne olduğunu –eşit, gene de eşit olmayan şeylerin değişimi olduğunu– ortaya koyduktan sonra, eşitlik içindeki eşitsizlik eleştirimiz de eşitliği amaçlar...” (Negative Dialectics, s. 147).

15- Negative Dialectics, s. 65.

16- Negative Dialectics, s. 91-3.

17- Negative Dialectics, s. 151.

18- Negative Dialectics, s. 53.

19- Theodor W. Adorno, “Gruss an Gershom G. Scholem,” Gesammelte Schriften, yay. haz. Rolf Tiedemann (Frankfurt: Suhrkamp, 1986), 20 cilt, XX: I, s. 482-3.

20- Bkz. (yazılma tarihlerine göre sırasıyla) “Revelation and Tradition as Religious Categories,” The Messianic Idea in Judaism (NY: Schocken, 1971), s. 292-4; “The Meaning of the Torah in Jewish Mysticism,” On the Kabbalah and Its Symbolism (NY: Schocken, 1965), s. 39-43; “The Name of God and the Linguistic Theory of the Kabbalah,” Diogenes 79-80 (1972-3), s. 77-80, 173-4, 180-3, 194.

21- David Biale, Gershom Scholem: Kabbalah and Counter-History (Cambridge: Harvard Univ. Press, 1979), s. 79-80, 96-7, 110-11.

22- Krş. Negative Dialectics, s. 44-5.

23- Negative Dialectics, s. 407-8.

24- Negative Dialectics, s. 144.

25- Theodor W. Adorno, “Commitment,” Notes to Literature, İng. çev. Shierry Weber Nicholsen (NY: Columbia Univ. Press, 1991-2), 2 cilt, II: s. 92-3.

26- Theodor W. Adorno, Minima Moralia, [Türkçe çeviri: Theodor W. Adorno, Minima Moralia: Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, çev. Orhan Koçak ve Ahmet Doğukan (İstanbul: Metis, 1998)]

27- Theodor W. Adorno, “Progress,” Benjamin: Philosophy, Aesthetics, History, yay. haz. Gray Smith (Chicago: Chicago Univ. Press, 1989), s. 101.

Yazıyı dikkatle okuyup önemli önerilerde bulunan Sharon Squassoni ve Nancy Weiss Hanrahan'a teşekkür ederim. Bir de son bir dokunaklı not: Babam bu yazıyı yazmadan bir yıl önce, 6 Ekim 1994'te vefat etti. Kusursuz bir Alman Yahudisi olduğundan, naaşı yakıldı ve külleri evinin arkasındaki tepenin yamacına serpildi. Bu yüzden, onu anacağımız bir mezar taşı yok. Bu yazı, bu haliyle, ona adanmıştır: Thomas David Kaufmann, 1922-1994, Süleyman'ın Özdeyişleri I:6. [Özgün metinde verilmeyen özdeyiş şöyledir: “Özdeyişlerle benzetmeleri, Bilgelerin sözleriyle bilmecelerini anlamak için, Bilge kişi dinlesin ve kavrayışını artırsın, Akıllı kişi yaşam hüneri kazansın” — ç.n.]


KAYNAK: Cogito - Sayı: 36 Yaz 2003 - David Kaufmann

1 - 2 - 3 - 4 - 5

Acı

(yun. lype; lat. dolor; fr.douleur; alm. Schmerz; ing. pairi). Eğilimlerin, gereksinimlerin, isteklerin karşılanamayışından gelen sıkıntı duygusu. Doğrudan doğruya bedensel kaynaklı (baş ağrısı) olabildiği gibi yalnızca ruhsal da olabilen acı en belirgin duygu tiplerindendir ve kaynağını yoksunluklardan alır. Bedensel etkenlerden de gelse (baş ağrısı), doğrudan doğruya bedensel etkenlere dayanmasada ruhsallıkta oldukça baskındır, her şeyden önce bilincin saydamlığını bozar, etkinliğini azaltır, dikkati büyük ölçüde dağıtır, giderek bireyi bunaltıya ve boğuntuya dü­şürür, böylece çevreye uyumsuz kılar, hatta onun çevreye iyiden iyiye yabancılaşması sonucunu getirir.

Bazıları, örneğin Schopenhauer, acıyı insan dünyasını geliştirici bir etken saymışlar ve onu dünyayı kavramakta başlıca önder, tek yol gösterici olarak almışlardır. Onlara göre hazlar gerçekliğin görünümlerini bozarlar ve bizi düşsel bir dünyaya götürerek gerçeklikten iyice uzaklaştırırlar. Buna göre acının ahlaki bir değeri olduğu gibi belli bir bilgi değeri de vardır.

Hıristiyan filozofları hazzı mahkum ederken acının arındırıcı niteliği üzerinde durmuşlardır. Acı bazı ruhsal bozukluklarda, özellikle melankolide belirleyici bir rol oynar. “Ruhsal acı melankolinin temel öğesidir. Melankolide acıyı ortaya çıkarmak zordur, çünkü acı olağan görünümlü bir davranışın arkasına gizlenir, ancak hastanın intiharıyla ortaya çı­kar” (R Léonardon).

A. Malraux: “Kimseye yardımcı olmayan her acı saçmadır.”

Maine de Biran: “Ruhumuz hazdan çok acıyı kaldıracak genişliktedir.”

J.-B. Gresset: “Acı bir yüzyıl sürer, ölüm bir an.”

Lamartine: “Şu dünyada acı acı­ ya eklenir, -Gün günü izler, sıkıntı sıkıntıyı.”

Hippokrates: “Aynı andaki iki acıdan güçlü olanı öbürü­nü gölgeler.”

Publilius Syrus: “Ruhun acısı bedenin acısından ağırdır.”

S hakespeare: “Acı tükenmiş görünse de ölmüş değildir.” “İnsan acısına gururu öğretmeli.”

Voltaire: “Acı hemen hemen ölüm kadar gereklidir.”

A.de Musset: “Hiçbir şey büyük bir acı kadar büyük kılmaz bizi.”

Marivaux: “Dünyada pekçok insan bu yapıdadır, onlar dostlarını sevinçten çok acıda çok severler. İyi olduğunuzda sizi kutlamaları gönül okşamak içindir, kötü olduğunuzda sizi avutmaktan zevk duyarlar.”

G.S. de Meilhan: “Üç çeşit insan az konuşur; bilginler, çok mutlular, çok mutsuzlar; buna göre bilgi, acı ve mutluluk sessizdir diyebiliriz.”

Baudelaire: “Ey acı ey acı, zaman ya­şamı yiyor.”

Descartes: “Acılı olduğumda ya da tehlikeyle karşı karşıya olduğumda ya da önemli işlerle uğraşıyor olduğumda derin derin uyuduğumu ve büyük bir açlıkla yemek yediğimi görüyorum. Buna karşılık sevinçliysem yemiyorum ve uyumuyorum .”

Açıklama

[Alm. Erklörung ] [Fr., İng. explicotion j [Lat. explicotio ] [es. t.izah ] :

1 - Bir olguyu, bir durumu çözümledikten sonra , öğeleri arasındaki bağlantıları açığa çıkarma yoluyla aydınlatma.

2- Bir şeyin yalnızca ne olduğunu değil, nedenini de ortaya koyma; iki şey arasındaki nedensel bağlantıyı gösterme.

3- Gözlemlenen bir olayı bir yasaya geri götürme. (Ör. Gökkuşağının, ışığın kırılması ve yansıması yasalarına göre açıklanması.)

Bu tanımlamayı şu şekildede destekleyebiliriz:

1) İnsan bilgisinin, özellikle de bilimsel araştırmanın önemli bir işlevi (ve bilimsel araştırmada bu işlevin gerçekleş­tiği evre). Açıklama, incelenen nesnenin özü'nü ortaya koyma amacını taşır. Bir araştırmacı, incelediği nesnenin belli bir yasa’ya ya da yasalara uyduğunu gösterme yoluyla Açıklama'da bulunur. Açıklama, betimleme’ye yakından bağıntılıdır, genellikle betimlemeye dayanır ve bilimsel öngörü'nün temelini oluşturur.

2) Açma; sonunda belli bir bütünün bileşkenlerinin birbirinden bağımsızlaştığı, ayrıştırılabilir duruma geldiği bir süreç. Açıklama terimi, bu anlamda, idealist felsefede yaygın kullanı­lır. Örneğin, Yeni-Platonculuk, dünyayı ve şeyleri, ta başından bu şeylerin içinde varolunan Tanrının «kendini-açma»sı, açık etmesi olarak görür. Hegel’e göre, gerçeklik, bir kavramın kendi tanımlarının tüm çeşitliliği içinde kendini açmasıdır.

3) İyi—bilinen, ama kesin olmayan bir önkavramın ya da düşüncenin yerine kesin bilimsel bir kavramı koyarken kullanılan mantıksal-matematiksel yöntem. Açıklama, buanlamda, mantıkça semantik'te yaygın kullanılır.

Acosta (da Costa), Uriel

Acosta (da Costa), Uriel (1585/1590-1640) Hollandalı filozof, akılcı; Coimbra Üniversitesi'nde eğitim gördü. 1614’te Hollanda'ya kaçarak, Yahudilik adına Hı­ristiyanlıktan vazgeçti; daha sonra, Yahudi dinsel dogmatizmine karşı çıkarak, Farisileri (hahamları) Musa inancını çarpıtmakla suçladı. 1623'te Sobre a mortalidade da alma do homen adlı, ruhun ölümsüzlüğü­nü ve ölümden sonra yaşamı yadsıyan bir kitapçık yazdı. Görüşleri yüzünden Sinagog’dan iki kez (1623 ve 1633) afaroz edildi. Hahamlarca ve Hollandalı otorrtelerce gördüğü eziyet üzerine, kendi canına kıydı. Exemplar humanae vitae'si (İnsan Yaşamından Örnekler), insanda doğuştan varolduğu öne sürülen doğa yasası düşüncesini içerir; bu yasa, insanları karşılıklı sevgi yoluyla birleştirir, iyi ile kötü'yü birbirinden ayırmayı sağlar. Acosta'nın düşüncelerinin Spinoza üstünde etkisi olmuştur.

Abelard (Aballard), Pierre

Abelard (Aballard), Pierre, (1079-1142) Fransız filozof ve teolog; ortaçağ felsefesine özgü, maddecilik ile idealizm arasındaki mücadeleyi dile getiren tümeller'in doğası üstüne tartışmada, maddeciliğe yakın düşen kavramcılık düşüncelerini destekledi. İskolastik gerçekçiliğe karşı da tartışma açtı. Dinsel inanın aklın ilkeleriyle sınırlanmasını isteyen ve kilise otoritelerinin sözlerindeki çelişkileri açığa seren Sic et Non (Hem Evet, Hem Hayır) adlı kitabı, ilerici bir ö­nem taşıyordu. Abélard’ın görüşleri, Katolik Kilisesi’nce dinden sapmışlıkla mahkum edilmiştir.

Ahlak

AHLAK (yun. ethos', lat. ethos\ fr. morale; alm. Moral', ing. moral). Bir dönemde benimsenen davranış kurallarının bütünü. Bu kuralları inceleyen bilgi alanı. Eylemlerimiz için genel kurallar belirleyen bilgi alanı. Ahlak, davranışlarımıza toplumsal bir geçerlilik kazandırmak istediğimiz yerde baş­lar. Böylece ahlak alanı mutlak olarak, evrensel olarak geçerli olması gereken kurallardan oluşmuştur.

Ahlak felsefenin bir dalıdır. Felsefenin ahlaka ağırlık verdiği dönemler toplumsal bunalım dönemleridir. İlk filozoflar diye bilinen Yedi Bilgeler Yunanistan’ın çok sorunlu bir döneminin ahlakçıları oldular. Daha sonra Sokrates gibi kimi filozoflar felsefelerinde ahlaka birinci yeri verdiler. Descartes gibi kimi filozoflar da ahlakla çok az ilgilendiler. Kuralkoyucu bir bilgi alanı olarak ahlak bağlayıcı yanıyla her zaman bireysel seçimlere engel çıkarmış ve böylece kişisel düzeyde çeşitli tepkiler uyandırmıştır. Diderot bu tepkiyi “Ahlak da erdem de başeğenler için gereklidir” sözleriyle ortaya koyar. Rimbaud “Ahlak beynin zayıflığıdır” der.

Ahlakı uygulamalı ve kuramsal diye ayırmak kuramsal ahlakı başka bir ad altında toplamak yaygın bir eğilimdir. Buna göre ahlakın yanında bir de ahlakbilgisi (fr. éthique', alm. Ethik\ ing. ethics) olacaktır. Ancak her alanda olduğu gibi bu alanda da kuramı başlıbaşına bir bilgi alanı oluşturacak biçimde uygulamadan ayrı tutmak pek de sağlıklı bir tutum değildir. Kuramda da uygulamada da başlıca sorun hangi davranışlarımızın iyi hangi davranışlarımızın kötü olduğu, buna göre iyinin ve kötünün ne olduğu sorunudur. Demek ki ahlakta bü­tün bilgilerimiz bir iyi-kötü karşıtlığı üzerine temellenmektedir. Bu karşıtlık birey-toplum ikilemi içinde çeşitlilenir ve değişik anlamlar kazanır. Birey her zaman yükümlenen durumundadır, yükümlenenin ahlakı (kişi ahlakı) çok zaman yükümleyenin ahlakına (toplum ahlakı) engel çıkarır. Bu karşıtlığı ahlakçılar bir denge düzeninde uzlaş­tırmaya çalışırlar. Bu karşıtlık içinde toplumsal ahlakın biçimsel ahlak olduğunu ve gerçek ahlakla ilgisi bulunmadığını savunanlar vardır. Bergson bireyi yükümleyen toplum ahlakını kapalı ahlak diye adlandırır, seçkin kişinin ahlakını da açık ahlak diye belirler. Açık ahlak bir öngörülükişi ahlakı olduğu gibi bir bakıma bir kahramanlık ahlakıdır.

Göreneklerde, fikirlerde, kurumlarda yerleşik olan ve kitlenin değerlerini karşılayan kapalı ahlak durallığıyla belirginken açık ahlak etkin ahlaktır. Birey-toplum karşıtlığı içinde ahlak bir takım altbölümlere ayrılırken (aile ahlakı, yurttaşlık ahlakı, meslek ahlakı), toplumsal ayrışmalara göre de özellikler gösterir (yahudi ahlakı, burjuva ahlakı, faşist ahlaki). Bütün bölümlemeler, ahlakın temel iki eğilimi karşısında daha az belirleyici kalır. Bu iki eğilim, bir bakıma karşıt eğilimler olarak, değişik bakış açılarına bağlıdır.

Buna göre insan davranışları iki ayrı açıdan, insanı erince götürecek yollar açısından (mutluluk ahlaki), insanı başka insanlar karşısında yükümlü kılan zorunluluklar açısından (ödev ahlakı) ele alınır. Birey ve toplum mutlulukla ödev arasına kesin sınırlar koyamayacağından bu ahlakları birbirinden bağımsız düşünmek yanlış olur.

Ahlak tanımına şu dört başlıkla da katkıda bulunabiliriz:

1- a. Belli bir dönemde belli insan topluluklarınca benimsenmiş olan, bireylerin birbirleriyle iliş­kilerini düzenleyen törel davranış kurallarının, yasalarının, ilkelerinin toplamı. b. Çeşitli toplumlarda ve çağlarda kapsamı ve içeriği değişen ah­laksal değerler alanı.

2- Bir kişi ya da bir insan öbeğince benimsenen ey­leme kurallarının toplamı.

3-Ahlaksal olan şeylerle bağlantısı olan bir gö­rüşler dizgesi (tek kişinin, bir ulusun, bir toplumun, bir çağın).

4- Fel­sefenin bir dalı olarak : a. Ahlak üzerine kavramsal öğretiler. b. İnsanların kişisel ve toplumsal yaşamdaki ahlaksal eylemlerine ilişkin sorunları inceleyen felsef öğretileri.

Yine başka bir açıdan tanımı elealmak istersek "Ahlakı":

Toplumsal bir bilinç biçimi, toplumsal yaşamın tüm alanlarında insanların hal ve gidişini düzene koyan bir toplumsal kurum. Ahlak, kitlesel etkinliği düzene koymanın öbür biçimlerinden (yasalardan, hükümet kararnamelerinden, halk geleneklerinden, vb.) bu etkinliğin gereklerinin yerine getirişi ve bunları uygulayış biçimiyle ayrılır. Ahlak, toplumun ya da sınıfların toplumsal gereksinim ve çıkarlarını, alış­kanlık, görenek ve kamuoyunun gücünden destek alan, kendiliğinden biçimlenmiş ve genel kabul görmüş yasaklama ve değerlendirmeler halinde dile getirir. Bu nedenle, ahlaki gerekler, herkese eşit seslenen, ama tek bir kişinin elinden çıkmayan, kişisel-olmayan bir yükümlülük biçimini alır. Ahlaki gerekler, hemen gelip geçici değildir. Bunlar, kurulu düzenin gü­cünden aldıkları destekle, insanın yaşam ve davranış tarzı üstündeki anlayışta kendilerini ideolojik yönden doğrulayışlarıyla, ortak görenek ve geleneklerden ayrılırlar.

Ahlak, hukuktan da iki bakımdan ayrılır:

Birincisi, bireyin ahlaki gereklere uyması herkesin gözetimi altındadır, bireyin ahlaki otoritesi gücünü resmilikten almaz; İkincisi, ahlaki gereklerin gözetimi, yalnızca (kamu onayı, yapılan işlerin onanması ya da mahkûm edilmesi vb.) manevi etki biçiminde, yaptırım gücü taşır. Böyle bir şey, bilincin Ahlak'ta öbür toplumsal denetim biçimlerinden daha çok rol oynamasına yol açar; burada bilinç, hem kavramsal ve yargılar halinde akılcı biçimde, hem de itilim ve eğilimler halinde coşkusal biçimde dile gelir.

Bireysel bilincin Ahlak içindeki rolü, toplumsal bilincin rolünden aşağı kalmaz. Birey, toplumun ürettiği ahlak anlayışlarına dayanarak, bunları eğitim süreci içinde kendinde özümleyerek, kendi davranışını kendi başına düzene koyacağı gibi, çevresinde olup biten bütün gelişmelerin ahlaki önemi üstüne tek başına kendi yargısını da verir. Böylece, birey, Ahlak alanında, yalnızca toplumsal denetimin nesnesi olarak hareket etmekle kalmaz, ama aynı zamanda, toplumsal denetimin bilinçli öznesi olarak, yani etik bir kişilik olarak da hareket eder.

Karmaşık bir toplumsal oluşum olarak Ahlak, şu öğeleri içine alır: Kendi içeriği ve güdülenimi içinde ahlaki etkinlik (hangi eylemlerin toplumda kabul gördüğü, hangi davranış normlarını benimsendiği, hangi töre'lerin yaygın olduğu); bu etkinliği düzene koyan ve insan karşısındaki çeşitli ödev ve yü­kümlülükler biçiminde kendini gösteren ahlaki ilişkiler (bak. Ahlak Normları; Ödev; Sorumluluk; Vicdan); bu ilişkileri (normlar, ilkeler, toplumsal ve ahlaki ideal’ler, iyi ve kötü, adalet ve adaletsizlik kavramları, vb.) bunlara yakın kavramlar halinde yansıtan ahlaki bilinç. Bütün bu ahlaki bilinç biçimleri, ahlaki eylemleri şu ya da bu biçimde önceden belirleyen, güdülendiren ve değerlendiren, mantıki düzen taşıyan bir sistem içinde biraraya gelir. Toplumsal yaşamın değişik alanlarına özel Ahlak kuralları karşılık verir (çalışma Ahlak’ı, mesleki etik, gündelik Ahlak, aile Ahlak'ı); bunlar, ortak bir doğrulanım altında birleşen, birbirinden görece bağımsız Ahlak alanlarıdırlar.

Ahlak, toplumun oluşmasının en erken evrelerinde kendini göstermiş ve toplumsalekonomik ilişkilerin etkisi altında, insanlı­ğın maddi ve manevi kültürünün ilerlemesi doğrultusunda, uzun bir gelişimden geç­miştir. Ahlak, genel insani öğelerden baş­ka, tarihsel olarak geçici ve sınıfsal norm, ilke ve idealler de taşır. Sınıflara bölünmüş bir toplumda Ahlak da, sınıf mücadelesini yansıtacak biçimde, sınıfsal bir karakter taşır. Her uyuşmaz sınıflı toplumda, varolan toplumsal ilişkileri yaptırımlaştıran ve egemen sömürücü sınıfın çıkarlarını dayatan Ahlak sistemine, bu Ahlak sistemini yadsıyan bir Ahlak eşlik eder. Bu İkincisi, toplumu değiştirmek üzere mücadeleye geçen, egemen Ahlak'ın manevi egemenliğinden kendini kurtaran ve kendi Ahlak'ını üreten sömürülen sınıf tarafından üretilir; böyle bir şey geleceğin toplumunun Ahlak’ının oluşması için gerekli zemini yaratır. Bu açıdan bakıldığında, komünist ahlak'ın temelden farklı, kendine özgü özellikleri olması gerekir. Bu Ahlak proletaryanın sınıf Ahlak'ı olarak kendini gösterme, daha sonra, sosyalist bir toplumda bütün halkın Ahlak'ı, son çözümlemede, komü­nist toplumda da genel insanlık Ahlak’ı olma durumundadır.
  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP