Post modern çağda anarşist ahlak

Dave Baxter

Anarsizm, kendini insan özgürlügünün etik ideallerine derin bir baglilikla tanimlamaya çalisir. Geleneksel olarak bu, hareketin gücünün en büyük kaynagi olarak kabul edilir. Anarsistler radikal elestirilerini, modern devletin idari mekanizmalari ve kanun koyucularin insanlara uyguladiklari yipratma temelli baskici yöntemleri üzerine kurarlar. Özgür insan dogasinin ifade edilmesini etkili bir sekilde ezebilmek için devlet baskisi, bürokratik otoriterizm, ekonomik sömürü, ailevi ve cinsiyetçi egemenlik gibi araçlari içeren bir mekanizma olusturur. Bu nedenle anarsistler devamli olarak bu mekanizmanin süratli bir sekilde tarihin tozlu sayfalarina gömülmemesi gerektigini savunurlar.

Öte yandan bu ahlaki idealler siklikla anarsizmin en büyük zayifliginin da kaynagi olarak algilanmistir. Böylece hem sagdan hem de soldan gelen bu düsmanca elestiriler anarsizmin özgürlük anlayisi ve söylemini ahlaki yetersizlik ve sosyal düzensizlikle esitlemeye çalisarak anarsizmin tutumunu önemsizlestirmeye çabalamaktadirlar. Onlara göre anarsizm felsefesi kaos ve karisikligi savunmaktadir ve böylece, ciddi teorik ve pratik degerlendirmeleri haketmediginden kolaylikla gözardi edilebilir.

Tabii ki bu yargi, hareketin kuruculari tarafindan kararlilikla yalanlanmistir. Ve eger son dönemlerin bir takim sözde anarsistlerinin tavir ve davranislari olmasaydi, söz konusu yargi çoktan politik mitolojinin derinliklerine gömülmüs olacakti. Burada, potansiyel insan özgürlüklerini kutsarken bu yapilani dogru ve yanlis ahlaki kavramlar arasindaki farki kendi baslarina belirleyebilme hakki olarak algilayan bireyleri kastediyorum. Yani anarsist insanin özgürlük kavrami, ahlaki görecelik teorisine bagliligi gerektirir iddiasi yanlis ve basarisiz bir kavrayistir.

Tabii ki göreceli ahlaka inanç, anarsist hareketin saflariyla sinirlanmis degildir. Aksine bu doktrin bütün çagdas toplumlarda yaygin bir etkiye sahiptir. Bu etkiyi açiklamak için birçok sosyolojik ve psikolojik neden ileri sürülüyorsa da (örnegin; sehirlerdeki çürüme, aile biriminin çözülüsü ve kurumlasmis dinlerin ivme kaybetmesi) bunlarin hepsi su anda yüz yüze oldugumuz krizin teorik boyutlarini kavramakta basarisizdir. Bu kriz son dönemlerde moda olan entellektüel postmodernizm doktrini içinde gizlidir.

Postmodernizm son zamanlarda siklikla günlük konusmalarda ve makalelerde yeniden söz konusu olmaya baslayan bir terim. Maalesef bu terimin genel kullanim düzeyi ile terimin halk tarafindan kavrandigi düzey arasinda hemen hemen hiç bir iliski yoktur. Bunun nedeni, postmodernistlerin kendi aralarinda bile, postmodernizmin tanimi üzerinde ancak nadiren hemfikir olabildikleri olgusudur.
Bu baglamda postmodernizmin ihtimamli bir tanimini yapmaktansa bu doktrinin kanimca zararli olan sonuçlarini göstermek benim için daha önemli. Bu bahsettigim ikinci görevin üstesinden gelebilmek için postmodernist dünya görüsüne biçim veren felsefi öngörüleri enine boyuna düsünerek incelemek gerekmektedir.

Herhalde bu konuya yaklasmanin en iyi yolu dis dünyada dilin nasil anlasildigi üzerine birkaç söz köylemekle baslamaktir. Bunun ilk yolu, tek tek kelimelerin (örnegin agaç) bir simge olarak onlarin karsilik geldigi (anisal) zihinsel kavramlarin (agaç) ifade ettigi sey arasindaki uygunlugu tespit ederek anlasilmasi ve tahlil edilmesidir. Bu zihinsel kavramlar çevremizdeki gerçek, maddi agaci bazi felsefik özgün tutumlar içinde ifade eder. Simdi aslinda simgeler onlara karsilik gelen anlamlar arasindaki iliskinin keyfi oldugunu söylemek mantikli görünmektedir. Bunu baska bir sekilde söylersek, gerçek bir agacin dogasinda onun bu belirli isimle adlandirilmasi zorunluluguna ait hiçbir ima yoktur. Bu diger toplum ve kültürlerin, belirli nesneye farkli isimler vermeleriyle açikça gösterilebilir. (Fransizca’da “l’arbe” ve Almanca’daki “der baum” oldugu gibi) Fakat ayni sekilde bu belirli isimler günlük toplumsal konusmalarin bir parçasi olduklarinda isim (simge) ve kavram (ifade ettigi sey) arasindaki iliskinin sabitlestigi de açiktir.

Bu yoruma postmodernistler iki öneriyle yaklasmaktadir. Ilki, isaret sistemlerinin kullaniminin yalnizca Ingilizce, Almanca, Fransizca gibi yaygin diller içinde sinirlandirilmamis olmasidir. Postmodernistler daha ziyade, varligimizin bir bütün olarak sayisiz isaret sistemleriyle istila edildigini vurgulamaktadir. Ya da postmodernistlerin tercih ettigi tanimla “kod”lar (örnegin reklam, bilgi teknolojisi ve mimarlik) gibi her özel isaret çogulculuk söyleminini bir yaninin olusturur. Bu çogulculuk söylemi çagdas toplumsal yapinin temelini olusturmaktadir.

Ayrica daha da önemlisi postmodernistler, simgeler ve onlara karsilik gelen ifadeler arasindaki sabit ve duragan iliskinin varligini da sorgulamaktadirlar. Bu iddia çok önemli ve can alicidir çünkü ileri sürülen sey, objektif dünyaya herhangi bir anlamli geçis yapmanin ilkesel olarak mümkün olmadigi olgusudur. Aksine içinde bulundugumuz dünya isaret ve sekillerle rastlantisal bir evrendi. Bunlar ayni sistem içindeki diger simgelerle ilgileri dogrultusunda ya da diger simgelerle paralellik iliskileriyle var olurlar. Taninmis postmodernistlerden Jean Baudrillard’in sözleriyle “sonsuz temeli olmayan keyfi simgeler disinda hiçbir sey varolamaz”.

Dis dünyanin simge ve sekiller sistemi içinde erimesinin birçok önemli sonucu vardir. Bu sonuçlardan en özgün olani, geleneksel gerçek dünyayi tanimak adina epistemolojik iddialarimizi kökünden zayiflatmaktadir. Eger gerçek dünya birbiriyle ilintisiz sözlerden olusturulmus bir linguistik yapidan baska bir sey degisse, o zaman her belirli sözün digerleriyle ayni epistemolojik degere sahip oldugunu önermek olanakli hale gelir. Böylesine bir dünyada Einstein’in bilimsel teorilerinin Grimm’s hikayelerinden daha yüksek bir dogruluk degeri olamaz. Ayni sekilde Dostoyevski ve Tolstoy insanoglunun dogasini, yerel gazetemizin mizah sayfalarindan daha iyi anlamis olamazlar.

Eger dünya simgelerin sürekli bir etkilesimiyle olusuyorsa o zaman toplumun kültürel yapisini belirleyenlerin ilgi merkezleri simge ve isaretlerin etkili bir sekilde kontrol ve manipülesi konusunda yollar aramak Bu zaten reklam medyasi tarafindan organize edilen gösteri ve sovlarda gözlemlenmektedir. Basitçe anlatirsak, bu reklamlar bireysel konfor için gerekli olan hizmet ve ürünlerin tanitima yönelik degildir. Bu daha çok teknik ve psikolojik incelikleriyle düzenlenmis linguistik stratejinin birbirinden ayirt edilemeyen siralanmis mallarin sebepsizce ve sürekli bir biçimde tüketilmesi için istek yaratmaya yönelik bir seydir.

Buradaki problem Susan Sontag’in da isaret ettigi gibi insanin bu saldirilar düzleminde kisisel ve toplumsal degerlerinin gerçek anlamlarini yitirmeye baslamasidir. Örnegin ahlaki özgürlük artik dogruluk kavramlarini yani o bizim birbirimizle ve toplumsal hayatla olan iliskimizde ideal olani ifade etmemektedir. Bunun yerine özgürlük terimi, kapitalist yasam tarzinin esasi olan, mallarin olaganüstü miktarlardaki tüketimi olarak karsiligini bulmaktadir. Bu bakis, Ontario Piyango Idaresi’nin ‘bir dolara özgürlük” deyimi hatirlandiginda netlesebilir. Bu stratejinin altinda yatan ahlaki zorunluluk kavrami bundan daha açik bir sekilde ortaya çikamaz; mevcut kültürdeki simgeler ve imgeler tüketilmelidir ve bu bir kere yapilmaya baslandi mi artik durmaksizin mümkün oldugunca çok tüketilmelidir.

Ahlaki deger standartlari objektif olarak tayin edilebilir gibi bir objektif gerçeklik yoksa (ki bizim dogrularimiz bunun aksini iddia eder) o zaman olgu ve imgelem ile iyi ve kötü arasindaki farki nasil ve hangi temelde ayirt etmemiz beklenebilir? Postmodernistlere göre yanit onlarin deyimiyle “etkin” ya da “estetik söylem” yani sözün sanatsal ifadesinde yatar. Baska bir deyisle; sürekli ve zorlayici bir sekilde belli bir bakis açisinin dogru olarak kabul ettigi seylerin kelimelerle ifadesidir. Eger “Coca Cola” gerçek ise, bu sadece o holdingin daha iyi ve daha büyük reklamlarindan ötürüdür ve bu gerçek, “Pepsi” daha çarpici reklamlarla çikagelene dek varolmaya devam eder.

Is dünyasinin kar marjlarini en üst sinirlara çikarma girisimi, reklam etkinligini sinirlandirmaktan daha fazlasini gerektirir. Bu açik bir olgu iken bu doktrinin sonuçlarinin orada bitmeyecegini belirtmek önemlidir. Dogru ve ahlaki deger kavramlari söylemin gücü tarafindan ortadan kaldirildiginda, tarihin kendi revizyonu için eninde sonunda yol açilacaktir. Diger bir deyisle, Ernst Zundel ve David Irving gibi kisiler için imha propagandalari mümkün olmaya baslar.

Postmodern dünyada 6 milyon insan ölmedi çünkü böyle bir olaya karsi direnecek olanlarin sesi, kurbanlarin sesinden daha gür çikmaktadir.

Özellikle kendini radikal olarak tanimlayan akademisyenler arasinda postmodernizmi kapitalizmin toplumsal ve politik öngörülerine karsi militan bir saldiri olarak görmek gibi yaygin bir egilim vardir. Gerçeklerden böylesine uzak bir bakis açisi daha olamaz. Postmodernistler kapitalist düzeni yikmak, zayiflatmak geregini duymazlar. Tam aksine Jurgen Habermas’in dedigi gibi, teorik prensipler bu projeye biçim vermekte ve neo-tutuculugun sosyal ve ekonomik gündemini bütünlestirmekte, tamamlamaktadir.

Kabul edilmelidir ki, ilk bakista bunun üzerinde durulmasi gereken bir mesele haline geldigini anlamak zordur.

Bütün bunlardan sonra postmodernist bakisi biçimlendiren göreceli ahlak bu gündemin önemli prensiplerinden biriyle bagdasmamaktadir. 70’li yillarin ortalarindan beri Amerika, Ingiltere ve Kanada’daki yöneticiler vaatlerini “çaliskanlik, tasarruf, özdisiplin, aile degerleri, ailevi sorumluluklar” gibi kabul görür dogrular üzerine kurmaya basladilar. Ve bunun ardindan bu yaygin ahlaki normlara uymayanlari, issizleri, resmi olmayan birliktelikleri ve küçük yasta hamile kalanlari kabaca yargilamaya basladilar. Halkin ahlaki tutumundaki bu kusurlar neo-tutucu söylemin temel dayanagina karsi önemli bir ideolojik karsi koyus olarak algilanmalidir. Bu söylem özellikle, özgür rekabet ve karin sinirsizligi üzerindeki ekonomik ve politik sinirlamalarin kaldirmasini savunmaktadir. Bu, kamuya ait endüstriyel alanlarin insafsizca özellestirilmesi, pazarin denetlenmemesi, özellikle dis yatirimlar üzerindeki kontrolün kaldirilmasi, uluslararasi sosyal yardimlasma programlarinin kisitlanmasi, vergi yükümlülügünün zenginlerin lehine yeniden düzenlenmesi ve egitim ödeneklerinin kesilmesi anlamina gelmektedir. Bundan da öte, bu söylem sürekli bir issizlik tehlikesi tehdidini kullanarak sistemli bir sekilde sendikal hareketleri zayiflatmaya çalisarak itaatkar ve disiplinli bir isgücü olusturmaya çalismaktadir. En belirgin sekilde neo-tutuculuk, bütün toplumsal etkilesimin geleneksel formlarini ve insanoglunun toplumculuk duygularini, bireyin ekonomik hedonizmi lehine çürütmeye çalisir. Marks ve Engels’in sözlerinde oldugu gibi, kapitalizm, insanlar arasinda çiplak bencillikle, kati nakit ödemekten baska hiçbir bag birakmaz.

Degis tokus edilen degerler insan iliskilerini zayiflatir ve ahlak serbest piyasanini zorunlu isleyisinden ibarettir artik. Bu tutarsiz ahlaki davranislarin sahiplerinin, karlarini büyütmenin en kolay ortamlarini yaratabilmek için yillarca en genis anlamda yozlasmayi, dolandiriciligi, hirsizligi ve hilekarligi tesvik etmeleri is kültüründe görüldügünden daha açik bir sekilde hiçbir yerde görülmemistir. Bu uygulamalar halk kitlelerince farkedildiginde ise, “rekabetçi baski” gerekçesiyle hakli gösterilmektedir.

Son zamanlarda yaygin ahlaki iklim önemli bir dönüsüme ugramistir. Büyük is çevreleri simdi ahlaki prensiplerin cazibesini günlük aktiviteleri sirasinda kazançli bir sekilde kullanabileceklerini kesfettiler. Büyük sirketler simdi çevreyi koruma gibi toplumsal meselelerde duyarli bireylerden olusan yapilanmalar kurmaya baslamis görünüyorlar. Böylesine bir duyarlilik ve ilgi satis çizelgelerini etkiliyor ve kâr limitinin yükselmesini sagliyor olmali. Bu tavir giderek hevesle benimseniyor. Fakat son noktada bu tavrin basarisiz oldugu yerlerde bu ihmal edilebilmektedir.

Ahlaki degerlerin gerçek anlamda terkedilmesi yalniz sirketlerle sinirlanmamistir, aksine bu halk arasinda da karsilasilan bir durumdur. Degerler kisisel çikarlar için kurban edilmektedir.

Lorena Bobbit, Damien Williams veya Menendes kardesler isledikleri suçlardan ötürü pismanlik göstermeyi reddettiklerinde halk, kisinin rengi, cinsi ve yetisme kosullarinin bu kisinin yaptiklarinin özrü olarak nasil sunuldugunu gördü. Ayni sekilde muhafazakar lider Kim, TV ekranina çikip yumusak bir edayla Kanada tarihinin en büyük seçim yenilgisinin bütün sorumlulugunu inkâr ederken halka kisisel sorumluluklarin, politik ahlak açisindan degerlendirilemeyecegini gösterdi. Bu örnekler çogaltilabilir, fakat genel ders belildir: Basitçe, ne zaman bizim geleneksel ahlaki degerlerimizin temel ilkelerinden dogru ve yanlis tasarimlarinin iliskisini kesersek, bunlari birbirinden ayirirsak ahlaki sorumluluk kavramlari yok olmaya baslar. Bunlarin hepsi kisisel çikarlarin bencilce hesabinda yatar. Daha önce de belirtildigi gibi anarsist hareket her zaman kapitalist toplumun elestirisini bireysel ve toplumsal özgürlük idealinin etkili temelinde yapmaya çalisir. Böylece bu idealin aslinda nasil varoldugunu net bir sekilde anlamak önemlidir. Birçok anarsist için bu ideal her tür devlet baskisina, ekonomik sömürüye, kisinin beden ve zihnine yönelik saldirilara karsi özgürlük olarak yorumlaniyor. Fakat geleneksel olarak “negatif” özgürlük olarak tanimlanan bu özgürlük, anarsist söylemin sadece bir yanini teskil eder. Esit derecede bir çarpicilikla “pozitif” özgürlük kavrami da vurgulanmaktadir. Bu ikinci kavrayis anarsist terminolojide, insanligin yeni ve özgürlestirici bir toplumsal yapi yaratmak için etkin bir sekilde uygulayacagi özgürlüklerin ve haklarin ayrimlandirilmasi biçiminde ele alinmaktadir. Buradaki temel zorluk, ana hedefleri, anarsist projeye tezat olmak olan diger felsefelere hizmet eden haklar ve özgürlüklerin ayirt edilmesidir. Örnegin postmodernist idealdeki kisisel istek ve tutkularin tatmini anlamindaki bireysel pozitif özgürlük. Anarsizmin bu yönünü ahlaki eylem belirler. Bunun için de bireysel ihtiyaçlar genis kitlelerin mutluluk ve özgürlükleri gözönünde bulundurularak belirlenir. Kisaca anarsizm, kapitalizm ve postmodernizmin siddetle yok etmeye çalistigi bireysel ve toplumsal ahlaki idealleri açiga çikarmaya çalisir.

Bu durumun karistirildigi bellidir, anarsistler dogru ve yanlisi tespit ederken bireysel davranmanin ahlaki sorumlulukla ilgili bir mesele oldugu varsayimini görmezlikten geldiklerinde sinifsal temelli kapitalist yönetim kültürünün sürekliligine hizmet ederler. Anarsistler, ahlaki degerlerin sosyal adalet baglariyla köklestirilmesi gerektigini farketmekte basarisiz olduklarinda daha özgür ve daha iyi bir toplum yaratmak için üzerinde durduklari zemini bütünüyle kaybetmis olacaklardir. Anarsistler kendi bireyselliklerinden baska bir seyle ilgilenmediklerini savunurlarsa anarsizmi toplumsal ve tarihsel bir proje olmamaya mahkum etmis olurlar.

Sonuç olarak, anarsistlerin her zaman pratikte etkili ve ahlaki olarak kabul edilebilir bir strateji konusunda problemleri oldugu görülmektedir. Bütün bunlar burada yeterince üzerinde durulamayacak denli zor sorunlardir. Fakat açik olan su ki; söz konusu strateji, insan varligini biçimlendiren, etik degerlere karsi engin ve derin bir saygi tasimalidir. Mevcut sistematige ve onun bahsettigimiz degerlere yönelik merhametsiz saldirilarina karsi direnmek ce sur ve devrimci bir harekettir.


Kaynak: ‘Kick it Over’ Dergisi Temmuz 95 tarihli 35. sayısından alıntıdır.

Schelling felsefesi üzerine - 1

Friedrich-Wilhelm-Joseph von Schelling

Alman filozofu. 27 ocak 1775'te Leonberg'de (Wurtemberg) doğdu, 20 ağustos 1854'te İsviçre'deki Rûgatz banyolarında öldü. Burada, Kant ve Reinhold'u inceledi; Schulze' den Enesidemos'u okudu. Fichte'ye bağlandı; Jena'ya geldiği zaman, onu Kant Okuluna karşı şiddetle savundu; fakat sonra yavaş yavaş ondan ayrıldı. Zekâsı pek erken gelişmiş olan Schelling, daha 11 yaşındayken, hocaları artık kendisine öğretebilecekleri bir şey kalmadığını itiraf etmişlerdi. O, 16 yaşında, Kant'ın ‘’Saf Aklın Eleştirisi’’ adlı eserini yetkin bir surette kavramıştı. Öznellikten nesnelliğe yükselen ve kendini potansiyel bir duruma getiren konuyu, yani kısacası gelişen bir özneyi ilke olarak almak koşuluyla felsefeye ilerleme (terakki) yöntemini ilk kez getirmeye muvaffak oldu. Schelling, Tübingen' de Tanrıbilim, sonra mitoloji ve nihayet İncil' in tarihsel açıklamalarıyla uğraştı. Büyük Fransız İhtilâlinin etkisi altında kaldı; Marseillaise'i Almancaya çevirdi. Bu şehirde Hegel'e sınıf arkadaşı oldu. Bu kez felsefeyle uğraşmaya başladı. Kant, Fichte ve Spinoza'yı derinden inceledi. 1794 ve 1795'te Fichte'nin Bilim Doktrini' ni geliştirdi; daha önce bu filozofun derslerini dinlemek üzere Jena'ya gitmişti. Leipzig'de iki soylu gence eğitmenlik yaptığı zaman, doğa bilimlerini inceleme fırsatını buldu. Burada, Ideen zu Einer Philosophie der Natur (Doğa Felsefesi İçin Düşünceler) (1795) adlı eserini yayımladı. 1798'de Goethe, Schiller ve Fichte' nin önerileriyle Jena'da bir süre ders verdi. Romantik felsefe bu şehirde kurulmuştu; Schlegel kardeşlerle bunların zekî eşleri, Novalis, Tieck, Steffens... vb. burada Schelling'e rastladılar. Bunlarla, Müstebitler Cumhuriyeti adını alan bir heyet teşkil edildi. Bunlar arasında fiziğe dair düşünceler kadar da edebiyatsal, dinsel ve felsefesel düşünceler, bazen ahenk içinde ve bazen de birbiriyle çatışkı halinde bir sel gibi akıyordu. Schelling'de doğa ve sanat coşkunluğu pek güçlüydü; Novalis'in dinsel coşkunluğu ona din düşmanlığını ilham etmiş, Epikürcü İman Mesleği başlıklı bir yazı yazmıştır. Bunu, Schlegel kardeşler Athenee'de yayımlamak istemişlerse de, Goethe'nin salık vermesiyle vazgeçmişlerdir. Fakat Schelling, bunun bir kısmını Spekülatif Fizik dergisinde bastırmış, tamamı da, Schelling'in Hayatından Parçalar (1869) adlı eserde yayımlanmıştır. Schelling, Jena'dan Avurtzburg Üniversitesine geçti. 1820'ye dek Güzel Sanatlar Akademisinin ebedî kâtibi ve Yüce Divan danışmanı olarak Münih'de kaldı. Burada ve Erlengen'de din felsefesine dair düşüncelerini verdiği derslerde geliştirdi. Hegel'in ölümünden sonra sol Hegelcilerden Straus ve Feuerbach üstatlarının düşüncelerinden, köktenci (radical) birtakım düşüncelere ulaştıkları için, romantizme bağlı olan Kral Friedrich Guillaum IV'un çağrısını kabul ederek 1841'de Berlin'e gitti ve kendisine Hegel'in ders vermiş olduğu kürsü verildi.

Schelling, ilk eserini yirmi yaşındayken verdi. Kırk yaşından altmışına dek bir şey yazmadı. Tennemann, onu birçok bakımlardan Fichte'den üstün bulur; orijinalliklerle zengin ve parlak düşüncelerle dolu, hayal gücünün incelik ve canlılığıyla seçkin bir filozof olduğunu anlatır. Bir ozan ruhuna sahip olan Schelling, olumlu (pozitif) bilimlere, tarihe, antikiteye ve ilkçağ felsefeleriyle doğa bilimlerine dair geniş bilgisiyle kendisini yalnız filozoflara değil, halk tabakalarına kadar tanıttı. Felsefesini sistemli bir belginlikle (precision) açıklamamışsa da, gençliğinde inandığı ve kurduğu düşünce manzumesinden asla ayrılmamıştır. O, bir anlamda hem şiir dehasıyla, hem de felsefe dehasıyla doğmuş, ozan olmak istediği zaman, ozanlar arasında bir büyük filozof ve filozof olmak istediği zaman, filozoflar arasında bir büyük ozan görünümünü verdi. Schelling, Kant ve Fichte Okulunun etkisi altında yetişti; fakat onları aşmak isteğiyle uğraştı. Düşüncesinin derinliği için Yeni Eflatunculuktan G. Bruno'dan ve Spinoza'dan ilham aldı. Onda açıkça sezilen türlü düşünce değişmeleri arasındaki ülkücü panteizm ya da panteizmacı ülkücülük hep bu ilhamların etkisinden doğdu.

SCHELLING‘ İN FELSEFESİ

Schelling'in felsefesi 1815'e dek iki döneme ayrılabilir. 1800'e dek süren birinci dönemde, kendi kuvvetlerini denemiş ve düşüncelerini formülleştirmeye çalışmıştır. İkinci dönemde ise, düşüncelerini kesin bir emniyetle ve güvenerek yerine getirmiş ve onu, yani düşüncelerini hasımlarına karşı geliştirmiş ve savunmuştur. 1792'de Tevrat'taki Tekvin (Yaratma -Oluş) bahsinin III. kitabına göre şerrin kaynağına dair felsefesel bir dissertasyon yazdı (bunun adı: Antiquissini de Prima Malorum Origine Philosophematis Explicandi Tentamen'dir). Onun bu konuyu seçmesi dikkate değer görülür. Zira Schelling, daha pek erkenden tarihin başlangıçlarını ve insanlığın sonunu, insanın düşüşünü ve yeniden itibar kazanmasını incelemişti. 1794'ten 1796'ya dek yazdığı ‘’Genel Olarak Bir Felsefe Şeklinin Olabilirliği’’, ‘’Felsefe İlkesi Olarak 'Ben' Hakkında’’, ‘’Dogmacılık ve Eleştiriciliğe Dair Felsefesel Mektuplar’’ adlı eserleri Fichte'nin etkisini taşırlar. Fichte, bu eserlerde kendisini açımlayan (şerh eden) bir düşünür bulduğu için Schelling'i alkışlar; fakat onun kendisini pek iyi anlamadığı olasılığını düşünerek üzülür. Gerçekte ise Schelling. daha bu eserlerinde bile Kant ve Fichte'den uzaklaşmaya çalışmıştır. Bu kitaplarının birincisinde, felsefenin genel ilkelerini arar. Ona göre, bilim, birlik şekline bürünmüş bir bütünlüktür. Bu birlik ise, ancak tek ve mutlak bir ilkeye dayanan bilimlerde olağandır. Bu itibarla, en üstün bir bilim olan felsefe, gerek kapsam (muhteva), gerek şekil itibariyle en yüce ve mutlak bir ilkeye dayanmak zorundadır. Bilimin şekil ve maddesini de bu ilkenin vermesi gerekir. Şu halde bütün diğer ilkelere de kaynak ve dayanak olan mutlak bir ilke bulunmalıdır. Bu karakter, ancak ben'de bulunur ve mutlak ilke de, ben, bendir'den ibaret olacaktır. İkinci eserinde ise, Schelling, Fichte' ye hissedilir bir surette yaklaşır ve ülkücülüğü,, yavaş yavaş nesnel (objectif) olmaya eğilim gösterir. Bilginin en üstün (souverain) ilkesi olarak ileri sürdüğü ben, kendini ben-değil'le (non-moi) (ben olmayan'la) sınırlanmış hisseden ve bu sınırları aşmaya çalışan bireysel ben'in özgür faaliyetinden başka bir şey değildir. Bu, âdeta Spinoza'nın mutlak töz'ü (cevher) yerine konmuş olan mutlak ben, özne ile nesnenin özdeşliğidir. Schelling, Spinoza'nın soluk bayrağını yeniden onur direğine dikmekten uzaktır. Hatta, tersine olarak, onu kendi silahlarıyla savaşarak yenmek iddiasındadır. Fakat gerçekte, onu devirmez; mutlak özneyi, mutlak nesne yerine koymak suretiyle düzeltir. Ona göre, her bilgi ve gerçekliğin en yüce ve esaslı ilkesi olan ve kendinden başka bir temeli olmayan mutlak bir şeyi kabul etmek zorunludur. Bu mutlak ise, ne bir nesneyle belirlenmiş (determine) bir özne, ne de bir özneyle belirlenmiş bir nesne olabilir. Zira, her iki halde de o, bağımsız olamaz. Bu itibarla onu, ya mutlak bir öznede ya da mutlak bir nesnede aramalıdır. Fakat mutlak, bir nesne içinde bulunamaz; zira her nesne, konulmuştur (etre pose) ve bir özne tarafından tanınmak ihtiyacındadır. Öyle ise o, kendini koyan ve kendi kendini belirleyen mutlak bir özne içinde bulunacaktır. Eleştirici ve deneyüstü ülkücülük, bilgi ve varoluşun en yüce ilkelerine dayanır. Mutlak özne, saf ben'dir; saf özdeşlik, saf birlik' tir; özgürlük, gerçeklik, mutlak tözellik (substantialite), içkin nedenlilik, sonsuz, bölünemez, değişmez ve saf varlıktır. Bu varlık, ancak zihinsel bir sezgiyle kavranılabilir. Bundan doğan felsefe, nesnel âlemin mutlak gerçekliğini inkâr eden adi ülkücülük olmadığı gibi, bütün ben-olmayan' ı (non-moi) inkâr eden saf ülkücülük de değildir. Deneyüstü ülkücülüğe göre ise, yaratma, ben'in sonsuz gerçekliğinin bir ifadesi, ruhun sonlu sınırları içinde olumlu ve gerçek bir gösterisidir. Zihinsel sezgi sayesinde mutlak varlık âlemine, kavranılabilir (intelligible) âleme yükseliriz. Bu âlemde her şey ben'dir ve orada ben, birdir. Bu ülkücülük, gerçekçilikle (realisme) uzlaşma iddiasındadır; bu yeni felsefe, ruh felsefesi olduğu kadar da doğa felsefesi olacağı gibi, dogmacı ve gerçekçi olduğu kadar da eleştirici ve ülkücü olacaktır.

Schelling, dış nesnelerin mutlak bir gerçekliğini kabul eden doktrine karşı, bu nesnelerde özneye bağlı olmayan, hiç bir gerçekliği kabul etmeyen ülkücülüğü benimser ve olaysal şeylere bağıntılı gerçeklikten başka bir şey vermeyen Kant'ın eleştirici kuramı yerine, eşyayı düşüncelerin gerçek bir ifadesi sayan bir ülkücülüğü savunur. Schelling, Dogmacılık ve Eleştiriciliğe Dair Mektuplar adlı eserinde açıkladığı bu felsefeye 'özdeşlik (identite) felsefesi' adını verir. Zira o, mutlak içine, düşünce ve varlığın, düşünceler ve eşyanın değil aynı zamanda tüm ayrımların (fark) ve karşıtların özdeşliğini yerleştirir; aynı zamanda ülkücülük ve gerçekçiliği, özgürlük ve zorunluluğu, stoacılık ve Epikürcülüğü, ahlâklılık ve mutluluğu (felicite) uzlaştırmayı da savunur. Schelling, gerçeğin organı ve mutlak ölçüsü olarak önce aklı kabul eder. Zihinli insanın özü özgürlüktür, mutlak bağımsızlıktır, ilkesinden hareket eder. İnsan zihninin yetkin bilim fakültesi olduğuna ve bunun Tanrısal akılla eşit bulunduğuna inanır ve onunla özdeşleştirir. Bu suretle ruhun düşünce ve kanunlarını, eşyanın olduğu kadar da evrensel gelişmenin tipi olan aklı, bilincin gelişmesinin gerçeksel ölçüsü sayar. Düşüncenin ve varlığın mutlak'ta özdeş oluşu sayesindedir ki, ruh ve doğa bilimi bir aynı kapsamın özdeş ifadesi gibi belirir.

1-2-3-4

Schelling felsefesi üzerine - 2

SCHELLING‘ İN DOĞA FELSEFESİ

Schelling, 1800'e dek doğa felsefesine dair şu dört eseri yazdı: ‘’Doğa Felsefesine Dair Düşünceler’’ (1797), ‘’Âlemin Ruhu, Evrensel Organizmayı Açıklamak İçin Yüksek Fizik Varsayımı’’ (1798), ‘’Bir Doğa' Felsefesi Sisteminin İlk Taslağı’’ (1799), ‘’Sistem Taslağına Giriş’’ (1799).

Bu eserlerde savunmuş olduğu ilkeler şunlardır: Deneyüstü felsefe, gerçek âlemi düşüncelerle açıkladığı ve ruhu evrenin tipi gibi saydığı halde, doğa felsefesi, düşünceleri gerçek âlemle açıklar ve doğanın, ruhun hayaline göre yapılmış olduğunu deneylerle tanıtlar. Doğa felsefesinin, yani spekülatif fiziğin konusu, deney âlemini akılsal ilkelere dönüştürmektir. Bunun için, akılla doğa arasında öncel (ezelî) bir ahenk kabul etmek ve evrensel sistemin, madde, ruhun ifadesinden başka bir şey olmadığı sonucuna ulaşmak gerektir. Doğanın sürekli olarak gelişmesinde ruhun kendi şekli olan bir tek ve aynı tipe ilerlek (müterakki) bir surette eğilim gösteren bir tek ve aynı eylem ilkesi hükmeder. Her şey bizi, düşüncenin, maddenin, özgürlük ve doğanın özdeşliğine götürür. Bunların karşılıklı eylemleri, doğanın uygunluk ve ahenkle dolu organik bir bütün olarak kavranması başka türlü açıklanamaz. Zira doğa, görülebilen ruhtur. Fizikten gerçeksel bir bilim yapmak için doğayı, haklarında ancak deney sayesinde bilgimiz olan yalın düşüncelerle değil, aynı zamanda akılsal ilkelere dayanan deneylemeler üzerine kurmak gerekir. Doğa, bu ilkelere göre, sorguya çekilmeli ve tüm ikinci derecedeki kanunlar ve tüm olaylar, en yüce bir kanunun emrine verilmelidir. Deneyden gelmeyen, fakat deneyin onaylaması gereken bu en yüce kanun, doğa kadar zorunlu olan bir varsayımdan başka bir şey olamaz. Bu suretle deneysel bilgi, 'a priori' olan felsefesel bir bilgi şeklini almış olur. Doğa, bir organik sistemdir ki, tüm kısımlarından önce var olmak zorunda kalır. Yani kısımlar, bütünden doğmamıştır. Bu itibarla doğa, doğa düşüncesine göre inşa edilmiştir ve kendisi 'a priori'dir.

Kant'a göre, evrensel sistem, bir yandan eşyanın, bir yandan da insel duyarlık (hassasiyet) ve algıç (entendement) kanunları sayesinde belirlenmiş olan bir sistemdi ve doğanın genel kanunları denilenler de, ruh kanunlarından ibaretti. Schelling, Kant'tan daha ileri giderek, mutlak'ın nesnel ve gerçek gösterisidir; gerçeklenmiş ruhtur; bu itibarla doğa, hayatla dolu mekanizmanın kendini açıklayan ve kapsayan bir aynı ilkeyle canlanmış olan organik bir bütündür. İşte, Âlemin Ruhuna Dair adlı eserinin ulaştığı genel sonuç budur. Doğa, bir aynı ilkeden meydana gelen ve bir aynı amaca yönelen bir büyük bütün gibi varsayılınca, mekanizma ile organizma arasında gerçekten bir aykırılık kalmaz; her şey esasta organizmadır ve fizik tamamıyle bir dinamiktir; biri olumlu, diğeri olumsuz olan iki kuvvet, aykırılıkları sayesinde doğayı kurmuş olur. Bu kuvvetler, her hareket ve her olayın sürekli kaynağı olan bir aynı ilkeye bağlıdır.

Olumlu kuvvetin kendisi olup, sonsuz sayılmış olan bu en yüce ilke, spekülatif fiziğin dolaysız konusudur. O, kendi kendini sınırlamak ve belirlemek suretiyle meydana gelir. Bunun ilk gösterisi, ışın olayıdır. Kimya da doğanın genel sistemi olacaktır. Bitkilenme (vegetation) bir oksit çıkarmadır; hayvansal hayat da sürekli bir oksitlenmedir. Hayatın olumlu öğesi, tüm canlı varlıklar için aynıdır; böylece, her yerde bir aynı ilke görünür; doğanın ilerleyen gelişmesinde bir aynı tip kendini gösterir. Doğada her şey bir tek ilkeden oluşmuş ve doğanın evrimini zorunlu olarak süreklilik kanunu yönetir. Evrenin hareketi, bir nehrin hareketiyle karşılanabilir; bir farkla ki, her an bir geciktirme gücü araya girer; bu sayede belirlenmiş (muayyen) bir şekil meydana gelir; bu da arkadan gelen ve daima daha yetkin olan bir şeklin doğmasına aracılık eder. Kant'a göre, süreklilik kanunu bir düşüncedir ve âlemi bu düşünceye göre dikkate almak bilim için yararlıdır. Schelling ise, onu gerçek ve olumlu bir kanun sayar ve doğayı etkin bir özne, 'yaratan doğa' (natura naturans) olarak üretimliliğin (productivite) kendisi sayar; üretimlilikte de mutlak bir süreklilik kabul eder. Fakat, doğanın üretici eylemi mutlak olunca, evrim sonsuz bir hızla vukua geleceğinden, hiç bir şey belirlenmiş olmayacak ve gerçek olarak oluşamayacaktır. Bundan bir ve aynı ürünün devamına karşın, türlü şekillerde belirlenmiş ürünler doğmuş olurlar.

SCHELLING’E GÖRE ORGANİK VE ORGANİK OLMAYAN ALEM

Schelling, niteliklerin (qualites) türlülüğünü açıklamak için her çeşit ayrımların (fark) ülküsel hikmeti (raison) olan saf entelekyalar (entelechies), yalın ve ilkel eylemler kabul eder. Bu eylemler, onun sisteminde atomlarla monatların yerini tuttuğu için, Schelling, dinamik atomculardan sayılır. Ona göre, her çözümleme ve tümdengelim (dedüksiyon), bu eylemlerden başlar; bunlar başka bir şeye dönüştürülemezler. Üretici sistemin karşıt doğrultularda (istikamet) bölünmelere uğraması sayesinde genel ürün, bireysel ürünler bir aynı anda tip'in türlü şekillere girmiş parçalan halinde görünürler. Sistemin başlıca konusu da bu ilerlek olan dinamik ölçektir (echele). Schelling, burada organik olan ve olmayan iki âlemi de ortak bir ifadeye dönüştürür. Organik olan, organik olmayan âlemi gerektirir; yani birincisi, ikincisinin ürünüdür. Bundan, doğayı yorumlamanın ilkesi olarak, organik ürünün yapısı, ilkel ürünün yapısını andırdığı, sonucu çıkar. Bu iki doğa arasında gerçek bir ayrılık yoktur. Organik hayat, daha yüksek derecede gelişmiş olan aynı kuvvetlerden meydana gelmiştir. Organik âlemin duyarlık, irkilme ve türeme fakültelerinden ibaret olan üç kuvveti, organik olmayan âlemin, mıknatıs, elektriklenme ve kimyasal eylemden ibaret olan üç kuvvetine tekabül eder; yalnız, organik âlemin kuvvetlerinde daha yüksek görevler (fonction) vardır. Bu iki âlem de Schelling'in genel doğa adım verdiği ortak kuvvetlere dönüştürülür. Bu itibarla Schelling, biri, hem nesne, hem ürün saydığı, 'yaratılmış doğa' (natura naturata) gibi organik olan, hem de olmayan iki âlemi içine alan doğa, diğeri etkin özne, 'yaratan doğa' (natura naturans) olarak varsayılan, bütüne ve her şeye ortak kanunlarla hükmeden genel doğa gibi bir ikilik kabul eder. Schelling'in, ‘’Sistem Taslağına Giriş’’ adlı eserindeki ana düşünceleri bunlardır. Onun, doğa felsefesini aydınlatmak için bu düşünceleri daha yakından incelemek gerektir: O, organik olmayan âlemi açıklamak için mekanik sistemi ya da atomcu sistemi ve soyutlama metafiziğini nihayet fizyolojiden doğacılık (naturalisme) kadar da maddesizciliği (immaterialisme) atmış, fiziksel çekim (cazibe) sistemini savunmuştur. Ona göre, bu sistemde, hem atomcuların kuramlarında olduğu gibi maddesel bir şey vardır; hem de Newtonculuktaki ağırlık gibi maddesel olmayan bir şey vardır.

Schelling, âlemi kuran ve koruyan ilkel bir sistem ve evrensel bir organizmayı kabul eder. Evren yalnız mekanikçilikle açıklanamaz. Evren, organikmiş gibi seçenekli (alternatif) bir kasılma (contraction) ve gerilmenin ürünüymüş gibi sayılmalıdır. Evren yoktur; fakat, sürekli bir evrimle sürekli bir başkalaşmayla (metamorphose) belirlenemez bir surette oluşmaktadır. Hareket, ülküsel (ideal) bir merkezden çıkar ve sürekli olarak başka yerlere geçer. Evrensel çekim, doğaya, yine evrensel bir içten gelişme (intussus ception) eğilimi verir, ama bu gelişmenin mümkün olabilmesi için, bir kimyasal etkiye gerek duyulur ki, bu da, güneşten meydana gelmiş olan oksijenin eseridir. Güneş, oksijen sayesinde küremize ağırlıkla birleşen bir etki yapar. Bunun ilk olayı, ışındır. Bu itibarla cisimlerin kimyasal eğilimlerinin ilkesi olan ışınla, cisimlerin statik ya da denklik eğilimlerinin ilkesi olan ağırlık arasında gizli bir ilişkinin bulunduğu anlaşılır.

Schelling, adi geçen eserinin üçüncü bölümünde, organik doğayla organik olmayan doğa arasındaki ilişkiyi inceler; bu nedenle de hayvanların endüstrisi ile içgüdülerinden söz eder. Ona göre, bir tek ve aym kuvvet derece derece duyarlık, irkilme ve türeme fakültesiyle içgüdü ve bunun endüstrisi haline girer. İçgüdü faaliyetinin karakterleri yetkin olmamaktır; bu, zihni andıran bir fakülteyle açıklanamaz. Schelling, hayvanda hiç bir zihin türü ve hiç bir tasarım fakültesi kabul etmez. Hayvanın içgüdüsüyle insanın aklı arasında bir uçurum vardır. Zihin, yalnız insanda vardır ve zihnin dereceleri yoktur. Akıl birdir; mutlaktır; o, göründüğü yerde tam ve bütün olarak bulunur. Bu itibarla, âlemi yöneten sürekli ilerleme kanunu, zihin fakültelerine uygulanamaz. Schelling, bu süreklilik kanunu, yalnız bütün organlaşmaları, tip birliği ve kuvvet birliği olarak kabul etmeyi gerektiren organik doğanın şekil ve görevlerini değil, aynı zamanda her şeyi ilk kuvvetin ve hareketin birliği saymayı gerektiren evrensel organizmaya uygular. Bu suretle organik olan ve olmayan doğa arasındaki gerçek fark silinir; bunun ikisi de, bir üçüncü doğaya, genel doğaya tâbi olur.

1-2-3-4

Schelling felsefesi üzerine - 3

Schelling, organik âlemi yöneten üretici kuvvet, irkilme ve duyarlıkla kimyasal etki, elektrik eylemi ve mıknatıs gibi organik olmayan âlemi yöneten esaslı kuvvetlerin de bir aynı kuvvetin ilerleyen derecelerinden başka bir şey olmadıklarını, bu iki âlemin birbiriyle düzenleşik (coordonnee) oldukları gibi, bu iki âlemi yöneten kuvvetlerin de birbirine tekabül ettiklerini kabul eder. Kuvvetlerin birliğine dayanan dinamik ilerleme kabul edilince, bu özdeşlikten çeşitliliğin nasıl meydana geldiğini de araştırmak gerekir. Evrenin evriminde süreklilik varsa, ayrımlar nasıl açıklanabilir? Her gelişmenin ve farklılaşmanın (diffĞrentiation -ayrımlaşma) nedeni, mıkantıs olacaktır. Bu genel doğada, her organik faaliyetin kaynağı olup aynı zamanda tüm dinamik faaliyetlerin de kaynağı olan duyarlığa tekabül eder. İkilikte özdeşlik, yalnız bu kuvvete aittir; kutupluluk (polarite) da bu özdeşlikten başka bir şey değildir. Bu evrensel ve organik ikilisini oluşturan da bu kuvvettir ve onsuz yaratma da olamaz. O, evrimin birlik haline girmesine, mutlak bircinstenliğe dönmesine ve organik doğanın tam özdeşlik haline dönmek suretiyle sönmesine engel olur. Bölünmeyi (inkısam) ilkel birliğe götüren mıknatıslama (manyatizma), her hareketin, ayrımın ve belirlenmiş olan her türemenin ilkesidir. İlkel bircinstenlik, her kimyasal ve dinamik gelişmenin koşulu olan evrensel mıknatıslamanın sürekli eylemiyle bozulur durur. İşte evrenin organlaşması bu suretle olur.

SCHELLING’ İN DENEYÜSTÜ FELSEFESİ

Fakat bunu gerçekten olağan kılan ilk kuvvetlerden başka evreni inşa eden, zaman ve uzay içinde evrimini belirleyen başka kuvvetler de gerektir. Schelling, bunların yayılma (expension) ve gecikme (retardation) ya da askılama (suspension) ve çekim (gravitation) olmak üzere üç kuvvet olduğunu açıklar. Evrim ilkesi, mutlak birlikten doğmuş olan bir ilkel ikiliktir. Yayılma kuvveti sayesinde evrim, sonsuz bir hızla gelişir; askılama kuvveti ise, onu her an geciktirir ve çekim kuvvetinin saptadığı belirlenmiş ürünlerin olağan olmasını sağlar. Yayılma kuvvetinin egemenliği altında doğa, sonsuz uzayda kaybolacak, askılama kuvvetinin etkisi altında her şey matematik bir noktaya dönüştürülecek ve mutlak istemsizlik (involution) olacak ve her hal içinde askıda kalacağı gibi, ağırlık sayesinde de, ürünler, zaman ve uzay içinde belirlenmiş ve saptanılmış olacaklardır. Bu ilkel ve organlaştırıcı kuvvetlerden sonra, saf olarak mekanik olan kuvvetler gelir. Bunlar, doğa felsefesinin konusu değildir; deneyden üstün oldukları halde, yine deneyin onaylaması gereken yüksek dinamik alanı içindedirler.

Schelling'in 1800'de yayınladığı, ‘’Deneyüstü Ülkücülük Sistemi’’ adlı eseri, Fichte'nin ‘’Bilim kuramı’’ndaki havayı taşırsa da, ondan pek farklıdır. Biz burada, bu eserin bazı dikkate değer noktalarını göstermeyi ve ‘’Sistem Taslağına Giriş’’ adlı eserinden de yararlanarak, konu ve amacını belirtmeyi yeğ tutacağız: Schelling, deneyüstü ülkücülük, der, felsefenin tüm kısımlarında bilincin sürekli tarihini yetkin bir süreklilik içinde sunar ve bu itibarla her bilginin sistemidir ve pratik felsefe için de zorunludur. Her bilgi, bir konunun bir özne ile uyuşmasına dayanır. Zira, gerçek, düşüncelerin konularıyla uygunluğudur. Kendi kendinin bilincine sahip olan ben'le bilinçsiz olan doğa arasında karşıtlık (zıtlık) vardır. Şu halde, bunlar nasıl uyuşuyorlar?.. Bilginin kendinde öznel'le nesnel olan iki sınır karışıktırlar; bunlar, bilgide çağdaş ve özdeştir. Bu özdeşliği göstermek için bu iki etkenin —diğerine ulaşmak üzere— birinden hareket etmek gerektir. Bu hususta nesnel'i ilk safa almak, sonra da nesnel'in nasıl olup da onunla uyuştuğunu, doğanın özne tarafından nasıl algılandığını ve bunun nesne ile birleştiğini araştırmak gerekir. Birinci durumda, doğa felsefesi, ikincide ise, deneyüstü felsefe elde edilir. Birincide, doğadan zihne gidilir ve fizik kanunlar zihinleştirilmiş olur; ikincide ise, mutlakmış gibi kabul edilen ben'den ya da özne'den hareket ederek doğaya çıkılır. Bunda, nesne'nin gerçekliğinden kuşkulanmakla başlamış, bu itibarla bu, dışımızda eşyanın bulunduğunu onaylayan kamul duyunun (sens commun) iddiasına saldıran mutlak kuşkuculuk olur. Kamul duyunun bu önermesine şaşmaz bir surette güvenmiş olsak da, bunun dolaysız bir pekinliği yoktur; onu ancak mutlak surette apaçık olan bazı ilkelerle özdeş olduklarını varsaymadan açıklayamayız. Şu halde, dolaysız bir surette kesin olan tek önerme, 'benim' önermesidir. Demek ki, dışımızda bir âlem vardır, diyen için bu önerme, ancak bu âlemle kendisi özdeş olduğu takdirde doğrudur. İşte bu özdeşliği kurmak, deneyüstü felsefesinin problemidir. Onun konusu, genel olarak, 'bilme'dir. Bu itibarla her bilgi felsefesinin mutlak surette kesin ve her kesinliğin kaynağı, bir tek ve ilk ilkesine ulaştırdığı bazı ilkel kanaatlere dönüştürülür. Bu doğal kanaatler şunlardır:

Evvelâ, dışımızda ve bizden bağımsız olan bir gerçek âlem vardır ki, o, tasarladığımız gibidir. Bundan felsefeye düşen görev, nesneler düşüncelerden bağımsız oldukları halde, nasıl olup da düşüncelere uyduklarını açıklamaktır. Bu sorunun çözümü, deneyin nasıl mümkün olduğunu araştıran kuramsal (teorik) felsefeyi teşkil eder. Sonra, bizde bazı düşünceler vardır ki, bunlar, kaynakları itibariyle, nesnel düşüncelerimiz gibi zorunluluk karakterine sahip değildirler. Bu düşünceler, özgürlükten doğar ve gerçek âlemde gerçeklenmeye eğilim gösterirler. Bundan da felsefeye düşen ikinci bir görev çıkar ki, o da, düşüncenin dışsal gerçekliği nasıl değişkelere uğrattığını (tadil) açıklamaktır. Bu problemin çözülmesi, özgürlüğün nasıl olağan olduğunu, araştıran pratik felsefeyi meydana getirir.

Fakat, bu iki problemi çözmek isterken iki çelişikliğe düşülür: Birincisine göre düşünceler, bizden mutlak surette bağımsız olan konularına göre belirlenmiştir; ikincisine göre düşünce,, dış âlem üzerinde işlemek ve onu düşüncelere göre değişkeye uğratmak iddiasındadır. Bu çelişiklik, gerek bilginin, gerekse iradenin gerekliğini tehlikeye uğratmaz mı?.. Öyleyse, bu iki sorun, şu sorunun hükmü altındadır: Nasıl oluyor da düşünceler, nesnelere ve nesneler düşüncelerimize karşılıklı olarak uygun oluyorlar?.. Bu problemi çözmek için, gerçek âlemle ülküsel âlem arasında bir öncel (ezelî) ahenk kabul etmek gerektir ve bu ahengin kendisi de nesnel âlemi oluşturan faaliyetin iradede kendini gösteren faaliyetle ilkel olarak özdeş bulunduğunu varsaymayı gerektirir. Bu tek ve özdeş olan faaliyet, gerçek âlemde bilinçsiz olarak zihinsel ve ahlaksal âlemde ise, bilinçli olarak üretici olduğu kabul edilirse, çelişiklik çözülmüş olur. Fakat bu kez de, ben'in nasıl oluyor da, özne ile nesne, zihinle doğa arasındaki bu öncel ahengin bilincine sahip olabildiğini çözmek gerekir. Bu, bize, doğada düşüncenin zorunlu ve kör hareketiyle oluşturulmuş olmasına karşın, düzenle (nizam) bilgelik ve uyarlıkla (convenance) dolu olan bir bütünlülük gösteren teleolojinin (teleologie - erekbilim) verdiği sonuçtur. Nihayet bir faaliyetin nasıl olup da hem bilinçsiz olarak üretici olabildiğini anlamak için kendimizde buna benzer bir faaliyeti aramak gerektir. Sanat ve deha faaliyeti bu türdendir ki, bunların eserleri hem doğanın hem de özgürlüğün ürünüdür. Dehâda mutlak, kendini hareket ettirdiği gibi, dehayı hareket ettirerek kendisi de tüm gerçekliğiyle ortaya çıkar. Gerçekten deha, ne doğayı oluşturan kör faaliyettir; ne de ahlaksal âlemi yaratan özgür ve bilinçli faaliyettir; deha, bunların ikisini de kapsar. Bu suretle sanat, hem gelişmenin son sınırıdır, hem de gelişmeyi örten peçeyi kaldırma gücüdür. Sanat felsefesi de, hem sistemin tacı, hem de genel olarak felsefeyi kurma aracısı olmuş olur. Felsefenin kendisi de bir çift eylemin ürünüdür: Biri, zihnin kendi kanunlarına göre ve zorunlulukla gelişmesine hizmet eden eylem; diğeri, düşünen öznenin bu düşünme hareketinin bilincine sahip olduğu düşünmedir (reflexion). Felsefe de sanat gibi, bir üründür; yalnız sanatta üretici kuvvet dışa taşar ve eserlerinde düşünür; felsefe ise, tamamıyla içseldir ve zihinsel sezgi içinde düşünür. Deneyüstü ülkücülük, gelişmesinin en son evresine dek bilinç tarihidir; onu estetik sezgi açıklar ve yüceltir. Schelling, eserinin 'Sonuç'unda der ki, "Deneyüstü ülkücülük, sanatın oluşturduğu faaliyette doğal ve dolaysız bilinçten başlayarak mutlak bilince dek, daima daha yüksek bir güç kazanmış olan nefis sezgisine dayanır".

1-2-3-4

Schelling felsefesi üzerine - 4

SCHELLING’ İN ERKEN DÖNEMİNDE KURGULADIĞI SİSTEM

Görülüyor ki, Fichte ve Schelling'in sisteminde deneyüstü felsefenin büyük problemi, dışardan hiç bir etki almaksızın düşünen öznenin sırf kendi gelişmesi sayesinde, gerçek âleme tekabül eden bir ülkü (ideal) âleminin nasıl oluştuğunu göstermektir; o suretle ki, gerçek âlemin organlaşmasındaki türlü dereceler, deneyin vermiş olduğu şekilde olmak koşuluyla nefis bilincinin tarihinde gerçek olarak tasarlanmış olsun. Tanrı'da ise, düşünce dolaysız olarak yaratıcıdır. Fakat insanda sadece tasarımsaldır (representatif). Fakat düşünce, gerek mutlak zihinde, gerek insanda tasarımsaldır. Bununla birlikte düşünce, gerek mutlak zihinde, gerek insanda tamamıyla yetkin bir surette özdeştir. Bu itibarla, bilincin gelişmesinde maddenin ve organik varlıkların gerçeklikte oluştuğu anlara tekabül eden anlar (moments) vardır. Schelling'in inşa etmek dediği şey budur. Bunu daha iyi anlamak için bir örnek olarak, onun maddeyi nasıl inşa ettiğini görelim: Ben' in biri öznel ve ülküsel, diğeri nesnel ve gerçek olmak üzere iki faaliyetinin sürekli karşıgelimi (antagonisme) sayesinde, ülküsel amacı mutlak bir bireşim (sentez) olan sürekli bir edimler serisi meydana gelir. Bilincin bu gelişmesinde üç dönem görülür:

1 - İlkel duyumdan hareketle üretici sezgiye;

2 - Üretici sezgiden düşünmeye;

3 - Düşünmeden iradeye geçme dönemleri.

Madde, bu üç dönemin birincisinde oluşur ve bu yapım (construction - inşa), nefis bilincininki kadar edimlerden ibaret olan üç momanla (an) ifade edilir. Ben'e karşıt olan iki faaliyet, bir üçüncüsüne nüfuz etmek suretiyle ortak bir ürün, sonlu bir şeyi oluşturur: Bu, saptanılmış (fixe) karşıgelimdir. Ve 'ben', bununla kendisine sınırlanmış nazariyle bakar; işte iki faaliyetin denkleşmesinden oluşan bu ortak ürün, daha şekilsiz olup, var olmayan saf maddedir: Bu, daha asıl ve bağımsız madde değildir. Ben'in olumlu madde gibi bir şeyleri algılaması için, onun kendi özel ürününü bir dış gerçeklik gibi hissettiği ve sınırladığı bir kendinden şeyi (chose en soi) koyması gerektir. Bu kendinden şeyle sezgisel ben arasındaki karşıtlık, bir kez yerleştikten sonra —ki bu karşıtlık sayesinde ilk ben, özne ile nesne olarak ikiye bölünür— biri 'ben', diğeri 'şey' olmak üzere iki faaliyet kendini gösterir. Bunlar bir arada yarış halindeki maddedir. Madde ise, sönmüş ruhtur. Schelling aynı esaslara dayanarak doğanın ilerlek çalışmasında öyle bir an kabul eder ki, bu anda doğa, organik ve canlanmış doğa halini alır. Bu itibarla, bilinç olaylarının tümdengeliminde hayvan ruhunun niteliğini açıklayan bir an gelir. Hayvanlarda zihinsel gelişme asla sabit bir noktaya ulaşmış değildir.

Bu sistemde her şey, sezgidir ve iradenin kendisi de en yüksek güce sahip olan bir sezgidir. Ben, gelişmesinin bu derecesinde, bilinç ve özgürlükle üreticidir; bundan ikinci bir doğa, ahlaksal âlem oluşur. Fakat özgürlük, bu ada lâyık değildir; zira o, zorunlu bir gelişmenin ürünüdür.

Schelling'in burada tarih felsefesine dair verdiği düşünceler önemlidir. Ona göre, tarih'in amacı, üç dönem içinde, bir ülkünün sırayla tür tarafından gerçeklendirilmesidir. Birinci dönemde egemen ilke, kader şeklinde gözükür; ikinci dönemde, doğa ya da zorunluluk olarak; üçüncüde ise, kayra (providence) şeklinde belirir ki, bu üçüncüde Tanrı olacaktır. Böylece, insanlığın tarihi, kayra olmayınca ancak insan bilincinde gerçeklenir. Tanrı, insan ruhunda, en önce kader şeklinde bulunur; tür' ün ilerlemeleri içinde gerçeklendirmeye eğilim gösterdiği bu ahlaksal düzenin kurulmasından sonra, belirli olarak, gerçek Tanrı olabilir.in özeti budur. Fakat sonra bunu hem şekil, hem esas itibariyle şu eserlerinde değiştirmiştir. Felsefe sisteminin şerhi (Spekülatif Fizik gazetesinde, cilt II, 1800-1803); G. Bruno, Eşyanın Tanrısal ve Doğal İlkesine Dair Diyalog (1802); Akademik Etütlerin Yöntemine Dair Dersler (1803); Felsefe ve Din (1804); Doğa Felsefesine Girişe Yarayan Özdeyişler (Tıp yıllıklarının 1. cildinde, 1806); Doğada Gerçeklik ve Ülküselin (ideal) İlişkisi (1806); Plastik Sanatların Doğayla İlişkisine Dair (1807); İnsel Özgürlüğün Özüne Dair Felsefesel Araştırmalar (1809). Bu son ikisi, felsefesel eserlerinin birinci cildine eklenmiştir.

MUTLAK AKIL

Schelling, 1809'dan 1815'e dek Jacobi'nin 1812'de yaptığı suçlamalara karşı felsefesini din bakımından savunan bir yazıyla Samothrace'ın Kerameti (1815) adlı, felsefesel mitolojiye dair bir eser yayımladı. Burada, tüm bu eserlerin, genel olarak felsefeye, felsefe tarihine, tarih felsefesine ve doğa felsefesiyle sanat felsefesine, ahlâk ve din felsefesine dair dikkate değen düşüncelerini özetlemeyi yeter bulacağız:

Felsefe Sisteminin Açımlanması (Şerhi) adlı eserinde Schelling, doğa ve ruh felsefesindeki ortak esası göstermeye çalışır; ve sistemini, Fichte'nin, "Ben, her şeydir" iddiasında olan öznel ülkücülüğüyle karıştırmamak koşuluyle, kendi sistemine de, gerçekçilikle ilgili olduğu halde, ülkücülük denilmesini ister; ve ben'in nesne olan ülkücülüğüne göre, her şey ben'dir, diyerek Spinoza'nın yöntemine yakınlaşır. Onun bu eserindeki önermelerden birkaç parça verelim:

"Felsefenin görüşü, mutlak akıldır; yani, öznel ve nesnel'in toptan ilgisizliği gibi sayılan ve düşünen özneden soyutlanmış olan akıldır"; "Akıl, mutlak surette bir ve kendi kendisiyle özdeştir. Onun en yüce kanunu ve var olan her şeyin kanunu, özdeşlik kanunudur; çünkü, onun dışında hiç bir şey yoktur"; "Tek mutlak bilgi, mutlak özdeşliktir; mutlak özdeşlik ise, sonsuzdur, ebedîdir ve değişmez"; "Kendinden olan hiç bir şey doğmuş değildir ve kendinden hiç bir şey sonlu değildir"; "Mutlak özdeşliğin ilkel bir bilgisi vardır; o, dolaysız olarak A = A önermesiyle birlikte konulmuştur. Mutlak özdeşlik, kendini sonsuz ve hem özne, hem de nesne olarak koymadıkça sonsuz bir tarzda tanıyamaz. O, kendinden özne ya da nesne değildir; fakat şekli içinde özne ve konu'dur. Özne ile nesne arasında ancak bir nicelik farkı vardır"; "Mutlak özdeşlik, mutlak bütünlük ve evrendir; özü itibariyle o, evrenin her bölümünde aynıdır. Bireysel olan hiç bir şeyi kendinden, kendi varoluşunun ilkesi değildir"; "Bir maddeden başkası yoktur; o, kendinden bircinstendir; sonsuz bir mıknatıs gibidir; her maddede bütün diğerleri güç halinde gizlidir. Mıknatıslama, her oluşumun koşuludur. Doğal mıknatıs, demirdir ve tüm diğer cisimler başkalaşmadan (istihale) ibarettir. Cisimlerdeki farklar, sadece evrensel mıknatısta tutmuş oldukları yerden gelir"; "Işın, ikinci kuvvetten (A,) saf maddedir. O, mutlak özdeşliğin varoluşudur"; "Üçüncü kuvvetin (A,) ürünü, organizmadır ki, bu çekimle bağdaşmış ışındır. Düşüncenin kendisi de, ışının son gelişmesinden başka bir şey değildir. İnsanın beyni, dünya üzerinde organik başkalaşmaların son noktası olan çiçektir. Edimsel olarak organlaşmamış olan doğa, organik gelişmelerin tortusundan başka bir şey değildir".

‘’Doğa Felsefesine Dair Düşünceler’’ adlı eserinin ikinci baskısında (1803), Schelling, bu düşünceleri başka tarzda ifade etmiştir ve demiştir ki, her felsefenin koşulu, mutlak ülküselle (ideal), mutlak gerçekliğin özdeşliğine ve mutlak'm dışında bağıntılı ve olaysal bir gerçeklikten başkasının bulunmadığına kanaat etmektir. Mutlak, saf özdeşliktir; öznede ve nesnede, ruhta ve doğada özlerin yapımını olağan kılar (adı geçen eser, s. 535 vd.). Madde ve şekil olan ebedî bilgi edimidir. Mutlak'ta üç eylem ya da birlik ayırt edilebilir:

1- Mutlak'ın sonsuz kapsamına nesnellik, sonlu bir âlem ya da doğa şeklini veren eylem veya birlik;

2- Nesnellik ya da şekli, öz, öznellik veya ülküsel (ideal) âlem haline getiren eylem yada birlik;

3- Üç birliğin bütünü olan saf mutlak'la özdeşliği kuran eylem ya da birlik.

Kendinden şeyler, ebedî bilgi edimi içinde düşüncelerdir ve mutlak içinde düşünceler de tek ve aynı düşüncedir ve her şeyde özünlü olarak (intrinsequement) bir tek ve aynı özdür. İki âlemden her biri, mutlak'tan ayrı olan tasarım, aynı niteliktedir ve 'tasarım güç' adı verilebilen aynı üç birliği içine alır. Bundan, doğanın ülküsel âlemle paralel olarak geliştiği, iki âlemin de esasta özdeş olup ikisi birlikte bir tek ve aynı sistemi oluşturduğu sonucu çıkar. Başka bir yerde de, Schelling felsefesinin tek konusu olan mutlak, der, düşüncelerin düşüncesidir. (Bu tanım daha önce Spinoza'da 'idea idearum' ve Hegel'de 'somut mutlak düşünce' şeklinde kullanılmıştır). Mutlak bilgi, şekillerin şekli, ebedî olarak Tanrı'dadır. Tanrı'nın kendisi de, kendisiyle özdeş olan mutlak'ın kızıdır. Bu kızı tanımak demektir.

1-2-3-4

Jurgen Habermas ile bir söyleyişi

89. doğum günü arifesinde, dünyanın yaşayan en saygın düşünürlerinden biri, milliyetçilik, göç, internet ve Avrupa da dahil olmak üzere, zamanımızın tartışmalı konularındaki görüşlerini Starnberg’deki evinden aktarırken gayet dinç görünüyor.

Münih’ten yaklaşık 50 kilometre uzakta, Alplerin eteklerindeki Starnberg Gölü’nün etrafına inşa edilen dağ evlerinden biri hemen dikkat çekiyor. Kocaman pencereleri olan bu beyaz ev, Heidi’nin topraklarında rasyonalizmin mimarideki izdüşümü, Bauhaus modernizmi ve Bavyera’nın sabit muhafazakârlığının ortak bir tezahürü. Mavi kapının üzerindeki küçük bir beyaz plaka, bu evin Düsseldorf doğumlu düşünür Jürgen Habermas’a ait olduğunu doğruluyor. Seksen dokuzuncu doğum gününe yaklaşırken bile, olağanüstü çalışmaları sayesinde, dünyanın en etkili filozofları arasında Habermas’ın yeri çok sağlam.

Altmış yıldan uzun süredir eşi olan tarihçi Ute Wesselhoeft evin kapısını açıyor ve küçük koridoru gözler önüne sererek kocasına sesleniyor. “Jürgen! İspanyalı adamlar geldi!” Ute ve Jürgen, filozofun Max Planck Enstitüsü’ne katıldığı tarih olan 1971’den beri bu evde yaşadılar.

Theodor Adorno’nun öğrenciliği ve yardımcılığını yapmış, Frankfurt Okulu’nun ikinci kuşağı olarak tanımlanan çevrenin seçkin üyelerinden, Frankfurt Goethe Üniversitesi’nde felsefe profesörü olan Habermas, pencereleri ormana bakan, adına çalışma odası dediği biraz düzensiz kâğıt ve kitap yığını arasından çıkıyor.

Odaya beyaz ve toprak sarısı hâkim. İçeride Hans Hartung, Eduardo Chillida, Sean Scully ve Günter Fruhtrunk’un eserlerini de içeren küçük bir modern sanat koleksiyonunun yanı sıra, Jorge Oteiza ve Joan Miró’nun heykelleri mevcut. Miró’nun heykeli, Habermas’ın 2003’te kazandığı Asturias Sosyal Bilimler Ödülü’yle birlikte verildi. Kitap raflarında Goethe ve Hölderlin’in, Schiller ve von Kleist’ın ciltlerine, Engels, Marx, Joyce, Broch, Walser, Hermann Hesse ve Günter Grass’ın eserleri eşlik ediyor.

Kendisi de 20. yüzyılda sosyoloji ve siyaset bilimi alanında önemli eserler veren Habermas, El País ile son altmış yıldır onun kafasını yoran konularla ilgili konuşuyor. Vakur bir duruşu var, sağlamca tokalaşıyor ve, gür beyaz saçlarının verdiği dede havasına rağmen, gayet öfkeli. “Evet” diyor, “dünyada olan bazı şeyler beni hâlâ sinirlendiriyor. Gerçi bu kadar da kötü bir şey değil herhalde, ne dersin?”

Habermas damağı yarık olduğu için konuşmakta güçlük çekiyor. Ama onu iletişim hakkında daha derin düşünmeye iten de bu. İletişim, ona göre, toplum hastalıklarının en azından bir kısmını tedavi etmek için şart. Konuşmamız sırasında bir ara, yaşlı profesör şevkini kaybediyor ve pencereden dışarı bakarak mırıldanıyor: “Artık fazla büyük odaları ve konferans salonlarını sevmiyorum. Öyle bir kakofoni oluyor ki içim sıkılıyor.”

İşine bağlı entelektüel sayısında azalma olduğu artık sıkça dillendiriliyor. Peki sizce, “Bu konu entelektüel çevrenin dışına nadiren çıkıyor” demek haksızlık mı?


Habermas: Fransız modeline göre, Zola’dan Sartre’a ve Bourdieu’ya kadar, kamusal alanın entelektüel için vazgeçilmez bir yeri vardır, her ne kadar kırılgan yapısıyla şu sıralar giderek zayıflasa da. Şu bilindik nostaljik soru –Tüm entelektüeller nereye gitti?– amacın dışına çıkıyor. Eğer fikir aşılayabileceğiniz okurlarınız yoksa, işine dört elle sarılan entelektüelleriniz de olmaz.

İnternet sizce geleneksel medyayı destekleyen insan sayısını azalttı mı? Ve bu durum, filozofları, düşünürleri olumsuz yönde etkiledi mi?

Evet. Heinrich Heine’den beri, liberal kamusal alanın klasik düzeniyle birlikte, entelektüel dendiğinde akla gelen değer yüceldi. Bununla birlikte, mantıksız sosyal ve kültürel varsayımlarla, esas olarak da “son dakika haberciliği”yle bu durum değişebiliyor. Saygın gazeteler ve medya kuruluşları, halkın büyük kısmının dikkatini siyasi fikrin oluşmasıyla ilgili konulara çekebiliyorlar. Ve ayrıca siyasete ilgi duyan, eğitimli, fikir oluşturmanın ne kadar zorlu bir süreç olduğunun bilincinde olan ve kaliteli, bağımsız yayınları okumaya vakit ayıran bir okur kitlesi olup olmaması da duruma doğrudan etki ediyor.

Bugünlerde bu altyapı o kadar sağlam değil, her ne kadar benim bildiğim kadarıyla İspanya, Fransa ve Almanya gibi ülkelerde hâlâ var olsa. Ama buralarda bile, internetin parçalayıcı etkisiyle birlikte geleneksel medyanın rolü değişti, özellikle de genç kuşaklar için. Yeni medyanın kutuplaştırıcı, tahrik edici eğilimleri görülmeden önce bile, kamu dikkatinin ticarileştirilmesi zaten kamusal alanın çözülmesini tetiklemişti. Buna güzel bir örnek ABD ve oradaki özel televizyon kanallarının müstesna kullanımı. Şimdiyse, yeni iletişim yöntemleri çok daha sinsi bir ticarileştirme modeline sahip; bu modelde hedef açık bir şekilde tüketicinin dikkati değil, kullanıcının kişisel profilinin ekonomik bakımdan istismarı. Müşterilerinin kişisel bilgilerini onların haberi olmadan çalıp, onları daha etkili şekilde manipüle edebilmek için kullanıyorlar; hatta bunu bazen sapıkça siyasi amaçlarla yapıyorlar, tıpkı son Facebook skandalında olduğu gibi.


Bariz avantajlarına rağmen, internetin yeni bir cehalet türünü teşvik ettiğini düşünüyor musunuz?

Yani devasa şaibeleri, balonları ve Donald Trump’ın tweet’lerindeki yalanları mı kastediyorsunuz? Bu kişinin kendi ülkesinin siyasi-kültürel seviyesinin altında olduğunu bile söyleyemezsiniz. Trump bu seviyeyi kalıcı olarak yok ediyor. Basılı sayfanın icadıyla birlikte herkesin potansiyel bir okur haline getirilmesinden sonra, tüm nüfusun okur-yazar olması asırlar aldı. İnternet hepimizi potansiyel yazarlar haline getirdi ve henüz yarım asırlık bile değil. Belki de zamanla sosyal ağları uygar şekilde yönetmeyi öğreneceğiz. İnternet şimdiden güvenilir bilginin ve makul fikirlerin paylaşıldığı, işlevsel alt kültürler yarattı. Üstelik bu üretim, bu yolla akademik işleyişi kuvvetlendiren bilimsel blog’larla da sınırlı değil. Örneğin nadir görülen bir hastalığı olanların kullandıkları forumlar, farklı kıtalarda aynı durumdaki diğer kişilerle iletişime geçmelerine ve birbirlerine deneyimlerini, tavsiyelerini aktarmalarına yardımcı oluyor. Hiç şüphesiz, internetin iletişim bakımından muhteşem faydaları var; yalnızca borsa simsarlığının ve spekülasyonun hızını artırdığı için de değil. Ben, yeni medyanın doğurduğu kültürel dürtüyü yargılayamayacak kadar yaşlıyım. Ama bunun insanlık tarihindeki medya devrimleri arasında ilk kez, öncelikle kültür yerine ekonomi çevrelerine hizmet etmesi canımı sıkıyor.

Teknolojinin günümüzdeki baskın manzarasında, felsefenin geleceği nedir?

Ben şu antika görüşe sahibim ki, felsefe Kant’ın şu sorularını cevaplandırmaya çalışmaya devam etmelidir: Ben ne bilebilirim? Ne bilmeliyim? Ne bekleyebilirim? İnsan olmak nedir? Ancak, felsefenin bildiğimiz şekliyle bir geleceği olduğundan emin değilim. Bugünlerde, yükselen uzmanlaşma modasını izliyor, tıpkı tüm disiplinler gibi. Ve bu bir çıkmaz sokak, çünkü felsefe bütünü açıklamaya çalışmalı, kendimizi ve dünyayı anlama şeklimize mantıksal bir açıklama getirilmesine katkıda bulunmaya çalışmalı.

Eski Marksizm bağlantınızı koruyor musunuz? Hâlâ solcu musunuz?

Ben altmış beş yılımı üniversitelerde ve kamusal alanda sol görüş için çalışmakla, savaşmakla geçirdim. Eğer çeyrek asrımı Avrupa Birliği’nin siyasi entegrasyonunu büyütmesi için geçirdiysem, ancak ve ancak bu örgüt sayesinde kapitalizm pervasızlığının kontrol altına alınabileceğini düşündüğüm içindir. Kapitalizmi eleştirmeyi asla bırakmadım ama saygısızca eleştirilerin yetersiz kaldıklarının da hâlâ farkındayım. Ben nişan almadan ateş eden entelektüellerden değilim.

Kant + Hegel + Aydınlanma + inancı yitirilmiş bir Marksizm = Habermas. Bu doğru mu?

Eğer bunu telgraf üslubuyla ifade etmek isterseniz, o zaman evet, ama Adorno’nun negatif diyalektiğinden de yok değil.

1986’da anayasal vatanseverlik diye bir siyasi kavram ortaya çıkardınız. Bugün, marşlar ve bayraklar içeren diğer sözde vatanseverliklerin yanında, sizin kavramınız adeta ilaç gibi duruyor. Anayasal vatanseverliği başarmanın çok daha zor olduğunu söyleyebilir misiniz?

1984’te İspanya Kongresi’ne bir konuşma yapmam için çağırılmıştım. Konuşmamdan sonra, eski ve ünlü bir restorana gittik. Hafızam beni yanıltmıyorsa, mekân Kongre ile Puerta del Sol’ün arasındaydı, sol tarafta. Aralarında ülkenin yeni anayasasının yazımında rol almış birçok sosyal demokratlar olan meşhur ev sahiplerimizle yaptığımız neşeli sohbetler sırasında, bana ve karıma söylenene göre, 1873’te İspanya Birinci Cumhuriyeti’nin ilanı için gizli plan o restoranda yapılmış. Bunu öğrenir öğrenmez, çok farklı bir his duymaya başladık. Anayasal vatanseverlik, düzgün bir arka plana sahip olmalıdır ki anayasanın ulusal bir başarı olduğunun her zaman farkına varalım.

Kendinizi bir vatansever olarak tanımlar mısınız?

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, geç de olsa istikrarlı bir demokrasiye kavuşan ve takip eden uzun kutuplaşma yıllarının ardından liberal bir politik kültüre kavuşan vatanımı seviyorum. İlk kez böyle bir şey söylüyorum ama bu manada evet, ben bir Alman vatanseveriyim, aynı zamanda Alman kültürünün bir ürünüyüm.

Onca göçmen akınına rağmen, Almanya hâlâ tekil bir kültüre mi sahip?

İkinci veya üçüncü kuşak Türk, İranlı, Yunan göçmenleri de barındıran kültürümüzle gurur duyuyorum. Bu insanlar arasından müthiş sinema yapımcıları, gazeteciler, televizyoncular ve hatta CEO’lar, işinin ehli doktorlar, usta yazarlar, siyasetçiler, müzisyenler ve öğretmenler çıkıyor. Dolayısıyla bu durum, bizim kültürümüzün hem ne kadar güçlü olduğunun hem de yenilenme kapasitesinin somut bir göstergesi. Göçmenler olmasaydı vardığımız noktada olamazdık ve onlara karşı sağcı popülist saldırgan tutum büyük bir saçmalık.

Din hakkındaki yeni kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz? Modern zamanların hastalıklarına bir çare olarak bakıldığında kazandığı sembolik değer hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kitap dinden çok felsefe üzerine. İnanç ve bilgi hakkındaki çok eski bir argümana dayanan post-metafiziksel düşünce, uzantılarıyla birlikte umarım ki bilimsel cephede seviyesi giderek düşen felsefenin aydınlatma işlevini unutmasını bir parça önleyebilir.

Dinden, dinlerden ve kültürel savaşlardan bahsetmişken, sizce bir medeniyetler çatışmasına doğru mu gidiyoruz?

Bana kalırsa, bu fikir tamamen yanlış. En eski ve en etkili uygarlıklar, Max Weber’in çalışmalarındaki metafizik ve büyük dinler ile betimlenmiştir. Hepsinin evrensel bir potansiyeli var, bu yüzden açıklık ve katılımcılık onlar için çok önemli. Şöyle bir şey var ki, köktendincilik tamamen modern bir olgu. Hem sömürgecilik, hem sömürgeciliğin sona erişi, hem de küresel kapitalizm bu sosyal kopuşa yol açtı.

Bir defasında, Avrupa’nın Avrupa’ya özgü bir İslam biçimi oluşturması gerektiğini yazmıştınız. Sizce bu halihazırda oluyor mu?

Almanya Federal Cumhuriyeti’ndeki üniversitelerimizde İslami teolojiyi de konulara dahil etmeye çalışıyoruz. Böylece din öğretmenlerini Türkiye’den veya başka yerlerden çağırmak yerine kendimiz yetiştirebiliyoruz. Ama bu süreç aslında göçmen aileleri toplumun bir parçası haline getirebilmekten geçiyor. Bununla birlikte, küresel göç dalgası başka bir mevzu. Göç dalgalarıyla başa çıkmanın tek yolu, insanların vatanlarındaki ekonomik sorunların halledilmesidir.”

Bu nasıl yapılır?

Küresel kapitalist sistem değiştirilmeyecekse bana sormayın. Asırlardır süren bir sorun bu. Uzmanı ben değilim ama eğer Stephan Lessenich’in Die Externalisierungsgesellschaft adlı kitabını okursanız, Avrupa’yı ve tüm Batı’yı sallayan bu dalgaların aslında kaynağının da buralar olduğunu göreceksiniz.

Avrupa’nın ekonomide dev, politikada cüce olduğunu söylemiştiniz. Durumun iyiye gittiğini söylemek pek mümkün görünmüyor; son zamanlarda Brexit’i yaşadık ve popülizm, aşırıcılık, milliyetçilik yükselişe geçti.

Avroya geçiş, parasal topluluğu kuzey ve güney olarak ikiye böldü; kazananlar ve kaybedenler yani. Bunun nedeni şu: Ulusal ekonomik bölgeler arasındaki yapısal farklılıklar, eğer siyasi birliğe yönelik herhangi bir ilerleme kaydedilmezse birbirlerini telafi edemezler. Tekil işgücü piyasasında hareket kabiliyeti ve ortak bir sosyal güvenlik sistemi gibi emniyet faktörleri mevcut değil. Avrupa’da ortak bir mali politika yürütme gücüne de sahip değil. Bir de küresel pazarda ulus devletlere bağımlılığı kuvvetlendiren Avrupa anlaşmalarındaki neoliberal siyasi model var. Güney ülkelerinde gençlerin işsizlik oranı bir skandal. Eşitsizlik her alanda arttı ve sosyal yapıyı yozlaştırdı. Bireysel kazancı artıran liberal ekonomik model, duruma uyum sağlamayı başaranlara sıkı sıkıya tutundu. Kırılgan durumdaki kişiler arasındaysa gerici eğilimler, mantıksız ve benliğe zarar veren öfkeli tepkiler yayılıyor.

Katalunya’nın bağımsızlığı konusunda ne düşünüyorsunuz?

Katalunya gibi ilerici ve kültürlü bir toplumun Avrupa’da neden yalnız ilerlemek istediğini anlamıyorum. Durumun tamamen ekonomiyle ilgili olduğu hissine sahibim. Neler olacağını bilmiyorum. Siz ne düşünüyorsunuz?

Bence bağımsızlık arzusundan geri atım atmayacak, iki milyonluk nüfusa sahip bir topluluğu siyasi tecride mahkûm etmek pek gerçekçi değil. Kolay da değil. Sorun yarattığı çok açık.

Ulus devletlerin hiç olmadıkları kadar gerekli olduklarını düşünüyor musunuz?

Belki de bunu söylememeliyim ama bana göre, ulus devletler kimsenin inanmadığı ama son derece faydacı sebeplerle icat edilen şeylerdi.

Avrupa’nın yapısı konusundaki sorunlardan hep politikacıları sorumlu tutuyoruz ama sizce halkın da inançsızlığından dolayı biraz suçu var mı?

Şimdiye dek, siyasi liderler ve devletler AB projesini elitist bir tutumla yürüttüler, karmaşık soruların içine halkı dahil etmediler. Hissim şudur ki, siyasi partiler veya ulusal milletvekilleri bile Avrupa siyasetini oluşturan karmaşık materyale tam olarak hâkim değil. Merkel ve Schäuble kriz sırasında aldıkları önlemleri kamu huzurunda gerçekten emsal teşkil edecek şekilde, “Paranız annenize emanet,” sloganıyla savundular.

Almanya liderlik konumunu zaman zaman hegemonyayla mı karıştırdı? Ve bu durum, Fransa’yı nasıl bir konuma sokuyor?

Sorun kesin olarak şuydu ki, Almanya Federal Devleti’nde hegemonya kuracak tecrübe de kuvvet de mevcut değildi. Bu niteliklere sahip olsalardı, diğer ülkelerin çıkarları gözetilmeden Avrupa’nın bir arada tutulamayacağını bilirlerdi. Son yirmi yılda, Federal Cumhuriyet konu ekonomi olunca giderek daha çok milliyetçi bir güç gibi hareket etti. Macron da şimdi Merkel’i tarih kitaplarına nasıl geçmek istediğine karar vermesi için ikna etmeye çalışıyor.

Avrupa yapısı içinde İspanya’nın rolü nedir?

İspanya’nın Macron’u desteklemesi şart.

Macron da bir filozof, sizin gibi. Sizce siyaset ve felsefe birbirleriyle uyumlu şekilde işleyebiliyorlar mı?

Tanrı aşkına, lütfen filozoflar tarafından yönetilmeyelim! Tabii Macron saygı uyandırıyor, çünkü güncel siyasi ortamda, kendisinden başka siyasi bakış açısı edinmeye cesaret eden yok. Macron hitabet yeteneği yüksek bir entelektüel olarak, Avrupa’nın koyduğu siyasi hedefleri kovalıyor. Seçimlerin neredeyse çaresiz atmosferinde bile şahsi bir cesaret gösterdi ve cumhurbaşkanlığında yapacağını söylediği şeyleri şimdiye dek gerçekten de yaptı.

Ama tabii Macron’un bir ideolojisi var mı, varsa ne, bilmek imkânsız.

Haklısınız. Fransa Cumhurbaşkanı’nın Avrupa politikasının altında nasıl görüşlerin yattığını hâlâ bilemiyorum. Acaba benim umduğum gibi, sol eğilimli bir liberal midir, bilmek isterim.

Kaynak: Jürgen Habermas:“Ben, nişan almadan ateş eden entelektüellerden değilim”

Pratik ahlakın tenkidi ve ahlak

Kant'a göre aklın iki tür buyruğu vardır. Bu buyruk­lardan bir bölümü şartlı diğeri ise şartsızdır. Mesela: "eğer sağlığını istiyorsan dengeli hareket et." buyruğu şartlı bir buyruktur ki önce varılması gereken gayeye ulaşmak için gereken şartı insana gösteriyor. Halbuki bazen insanın gayesini bilimden takip etmek zorunda olduğu yöntemler de vardır. Çünkü birinci önermede mutlaka bir çıkar gö­zetilmiş olduğu için onda, kesin ve çıkarsız, karşılıksız bir ahlâk temeli bulunmaz. Ahlâktaki görev esası ancak ikinci bölümden yani şartsız önermelerden ortaya çıkar. Mesela: "Sen kendi özgürlüğüne saygı duymak zorunda­sın." denildiği zaman buradaki "saygı" şartsızdır. İşte gö­rev demek böyle bir amaçtan dolayı insana yarar sağlayan şartlarla değil, belki doğrudan doğruya fayda veren bir öneri, daha doğrusu şartı ile amacı birbirinden ayrılma­yan bir haldir.

Bu bilindikten sonra sıra, bizzat kendisi, mutlak bir değere sahip olan ve bundan dolayı doğal olarak bizim için bir amaç oluşturan göreve gelir. Bu nedir ve nasıl be­lirlenir?

Kant'a göre bu dünyanın gerek içinde ve gerek dışında mutlak bir değere sahip yalnızca bir şey vardır. O da ger­çek bir irade ve hür bir muhakemedir. Hür muhakemenin diğer bir ismi de "iyi niyef'tir.

"İyi niyetteki iyilik ne onun sonucunda ve ne de ulaş­tığı amaçtadır. Tersine bizzat kendisinde yani "iyi niyet" olmasındadır. Olabilir ki iyi niyet düşünülmüş bir işi yapmaya büyük bir engel çıkar ve böyle bir düşünce gerçekleştirilmezse bundan dolayı iyi niyet sahibi hiçbir şey kaybetmez. Çünkü yukarıda da söylendiği gibi iyi niyetin değeri kendisindedir, sonucunda değil. Oluşacak sonucun yararlı ya da yararsız olması ona ne yeni bir değer katar ne de mevcut değerinden bir kısmını giderebilir."

İyi niyet aslında oldukça hür bir şey olduğu için ken­dinden başka hiçbir şeye borçlu olmadığı gibi, akli ve muhakemeye ait olduğundan dolayı kendisi gibi hür ve akli diğer arzular ile de uygunluk gösterir. İşte bu şekilde beliren özgürlük mutlak olarak kişiden de ayrılamaz, çünkü bizzat kişidir özgür olan. Şeyler ise öyle göreceli bir değere sahiptir ki hesap ve karşılaştırma yapılabilir. Hal­buki kişiler akıl ve hürriyete sahip olduğu için hesap ve karşılaştırma yapılamaz. Bütün insanlar birbirine eşittir.

Şimdi ahlâkı oluşturmayı düşünelim. Mademki akla ve muhakemeye ait bir iradeye sahibiz ve bunun da ger­çek bir değeri varsa bundan dolayı bir ahlâkî temel ilke oluşturabilecek kanun şu şekilde olur: "Hür, akıl ve mu­hakemeye sahip olmayı isteyeceksin". Şimdi burada iki problem var: Hürriyeti, akıl ve muhakemeyi emreden de yine hürriyet, akü ve muhakemedir. Şu halde ahlâkî ka­nun aslında hür olan bir kişiye yine hürriyet öneriyor. Daha doğrusu akıl ve hürriyet kendi kendini öneriyor ve dış engellerden kendini kurtarmak istiyor. Demek ki ga­yesi yine kendisi olduğu gibi kanunu da yine kendisinden çıkıyor. Bu ahlâkî kanunda, eylem ile hürriyet, yasal güç ile kanun, ortaya konulan ve ortaya koyma, hepsi aynı noktaya yöneltilmiş, birleştirilmiştir. Kant felsefesinde Autonomie olarak adlandırılan teori budur. Eğer böyle ol­mayıp da hürriyet ayrı, gayesi de ayrı olsaydı bundan çıkacak sonuç yabancı bir kanuna uymak daha doğrusu esaret olurdu. Böyle bir kanuna ise Heteronomie denir.

Bu durumda hürriyetin kesin kanunlarından Kant'ın çıkardığı ahlâkî kanun sonunda şu şekle gelirdi: "öyle bir şekilde davran ki hürriyetin ve muhakeme eden aklın hakim olsun. Yani gerek sende gerek diğerlerinde geçerli bir amacı görmek gerektiğinde bu amaç yalnız insanlık ol­sun".

Diğer insanlar da aynı bizim gibi hürriyete, akla ve muhakemeye sahip olduklarından bizim için de onlar bi­rer amaçtır, hiçbir zaman araç olamazlar. İşte esaretin bütün şekillerinin yasaklanması ve nefret edilmesinin ne­deni budur. Bu şekilde dikkate alınana bireylerden oluşan bir millet de aynı vasıflara sahiptir ve aynı Rousseau'nun dediği gibi böyle milletlerde birey, hem kanun koyucu hem uygulayıcı vasıflarını üstünde taşır. Hem hükümdar hem tebaadır.

Konuyu bu noktaya kadar getiren Kant, meydana çı­kardığı ahlâkî kanunu bir kere daha değiştirmiş ve aşağı­daki şekle sokmuştur: "hürriyet, akıl ve muhakeme ülkesinde hem kanun koyucu hem de o kanuna itaat edensin, ona göre hareket et!"

Şimdi konunun uygulama gününe gelelim: Hayat sa­hasında eylemlerimizin bu kanuna uyup uymadığını nasıl anlayacağız? Kant, bunun için de bir araç geliştiriyor. Her hangi bir eylemin ahlâkî yasaya uygun olup olmadığını anlamak için herkesin bu eylem için aynı görüşü belirt­mesi gerekir. Mesela; emaneti zimmetine geçirmek, bunu yapan kişinin akıl ve muhakemesine göre yararlı bir yasa gibi görülse de, diğer insanlara özellikle emanet eden kimseye göre hiçbir zaman faydalı bir kanun derecesine ulaşmaz. Bundan dolayı işlerimiz herkesin gözünde faydalı olduğu takdirde ahlâkî yasaya uygun, aksi halde ah­lâka aykırı olur. Bundan da bir kanun çıkar ki o da : "Ey­lemleriniz herkesin kabul edebileceği türden olsun" ka­nunudur.

Kant'ın ahlâk felsefesi şu şekilde özetlenebilir: "Kendi hürriyetine ve diğer insanların hürriyetine riayet et; çünkü hürriyet bir araç değil bir amaçtır ve kendisi bizzat bir değere sahiptir. Diğer bir ifade ile insanın şahsı mut­lak bir saygıya lâyık görülmelidir. Bu konuda gerek kendi şahsımız gerek diğer şahıslar tamamen eşittir."

Kant'a göre kişinin şahsına olan saygı, mutlaka göre­vin ahlâkî temeli olduğu gibi hakkın da ahlâkî temelini oluşturur.

İki eşit kanun koyma şekli vardır, biri ahlâkî ve içsel, diğeri adlî ve dışsaldır. Bu iki tür kanun koyma arasın­daki fark, hak ile ahlâk arasında da kendini gösterir. Hak, medeni ve siyasî kanunların temelini oluşturduğu gibi in­sanların dışa ait görevlerine ve bu işlem yönünden ortaya çıkan zor kullanma araçlarına da uygulanır. Bu tanıma göre hak, iki irade arasındaki ilişki, iki hür şahıs arasın­daki mücadeledir. Yani hak, hürriyetlerin birbirine karşı­lıklı saygısıdır. Bu ayrıntıdan aşağıdaki kanun ortaya çı­kıyor: "Dışa ait hareketlerinizde öyle bir tarz geliştiriniz ki senin özgürlük alanın diğerininki ile çakışmasın."

Kant, her haktan bir de zor kullanma aracını çıkardı­ğını söylüyor. Gerçekte hürriyete engel olan şeyleri zoraki gidermek de hürriyetin sonuçlarından birisidir, Bundan dolayı da hakka uygundur. Mesela: alacaklının borçluya karşı zor kullanması borçlunun hürriyetine ters değildir, aksine uygundur. Çünkü borçlu bu şekilde davranmaya önceden rıza göstermiştir, demek oluyor ki uygulanan zor kullanmayı alacaklı borçluya değil, belki borçlu kendi kendine uyguluyor.

Kant'ın en çok önem verdiği haklardan birisi de mülk hakkıdır. Bir mala, özellikle şu anda kullandığımız bir şeye nasıl ve ne hakla sahip oluyoruz. Kant'ın nazarında aslında bütün insanlar dünyanın ortak sahibidirler ve o dünyayı istedikleri gibi kullanmaya yetkilidirler. Fakat birtakım çekişmeler, karşılıklı iddialar, bu müşterek kullanımı imkansız bir hale getirdi. Bazıları haklarından vazgeçtiler ya da haklarını diğer haklarla değiştirdiler ve bu şekilde malların ve toprağın bir kısmı azınlığın eline geçti.

Uluslar arası haklara gelince Kant, bu konuda da medeni hukukun esaslarını ortaya koyuyor. Milletler kendi medeni haklarına sahip insanlardan oluştuğu İçin aralarında yine aynı hukuk geçerlidir diyor. Birtakım çe­kişmelere ve bu mücadelenin savaşla halledilmesine ge­lince, bunu da kişilerin mücadelesine uydurarak oldukça doğal karşılıyor. Savaşa son vermek için fertler arasındaki hak ilişkisinin, milletler arasında da olmasını öneriyor. Sonuçta ebedî barışın tesisi için çalışmayı İnsanlara yüce bir görev olarak gösteriyor. Aslmda kendisi bu konuda bir plan hazırlamıştır ve ebedî barışa temel olacak şekilde aşağıdaki şartları önermektedir:


1. Büyük ve küçük hiçbir devletin toprakları başka bir devlet tarafından ne zafer ne miras ne de başka bir yolla alınmayacaktır.

2. Daimî ordular yavaş yavaş kaldırılacaktır.

3. Herhangi bir milletin içişlerine müdahale yasaktır.

4. Her devlet kesinlikle cumhuriyet rejimi ile yönetil­melidir. Çünkü toplumsal sözleşme nazariyesinin tek uy­gulaması bu olduğu gibi bireylerin özgürlüğü ve eşitliğine en çok saygı gösteren rejim de budur.

5. İnsan hakları müstakil bir konfederasyon ve güçlü bir Birleşmiş Milletler tarafından takip edilmelidir. Bunun gibi kuruluşlar çeşitli devletler arasında -aynı İsviçre'de olduğu gibi- problemleri çözecektir.

Acaba bunun gibi şartlar üzerinde kurulu bir barış, hayali değil midir? Kant buna hayır diyor ve bunların ya­vaş yavaş gerçekleşeceğini söylüyor. Çünkü, ona göre bu­nun gibi sonuçlar yalnız hakkın değil, aynı zamanda ya­rarın (menfaat) da sonuçlarıdır. Bir gün gelecek ekonomik çıkarlar, savaşı kabul edilemez bir hale getirecektir. "İn­sanlardaki ihtirasın mekanizması da barışı ebedî kılacak bir niteliktedir."


Kaynak: Baha TEVFİK - YENİ AHLAK VE AHLAK ÜZERİNE YAZILAR

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP