Post modern çağda anarşist ahlak
|
Dave Baxter
Anarsizm, kendini insan özgürlügünün etik ideallerine derin bir baglilikla tanimlamaya çalisir. Geleneksel olarak bu, hareketin gücünün en büyük kaynagi olarak kabul edilir. Anarsistler radikal elestirilerini, modern devletin idari mekanizmalari ve kanun koyucularin insanlara uyguladiklari yipratma temelli baskici yöntemleri üzerine kurarlar. Özgür insan dogasinin ifade edilmesini etkili bir sekilde ezebilmek için devlet baskisi, bürokratik otoriterizm, ekonomik sömürü, ailevi ve cinsiyetçi egemenlik gibi araçlari içeren bir mekanizma olusturur. Bu nedenle anarsistler devamli olarak bu mekanizmanin süratli bir sekilde tarihin tozlu sayfalarina gömülmemesi gerektigini savunurlar.
Öte yandan bu ahlaki idealler siklikla anarsizmin en büyük zayifliginin da kaynagi olarak algilanmistir. Böylece hem sagdan hem de soldan gelen bu düsmanca elestiriler anarsizmin özgürlük anlayisi ve söylemini ahlaki yetersizlik ve sosyal düzensizlikle esitlemeye çalisarak anarsizmin tutumunu önemsizlestirmeye çabalamaktadirlar. Onlara göre anarsizm felsefesi kaos ve karisikligi savunmaktadir ve böylece, ciddi teorik ve pratik degerlendirmeleri haketmediginden kolaylikla gözardi edilebilir.
Tabii ki bu yargi, hareketin kuruculari tarafindan kararlilikla yalanlanmistir. Ve eger son dönemlerin bir takim sözde anarsistlerinin tavir ve davranislari olmasaydi, söz konusu yargi çoktan politik mitolojinin derinliklerine gömülmüs olacakti. Burada, potansiyel insan özgürlüklerini kutsarken bu yapilani dogru ve yanlis ahlaki kavramlar arasindaki farki kendi baslarina belirleyebilme hakki olarak algilayan bireyleri kastediyorum. Yani anarsist insanin özgürlük kavrami, ahlaki görecelik teorisine bagliligi gerektirir iddiasi yanlis ve basarisiz bir kavrayistir.
Tabii ki göreceli ahlaka inanç, anarsist hareketin saflariyla sinirlanmis degildir. Aksine bu doktrin bütün çagdas toplumlarda yaygin bir etkiye sahiptir. Bu etkiyi açiklamak için birçok sosyolojik ve psikolojik neden ileri sürülüyorsa da (örnegin; sehirlerdeki çürüme, aile biriminin çözülüsü ve kurumlasmis dinlerin ivme kaybetmesi) bunlarin hepsi su anda yüz yüze oldugumuz krizin teorik boyutlarini kavramakta basarisizdir. Bu kriz son dönemlerde moda olan entellektüel postmodernizm doktrini içinde gizlidir.
Postmodernizm son zamanlarda siklikla günlük konusmalarda ve makalelerde yeniden söz konusu olmaya baslayan bir terim. Maalesef bu terimin genel kullanim düzeyi ile terimin halk tarafindan kavrandigi düzey arasinda hemen hemen hiç bir iliski yoktur. Bunun nedeni, postmodernistlerin kendi aralarinda bile, postmodernizmin tanimi üzerinde ancak nadiren hemfikir olabildikleri olgusudur.
Bu baglamda postmodernizmin ihtimamli bir tanimini yapmaktansa bu doktrinin kanimca zararli olan sonuçlarini göstermek benim için daha önemli. Bu bahsettigim ikinci görevin üstesinden gelebilmek için postmodernist dünya görüsüne biçim veren felsefi öngörüleri enine boyuna düsünerek incelemek gerekmektedir.
Herhalde bu konuya yaklasmanin en iyi yolu dis dünyada dilin nasil anlasildigi üzerine birkaç söz köylemekle baslamaktir. Bunun ilk yolu, tek tek kelimelerin (örnegin agaç) bir simge olarak onlarin karsilik geldigi (anisal) zihinsel kavramlarin (agaç) ifade ettigi sey arasindaki uygunlugu tespit ederek anlasilmasi ve tahlil edilmesidir. Bu zihinsel kavramlar çevremizdeki gerçek, maddi agaci bazi felsefik özgün tutumlar içinde ifade eder. Simdi aslinda simgeler onlara karsilik gelen anlamlar arasindaki iliskinin keyfi oldugunu söylemek mantikli görünmektedir. Bunu baska bir sekilde söylersek, gerçek bir agacin dogasinda onun bu belirli isimle adlandirilmasi zorunluluguna ait hiçbir ima yoktur. Bu diger toplum ve kültürlerin, belirli nesneye farkli isimler vermeleriyle açikça gösterilebilir. (Fransizca’da “l’arbe” ve Almanca’daki “der baum” oldugu gibi) Fakat ayni sekilde bu belirli isimler günlük toplumsal konusmalarin bir parçasi olduklarinda isim (simge) ve kavram (ifade ettigi sey) arasindaki iliskinin sabitlestigi de açiktir.
Bu yoruma postmodernistler iki öneriyle yaklasmaktadir. Ilki, isaret sistemlerinin kullaniminin yalnizca Ingilizce, Almanca, Fransizca gibi yaygin diller içinde sinirlandirilmamis olmasidir. Postmodernistler daha ziyade, varligimizin bir bütün olarak sayisiz isaret sistemleriyle istila edildigini vurgulamaktadir. Ya da postmodernistlerin tercih ettigi tanimla “kod”lar (örnegin reklam, bilgi teknolojisi ve mimarlik) gibi her özel isaret çogulculuk söyleminini bir yaninin olusturur. Bu çogulculuk söylemi çagdas toplumsal yapinin temelini olusturmaktadir.
Ayrica daha da önemlisi postmodernistler, simgeler ve onlara karsilik gelen ifadeler arasindaki sabit ve duragan iliskinin varligini da sorgulamaktadirlar. Bu iddia çok önemli ve can alicidir çünkü ileri sürülen sey, objektif dünyaya herhangi bir anlamli geçis yapmanin ilkesel olarak mümkün olmadigi olgusudur. Aksine içinde bulundugumuz dünya isaret ve sekillerle rastlantisal bir evrendi. Bunlar ayni sistem içindeki diger simgelerle ilgileri dogrultusunda ya da diger simgelerle paralellik iliskileriyle var olurlar. Taninmis postmodernistlerden Jean Baudrillard’in sözleriyle “sonsuz temeli olmayan keyfi simgeler disinda hiçbir sey varolamaz”.
Dis dünyanin simge ve sekiller sistemi içinde erimesinin birçok önemli sonucu vardir. Bu sonuçlardan en özgün olani, geleneksel gerçek dünyayi tanimak adina epistemolojik iddialarimizi kökünden zayiflatmaktadir. Eger gerçek dünya birbiriyle ilintisiz sözlerden olusturulmus bir linguistik yapidan baska bir sey degisse, o zaman her belirli sözün digerleriyle ayni epistemolojik degere sahip oldugunu önermek olanakli hale gelir. Böylesine bir dünyada Einstein’in bilimsel teorilerinin Grimm’s hikayelerinden daha yüksek bir dogruluk degeri olamaz. Ayni sekilde Dostoyevski ve Tolstoy insanoglunun dogasini, yerel gazetemizin mizah sayfalarindan daha iyi anlamis olamazlar.
Eger dünya simgelerin sürekli bir etkilesimiyle olusuyorsa o zaman toplumun kültürel yapisini belirleyenlerin ilgi merkezleri simge ve isaretlerin etkili bir sekilde kontrol ve manipülesi konusunda yollar aramak Bu zaten reklam medyasi tarafindan organize edilen gösteri ve sovlarda gözlemlenmektedir. Basitçe anlatirsak, bu reklamlar bireysel konfor için gerekli olan hizmet ve ürünlerin tanitima yönelik degildir. Bu daha çok teknik ve psikolojik incelikleriyle düzenlenmis linguistik stratejinin birbirinden ayirt edilemeyen siralanmis mallarin sebepsizce ve sürekli bir biçimde tüketilmesi için istek yaratmaya yönelik bir seydir.
Buradaki problem Susan Sontag’in da isaret ettigi gibi insanin bu saldirilar düzleminde kisisel ve toplumsal degerlerinin gerçek anlamlarini yitirmeye baslamasidir. Örnegin ahlaki özgürlük artik dogruluk kavramlarini yani o bizim birbirimizle ve toplumsal hayatla olan iliskimizde ideal olani ifade etmemektedir. Bunun yerine özgürlük terimi, kapitalist yasam tarzinin esasi olan, mallarin olaganüstü miktarlardaki tüketimi olarak karsiligini bulmaktadir. Bu bakis, Ontario Piyango Idaresi’nin ‘bir dolara özgürlük” deyimi hatirlandiginda netlesebilir. Bu stratejinin altinda yatan ahlaki zorunluluk kavrami bundan daha açik bir sekilde ortaya çikamaz; mevcut kültürdeki simgeler ve imgeler tüketilmelidir ve bu bir kere yapilmaya baslandi mi artik durmaksizin mümkün oldugunca çok tüketilmelidir.
Ahlaki deger standartlari objektif olarak tayin edilebilir gibi bir objektif gerçeklik yoksa (ki bizim dogrularimiz bunun aksini iddia eder) o zaman olgu ve imgelem ile iyi ve kötü arasindaki farki nasil ve hangi temelde ayirt etmemiz beklenebilir? Postmodernistlere göre yanit onlarin deyimiyle “etkin” ya da “estetik söylem” yani sözün sanatsal ifadesinde yatar. Baska bir deyisle; sürekli ve zorlayici bir sekilde belli bir bakis açisinin dogru olarak kabul ettigi seylerin kelimelerle ifadesidir. Eger “Coca Cola” gerçek ise, bu sadece o holdingin daha iyi ve daha büyük reklamlarindan ötürüdür ve bu gerçek, “Pepsi” daha çarpici reklamlarla çikagelene dek varolmaya devam eder.
Is dünyasinin kar marjlarini en üst sinirlara çikarma girisimi, reklam etkinligini sinirlandirmaktan daha fazlasini gerektirir. Bu açik bir olgu iken bu doktrinin sonuçlarinin orada bitmeyecegini belirtmek önemlidir. Dogru ve ahlaki deger kavramlari söylemin gücü tarafindan ortadan kaldirildiginda, tarihin kendi revizyonu için eninde sonunda yol açilacaktir. Diger bir deyisle, Ernst Zundel ve David Irving gibi kisiler için imha propagandalari mümkün olmaya baslar.
Postmodern dünyada 6 milyon insan ölmedi çünkü böyle bir olaya karsi direnecek olanlarin sesi, kurbanlarin sesinden daha gür çikmaktadir.
Özellikle kendini radikal olarak tanimlayan akademisyenler arasinda postmodernizmi kapitalizmin toplumsal ve politik öngörülerine karsi militan bir saldiri olarak görmek gibi yaygin bir egilim vardir. Gerçeklerden böylesine uzak bir bakis açisi daha olamaz. Postmodernistler kapitalist düzeni yikmak, zayiflatmak geregini duymazlar. Tam aksine Jurgen Habermas’in dedigi gibi, teorik prensipler bu projeye biçim vermekte ve neo-tutuculugun sosyal ve ekonomik gündemini bütünlestirmekte, tamamlamaktadir.
Kabul edilmelidir ki, ilk bakista bunun üzerinde durulmasi gereken bir mesele haline geldigini anlamak zordur.
Bütün bunlardan sonra postmodernist bakisi biçimlendiren göreceli ahlak bu gündemin önemli prensiplerinden biriyle bagdasmamaktadir. 70’li yillarin ortalarindan beri Amerika, Ingiltere ve Kanada’daki yöneticiler vaatlerini “çaliskanlik, tasarruf, özdisiplin, aile degerleri, ailevi sorumluluklar” gibi kabul görür dogrular üzerine kurmaya basladilar. Ve bunun ardindan bu yaygin ahlaki normlara uymayanlari, issizleri, resmi olmayan birliktelikleri ve küçük yasta hamile kalanlari kabaca yargilamaya basladilar. Halkin ahlaki tutumundaki bu kusurlar neo-tutucu söylemin temel dayanagina karsi önemli bir ideolojik karsi koyus olarak algilanmalidir. Bu söylem özellikle, özgür rekabet ve karin sinirsizligi üzerindeki ekonomik ve politik sinirlamalarin kaldirmasini savunmaktadir. Bu, kamuya ait endüstriyel alanlarin insafsizca özellestirilmesi, pazarin denetlenmemesi, özellikle dis yatirimlar üzerindeki kontrolün kaldirilmasi, uluslararasi sosyal yardimlasma programlarinin kisitlanmasi, vergi yükümlülügünün zenginlerin lehine yeniden düzenlenmesi ve egitim ödeneklerinin kesilmesi anlamina gelmektedir. Bundan da öte, bu söylem sürekli bir issizlik tehlikesi tehdidini kullanarak sistemli bir sekilde sendikal hareketleri zayiflatmaya çalisarak itaatkar ve disiplinli bir isgücü olusturmaya çalismaktadir. En belirgin sekilde neo-tutuculuk, bütün toplumsal etkilesimin geleneksel formlarini ve insanoglunun toplumculuk duygularini, bireyin ekonomik hedonizmi lehine çürütmeye çalisir. Marks ve Engels’in sözlerinde oldugu gibi, kapitalizm, insanlar arasinda çiplak bencillikle, kati nakit ödemekten baska hiçbir bag birakmaz.
Degis tokus edilen degerler insan iliskilerini zayiflatir ve ahlak serbest piyasanini zorunlu isleyisinden ibarettir artik. Bu tutarsiz ahlaki davranislarin sahiplerinin, karlarini büyütmenin en kolay ortamlarini yaratabilmek için yillarca en genis anlamda yozlasmayi, dolandiriciligi, hirsizligi ve hilekarligi tesvik etmeleri is kültüründe görüldügünden daha açik bir sekilde hiçbir yerde görülmemistir. Bu uygulamalar halk kitlelerince farkedildiginde ise, “rekabetçi baski” gerekçesiyle hakli gösterilmektedir.
Son zamanlarda yaygin ahlaki iklim önemli bir dönüsüme ugramistir. Büyük is çevreleri simdi ahlaki prensiplerin cazibesini günlük aktiviteleri sirasinda kazançli bir sekilde kullanabileceklerini kesfettiler. Büyük sirketler simdi çevreyi koruma gibi toplumsal meselelerde duyarli bireylerden olusan yapilanmalar kurmaya baslamis görünüyorlar. Böylesine bir duyarlilik ve ilgi satis çizelgelerini etkiliyor ve kâr limitinin yükselmesini sagliyor olmali. Bu tavir giderek hevesle benimseniyor. Fakat son noktada bu tavrin basarisiz oldugu yerlerde bu ihmal edilebilmektedir.
Ahlaki degerlerin gerçek anlamda terkedilmesi yalniz sirketlerle sinirlanmamistir, aksine bu halk arasinda da karsilasilan bir durumdur. Degerler kisisel çikarlar için kurban edilmektedir.
Lorena Bobbit, Damien Williams veya Menendes kardesler isledikleri suçlardan ötürü pismanlik göstermeyi reddettiklerinde halk, kisinin rengi, cinsi ve yetisme kosullarinin bu kisinin yaptiklarinin özrü olarak nasil sunuldugunu gördü. Ayni sekilde muhafazakar lider Kim, TV ekranina çikip yumusak bir edayla Kanada tarihinin en büyük seçim yenilgisinin bütün sorumlulugunu inkâr ederken halka kisisel sorumluluklarin, politik ahlak açisindan degerlendirilemeyecegini gösterdi. Bu örnekler çogaltilabilir, fakat genel ders belildir: Basitçe, ne zaman bizim geleneksel ahlaki degerlerimizin temel ilkelerinden dogru ve yanlis tasarimlarinin iliskisini kesersek, bunlari birbirinden ayirirsak ahlaki sorumluluk kavramlari yok olmaya baslar. Bunlarin hepsi kisisel çikarlarin bencilce hesabinda yatar. Daha önce de belirtildigi gibi anarsist hareket her zaman kapitalist toplumun elestirisini bireysel ve toplumsal özgürlük idealinin etkili temelinde yapmaya çalisir. Böylece bu idealin aslinda nasil varoldugunu net bir sekilde anlamak önemlidir. Birçok anarsist için bu ideal her tür devlet baskisina, ekonomik sömürüye, kisinin beden ve zihnine yönelik saldirilara karsi özgürlük olarak yorumlaniyor. Fakat geleneksel olarak “negatif” özgürlük olarak tanimlanan bu özgürlük, anarsist söylemin sadece bir yanini teskil eder. Esit derecede bir çarpicilikla “pozitif” özgürlük kavrami da vurgulanmaktadir. Bu ikinci kavrayis anarsist terminolojide, insanligin yeni ve özgürlestirici bir toplumsal yapi yaratmak için etkin bir sekilde uygulayacagi özgürlüklerin ve haklarin ayrimlandirilmasi biçiminde ele alinmaktadir. Buradaki temel zorluk, ana hedefleri, anarsist projeye tezat olmak olan diger felsefelere hizmet eden haklar ve özgürlüklerin ayirt edilmesidir. Örnegin postmodernist idealdeki kisisel istek ve tutkularin tatmini anlamindaki bireysel pozitif özgürlük. Anarsizmin bu yönünü ahlaki eylem belirler. Bunun için de bireysel ihtiyaçlar genis kitlelerin mutluluk ve özgürlükleri gözönünde bulundurularak belirlenir. Kisaca anarsizm, kapitalizm ve postmodernizmin siddetle yok etmeye çalistigi bireysel ve toplumsal ahlaki idealleri açiga çikarmaya çalisir.
Bu durumun karistirildigi bellidir, anarsistler dogru ve yanlisi tespit ederken bireysel davranmanin ahlaki sorumlulukla ilgili bir mesele oldugu varsayimini görmezlikten geldiklerinde sinifsal temelli kapitalist yönetim kültürünün sürekliligine hizmet ederler. Anarsistler, ahlaki degerlerin sosyal adalet baglariyla köklestirilmesi gerektigini farketmekte basarisiz olduklarinda daha özgür ve daha iyi bir toplum yaratmak için üzerinde durduklari zemini bütünüyle kaybetmis olacaklardir. Anarsistler kendi bireyselliklerinden baska bir seyle ilgilenmediklerini savunurlarsa anarsizmi toplumsal ve tarihsel bir proje olmamaya mahkum etmis olurlar.
Sonuç olarak, anarsistlerin her zaman pratikte etkili ve ahlaki olarak kabul edilebilir bir strateji konusunda problemleri oldugu görülmektedir. Bütün bunlar burada yeterince üzerinde durulamayacak denli zor sorunlardir. Fakat açik olan su ki; söz konusu strateji, insan varligini biçimlendiren, etik degerlere karsi engin ve derin bir saygi tasimalidir. Mevcut sistematige ve onun bahsettigimiz degerlere yönelik merhametsiz saldirilarina karsi direnmek ce sur ve devrimci bir harekettir.
Kaynak: ‘Kick it Over’ Dergisi Temmuz 95 tarihli 35. sayısından alıntıdır.
Anarsizm, kendini insan özgürlügünün etik ideallerine derin bir baglilikla tanimlamaya çalisir. Geleneksel olarak bu, hareketin gücünün en büyük kaynagi olarak kabul edilir. Anarsistler radikal elestirilerini, modern devletin idari mekanizmalari ve kanun koyucularin insanlara uyguladiklari yipratma temelli baskici yöntemleri üzerine kurarlar. Özgür insan dogasinin ifade edilmesini etkili bir sekilde ezebilmek için devlet baskisi, bürokratik otoriterizm, ekonomik sömürü, ailevi ve cinsiyetçi egemenlik gibi araçlari içeren bir mekanizma olusturur. Bu nedenle anarsistler devamli olarak bu mekanizmanin süratli bir sekilde tarihin tozlu sayfalarina gömülmemesi gerektigini savunurlar.
Öte yandan bu ahlaki idealler siklikla anarsizmin en büyük zayifliginin da kaynagi olarak algilanmistir. Böylece hem sagdan hem de soldan gelen bu düsmanca elestiriler anarsizmin özgürlük anlayisi ve söylemini ahlaki yetersizlik ve sosyal düzensizlikle esitlemeye çalisarak anarsizmin tutumunu önemsizlestirmeye çabalamaktadirlar. Onlara göre anarsizm felsefesi kaos ve karisikligi savunmaktadir ve böylece, ciddi teorik ve pratik degerlendirmeleri haketmediginden kolaylikla gözardi edilebilir.
Tabii ki bu yargi, hareketin kuruculari tarafindan kararlilikla yalanlanmistir. Ve eger son dönemlerin bir takim sözde anarsistlerinin tavir ve davranislari olmasaydi, söz konusu yargi çoktan politik mitolojinin derinliklerine gömülmüs olacakti. Burada, potansiyel insan özgürlüklerini kutsarken bu yapilani dogru ve yanlis ahlaki kavramlar arasindaki farki kendi baslarina belirleyebilme hakki olarak algilayan bireyleri kastediyorum. Yani anarsist insanin özgürlük kavrami, ahlaki görecelik teorisine bagliligi gerektirir iddiasi yanlis ve basarisiz bir kavrayistir.
Tabii ki göreceli ahlaka inanç, anarsist hareketin saflariyla sinirlanmis degildir. Aksine bu doktrin bütün çagdas toplumlarda yaygin bir etkiye sahiptir. Bu etkiyi açiklamak için birçok sosyolojik ve psikolojik neden ileri sürülüyorsa da (örnegin; sehirlerdeki çürüme, aile biriminin çözülüsü ve kurumlasmis dinlerin ivme kaybetmesi) bunlarin hepsi su anda yüz yüze oldugumuz krizin teorik boyutlarini kavramakta basarisizdir. Bu kriz son dönemlerde moda olan entellektüel postmodernizm doktrini içinde gizlidir.
Postmodernizm son zamanlarda siklikla günlük konusmalarda ve makalelerde yeniden söz konusu olmaya baslayan bir terim. Maalesef bu terimin genel kullanim düzeyi ile terimin halk tarafindan kavrandigi düzey arasinda hemen hemen hiç bir iliski yoktur. Bunun nedeni, postmodernistlerin kendi aralarinda bile, postmodernizmin tanimi üzerinde ancak nadiren hemfikir olabildikleri olgusudur.
Bu baglamda postmodernizmin ihtimamli bir tanimini yapmaktansa bu doktrinin kanimca zararli olan sonuçlarini göstermek benim için daha önemli. Bu bahsettigim ikinci görevin üstesinden gelebilmek için postmodernist dünya görüsüne biçim veren felsefi öngörüleri enine boyuna düsünerek incelemek gerekmektedir.
Herhalde bu konuya yaklasmanin en iyi yolu dis dünyada dilin nasil anlasildigi üzerine birkaç söz köylemekle baslamaktir. Bunun ilk yolu, tek tek kelimelerin (örnegin agaç) bir simge olarak onlarin karsilik geldigi (anisal) zihinsel kavramlarin (agaç) ifade ettigi sey arasindaki uygunlugu tespit ederek anlasilmasi ve tahlil edilmesidir. Bu zihinsel kavramlar çevremizdeki gerçek, maddi agaci bazi felsefik özgün tutumlar içinde ifade eder. Simdi aslinda simgeler onlara karsilik gelen anlamlar arasindaki iliskinin keyfi oldugunu söylemek mantikli görünmektedir. Bunu baska bir sekilde söylersek, gerçek bir agacin dogasinda onun bu belirli isimle adlandirilmasi zorunluluguna ait hiçbir ima yoktur. Bu diger toplum ve kültürlerin, belirli nesneye farkli isimler vermeleriyle açikça gösterilebilir. (Fransizca’da “l’arbe” ve Almanca’daki “der baum” oldugu gibi) Fakat ayni sekilde bu belirli isimler günlük toplumsal konusmalarin bir parçasi olduklarinda isim (simge) ve kavram (ifade ettigi sey) arasindaki iliskinin sabitlestigi de açiktir.
Bu yoruma postmodernistler iki öneriyle yaklasmaktadir. Ilki, isaret sistemlerinin kullaniminin yalnizca Ingilizce, Almanca, Fransizca gibi yaygin diller içinde sinirlandirilmamis olmasidir. Postmodernistler daha ziyade, varligimizin bir bütün olarak sayisiz isaret sistemleriyle istila edildigini vurgulamaktadir. Ya da postmodernistlerin tercih ettigi tanimla “kod”lar (örnegin reklam, bilgi teknolojisi ve mimarlik) gibi her özel isaret çogulculuk söyleminini bir yaninin olusturur. Bu çogulculuk söylemi çagdas toplumsal yapinin temelini olusturmaktadir.
Ayrica daha da önemlisi postmodernistler, simgeler ve onlara karsilik gelen ifadeler arasindaki sabit ve duragan iliskinin varligini da sorgulamaktadirlar. Bu iddia çok önemli ve can alicidir çünkü ileri sürülen sey, objektif dünyaya herhangi bir anlamli geçis yapmanin ilkesel olarak mümkün olmadigi olgusudur. Aksine içinde bulundugumuz dünya isaret ve sekillerle rastlantisal bir evrendi. Bunlar ayni sistem içindeki diger simgelerle ilgileri dogrultusunda ya da diger simgelerle paralellik iliskileriyle var olurlar. Taninmis postmodernistlerden Jean Baudrillard’in sözleriyle “sonsuz temeli olmayan keyfi simgeler disinda hiçbir sey varolamaz”.
Dis dünyanin simge ve sekiller sistemi içinde erimesinin birçok önemli sonucu vardir. Bu sonuçlardan en özgün olani, geleneksel gerçek dünyayi tanimak adina epistemolojik iddialarimizi kökünden zayiflatmaktadir. Eger gerçek dünya birbiriyle ilintisiz sözlerden olusturulmus bir linguistik yapidan baska bir sey degisse, o zaman her belirli sözün digerleriyle ayni epistemolojik degere sahip oldugunu önermek olanakli hale gelir. Böylesine bir dünyada Einstein’in bilimsel teorilerinin Grimm’s hikayelerinden daha yüksek bir dogruluk degeri olamaz. Ayni sekilde Dostoyevski ve Tolstoy insanoglunun dogasini, yerel gazetemizin mizah sayfalarindan daha iyi anlamis olamazlar.
Eger dünya simgelerin sürekli bir etkilesimiyle olusuyorsa o zaman toplumun kültürel yapisini belirleyenlerin ilgi merkezleri simge ve isaretlerin etkili bir sekilde kontrol ve manipülesi konusunda yollar aramak Bu zaten reklam medyasi tarafindan organize edilen gösteri ve sovlarda gözlemlenmektedir. Basitçe anlatirsak, bu reklamlar bireysel konfor için gerekli olan hizmet ve ürünlerin tanitima yönelik degildir. Bu daha çok teknik ve psikolojik incelikleriyle düzenlenmis linguistik stratejinin birbirinden ayirt edilemeyen siralanmis mallarin sebepsizce ve sürekli bir biçimde tüketilmesi için istek yaratmaya yönelik bir seydir.
Buradaki problem Susan Sontag’in da isaret ettigi gibi insanin bu saldirilar düzleminde kisisel ve toplumsal degerlerinin gerçek anlamlarini yitirmeye baslamasidir. Örnegin ahlaki özgürlük artik dogruluk kavramlarini yani o bizim birbirimizle ve toplumsal hayatla olan iliskimizde ideal olani ifade etmemektedir. Bunun yerine özgürlük terimi, kapitalist yasam tarzinin esasi olan, mallarin olaganüstü miktarlardaki tüketimi olarak karsiligini bulmaktadir. Bu bakis, Ontario Piyango Idaresi’nin ‘bir dolara özgürlük” deyimi hatirlandiginda netlesebilir. Bu stratejinin altinda yatan ahlaki zorunluluk kavrami bundan daha açik bir sekilde ortaya çikamaz; mevcut kültürdeki simgeler ve imgeler tüketilmelidir ve bu bir kere yapilmaya baslandi mi artik durmaksizin mümkün oldugunca çok tüketilmelidir.
Ahlaki deger standartlari objektif olarak tayin edilebilir gibi bir objektif gerçeklik yoksa (ki bizim dogrularimiz bunun aksini iddia eder) o zaman olgu ve imgelem ile iyi ve kötü arasindaki farki nasil ve hangi temelde ayirt etmemiz beklenebilir? Postmodernistlere göre yanit onlarin deyimiyle “etkin” ya da “estetik söylem” yani sözün sanatsal ifadesinde yatar. Baska bir deyisle; sürekli ve zorlayici bir sekilde belli bir bakis açisinin dogru olarak kabul ettigi seylerin kelimelerle ifadesidir. Eger “Coca Cola” gerçek ise, bu sadece o holdingin daha iyi ve daha büyük reklamlarindan ötürüdür ve bu gerçek, “Pepsi” daha çarpici reklamlarla çikagelene dek varolmaya devam eder.
Is dünyasinin kar marjlarini en üst sinirlara çikarma girisimi, reklam etkinligini sinirlandirmaktan daha fazlasini gerektirir. Bu açik bir olgu iken bu doktrinin sonuçlarinin orada bitmeyecegini belirtmek önemlidir. Dogru ve ahlaki deger kavramlari söylemin gücü tarafindan ortadan kaldirildiginda, tarihin kendi revizyonu için eninde sonunda yol açilacaktir. Diger bir deyisle, Ernst Zundel ve David Irving gibi kisiler için imha propagandalari mümkün olmaya baslar.
Postmodern dünyada 6 milyon insan ölmedi çünkü böyle bir olaya karsi direnecek olanlarin sesi, kurbanlarin sesinden daha gür çikmaktadir.
Özellikle kendini radikal olarak tanimlayan akademisyenler arasinda postmodernizmi kapitalizmin toplumsal ve politik öngörülerine karsi militan bir saldiri olarak görmek gibi yaygin bir egilim vardir. Gerçeklerden böylesine uzak bir bakis açisi daha olamaz. Postmodernistler kapitalist düzeni yikmak, zayiflatmak geregini duymazlar. Tam aksine Jurgen Habermas’in dedigi gibi, teorik prensipler bu projeye biçim vermekte ve neo-tutuculugun sosyal ve ekonomik gündemini bütünlestirmekte, tamamlamaktadir.
Kabul edilmelidir ki, ilk bakista bunun üzerinde durulmasi gereken bir mesele haline geldigini anlamak zordur.
Bütün bunlardan sonra postmodernist bakisi biçimlendiren göreceli ahlak bu gündemin önemli prensiplerinden biriyle bagdasmamaktadir. 70’li yillarin ortalarindan beri Amerika, Ingiltere ve Kanada’daki yöneticiler vaatlerini “çaliskanlik, tasarruf, özdisiplin, aile degerleri, ailevi sorumluluklar” gibi kabul görür dogrular üzerine kurmaya basladilar. Ve bunun ardindan bu yaygin ahlaki normlara uymayanlari, issizleri, resmi olmayan birliktelikleri ve küçük yasta hamile kalanlari kabaca yargilamaya basladilar. Halkin ahlaki tutumundaki bu kusurlar neo-tutucu söylemin temel dayanagina karsi önemli bir ideolojik karsi koyus olarak algilanmalidir. Bu söylem özellikle, özgür rekabet ve karin sinirsizligi üzerindeki ekonomik ve politik sinirlamalarin kaldirmasini savunmaktadir. Bu, kamuya ait endüstriyel alanlarin insafsizca özellestirilmesi, pazarin denetlenmemesi, özellikle dis yatirimlar üzerindeki kontrolün kaldirilmasi, uluslararasi sosyal yardimlasma programlarinin kisitlanmasi, vergi yükümlülügünün zenginlerin lehine yeniden düzenlenmesi ve egitim ödeneklerinin kesilmesi anlamina gelmektedir. Bundan da öte, bu söylem sürekli bir issizlik tehlikesi tehdidini kullanarak sistemli bir sekilde sendikal hareketleri zayiflatmaya çalisarak itaatkar ve disiplinli bir isgücü olusturmaya çalismaktadir. En belirgin sekilde neo-tutuculuk, bütün toplumsal etkilesimin geleneksel formlarini ve insanoglunun toplumculuk duygularini, bireyin ekonomik hedonizmi lehine çürütmeye çalisir. Marks ve Engels’in sözlerinde oldugu gibi, kapitalizm, insanlar arasinda çiplak bencillikle, kati nakit ödemekten baska hiçbir bag birakmaz.
Degis tokus edilen degerler insan iliskilerini zayiflatir ve ahlak serbest piyasanini zorunlu isleyisinden ibarettir artik. Bu tutarsiz ahlaki davranislarin sahiplerinin, karlarini büyütmenin en kolay ortamlarini yaratabilmek için yillarca en genis anlamda yozlasmayi, dolandiriciligi, hirsizligi ve hilekarligi tesvik etmeleri is kültüründe görüldügünden daha açik bir sekilde hiçbir yerde görülmemistir. Bu uygulamalar halk kitlelerince farkedildiginde ise, “rekabetçi baski” gerekçesiyle hakli gösterilmektedir.
Son zamanlarda yaygin ahlaki iklim önemli bir dönüsüme ugramistir. Büyük is çevreleri simdi ahlaki prensiplerin cazibesini günlük aktiviteleri sirasinda kazançli bir sekilde kullanabileceklerini kesfettiler. Büyük sirketler simdi çevreyi koruma gibi toplumsal meselelerde duyarli bireylerden olusan yapilanmalar kurmaya baslamis görünüyorlar. Böylesine bir duyarlilik ve ilgi satis çizelgelerini etkiliyor ve kâr limitinin yükselmesini sagliyor olmali. Bu tavir giderek hevesle benimseniyor. Fakat son noktada bu tavrin basarisiz oldugu yerlerde bu ihmal edilebilmektedir.
Ahlaki degerlerin gerçek anlamda terkedilmesi yalniz sirketlerle sinirlanmamistir, aksine bu halk arasinda da karsilasilan bir durumdur. Degerler kisisel çikarlar için kurban edilmektedir.
Lorena Bobbit, Damien Williams veya Menendes kardesler isledikleri suçlardan ötürü pismanlik göstermeyi reddettiklerinde halk, kisinin rengi, cinsi ve yetisme kosullarinin bu kisinin yaptiklarinin özrü olarak nasil sunuldugunu gördü. Ayni sekilde muhafazakar lider Kim, TV ekranina çikip yumusak bir edayla Kanada tarihinin en büyük seçim yenilgisinin bütün sorumlulugunu inkâr ederken halka kisisel sorumluluklarin, politik ahlak açisindan degerlendirilemeyecegini gösterdi. Bu örnekler çogaltilabilir, fakat genel ders belildir: Basitçe, ne zaman bizim geleneksel ahlaki degerlerimizin temel ilkelerinden dogru ve yanlis tasarimlarinin iliskisini kesersek, bunlari birbirinden ayirirsak ahlaki sorumluluk kavramlari yok olmaya baslar. Bunlarin hepsi kisisel çikarlarin bencilce hesabinda yatar. Daha önce de belirtildigi gibi anarsist hareket her zaman kapitalist toplumun elestirisini bireysel ve toplumsal özgürlük idealinin etkili temelinde yapmaya çalisir. Böylece bu idealin aslinda nasil varoldugunu net bir sekilde anlamak önemlidir. Birçok anarsist için bu ideal her tür devlet baskisina, ekonomik sömürüye, kisinin beden ve zihnine yönelik saldirilara karsi özgürlük olarak yorumlaniyor. Fakat geleneksel olarak “negatif” özgürlük olarak tanimlanan bu özgürlük, anarsist söylemin sadece bir yanini teskil eder. Esit derecede bir çarpicilikla “pozitif” özgürlük kavrami da vurgulanmaktadir. Bu ikinci kavrayis anarsist terminolojide, insanligin yeni ve özgürlestirici bir toplumsal yapi yaratmak için etkin bir sekilde uygulayacagi özgürlüklerin ve haklarin ayrimlandirilmasi biçiminde ele alinmaktadir. Buradaki temel zorluk, ana hedefleri, anarsist projeye tezat olmak olan diger felsefelere hizmet eden haklar ve özgürlüklerin ayirt edilmesidir. Örnegin postmodernist idealdeki kisisel istek ve tutkularin tatmini anlamindaki bireysel pozitif özgürlük. Anarsizmin bu yönünü ahlaki eylem belirler. Bunun için de bireysel ihtiyaçlar genis kitlelerin mutluluk ve özgürlükleri gözönünde bulundurularak belirlenir. Kisaca anarsizm, kapitalizm ve postmodernizmin siddetle yok etmeye çalistigi bireysel ve toplumsal ahlaki idealleri açiga çikarmaya çalisir.
Bu durumun karistirildigi bellidir, anarsistler dogru ve yanlisi tespit ederken bireysel davranmanin ahlaki sorumlulukla ilgili bir mesele oldugu varsayimini görmezlikten geldiklerinde sinifsal temelli kapitalist yönetim kültürünün sürekliligine hizmet ederler. Anarsistler, ahlaki degerlerin sosyal adalet baglariyla köklestirilmesi gerektigini farketmekte basarisiz olduklarinda daha özgür ve daha iyi bir toplum yaratmak için üzerinde durduklari zemini bütünüyle kaybetmis olacaklardir. Anarsistler kendi bireyselliklerinden baska bir seyle ilgilenmediklerini savunurlarsa anarsizmi toplumsal ve tarihsel bir proje olmamaya mahkum etmis olurlar.
Sonuç olarak, anarsistlerin her zaman pratikte etkili ve ahlaki olarak kabul edilebilir bir strateji konusunda problemleri oldugu görülmektedir. Bütün bunlar burada yeterince üzerinde durulamayacak denli zor sorunlardir. Fakat açik olan su ki; söz konusu strateji, insan varligini biçimlendiren, etik degerlere karsi engin ve derin bir saygi tasimalidir. Mevcut sistematige ve onun bahsettigimiz degerlere yönelik merhametsiz saldirilarina karsi direnmek ce sur ve devrimci bir harekettir.
Kaynak: ‘Kick it Over’ Dergisi Temmuz 95 tarihli 35. sayısından alıntıdır.