Wittgenstein: Olguların Diliyle Konuşmak -Tractatus Bağlamında Bir Deneme-

Wittgenstein felsefesini genel olarak Tractatus ve Soruşturmalar dönemi olmak üzere iki döneme ayırmak mümkündür. Her iki dönemde de birbirine yakın görüşler ortaya koymasına rağmen, Wittgenstein’ın ikinci döneminde farklı bir felsefe yapısının, bu dönemde kaleme aldığı Felsefi Soruşturmalar adlı eserle başladığı açıktır.

Wittgenstein’ın ilk dönem eseri olan Tractatus Logico-Philosophicus, Russell’ın etkisinde kaldığı dönemlerde yazdığı bir tür mantık felsefesi denemesidir. Bu dönemde o, felsefi sorunları mantıksal açıdan incelemekte ve dilin sınırlarını çizerken dünyanın sınırlarını da belirlemeye çalışmaktadır. Tractatus, yayımlandıktan sonra mantıkçı pozitivistlerin en fazla yararlandıkları eser olmuş ve Viyana Çevresi denilen okulun felsefi görüşlerinin şekillenmesine katkıda bulunmuştur.

Dil-Dünya İlişkisi

Wittgenstein’ın Tractatus’ta ele aldığı temel sorun, dilin mantıksal yapısının ne olduğudur. Bu kitapta o, dilin sınırlarını belirlemeye çalışırken, aynı zamanda felsefenin sınırlarını da belirlemeye çalışır. Olgu ile değeri birbirinden ayıran yapının ne olduğu, aklın ve bilginin sınırlarının nereye kadar ulaşabileceği sorununu ciddi anlamda ele alan ve onu çözüme kavuşturmaya çalışan ilk filozof, Kant olmuştur. Kant’a göre değer dünyasının akılla düşünülmesi bir sanıdan başka bir şey değildir. Aklın kendisi, fenomenlere karşılık gelen kategorilerin dışında bir “kendinde varlık” fikrini düşünmesiyle yanılsamaya düşer (Kant, 1993: B 307-8). Anglo-Sakson felsefenin temel uğraşılarından olan olgu-değer ikileminin bir çözümünü vermeye çalışan Wittgenstein, bilinebilecek şeylerin olguyla sınırlı kalacağı kanısına ulaşmıştır. Olgular neyin olduğu gibi olduğunu ve neyin de olduğu gibi olmadığını belirleyen etkendir. Mantıksal uzam içindeki olgular da dünyayı oluştururlar (TLP: 1.12 vd.).

Görüldüğü üzere dünyayı oluşturan yahut dolduran olgular, değer alanını dünyanın dışına sürüklemeye zorlanırlar. Dilin sınırlarını belirleyen etkenin olgular olması ve dünyanın da bu olgulardan oluşması, değer alanının dünyada yerinin olmadığını zorunlu olarak söyler. Wittgenstein felsefesinin belirtmeye çalıştığı temel nokta işte budur. Dil ile dünya arasında kurulan bağıntı, dilin de dünya gibi olgusal olmasından değil, dilin dünyanın sınırları içinde yer almasından kaynaklanır. Olgusal olma ve dünyada yaşama arasındaki paralellik de buradan gelmektedir. Wittgenstein gibi söylersek, dilin sınırları dünyanın sınırlarıdır (TLP: 5.6).

Dil, dünyanın sınırlarını belirlerken aynı zamanda olguların sınırlarını da belirlemiş olmuyor mu? Aslına bakılırsa dilin dünyanın sınırlarını belirlediği de yoktur. Çünkü dil dünyanın içinde var olmakla dünya tarafından sınırları çizilmiş olmaktadır. Dünyanın sınırlarını çizen temel unsursa, olgudan başkası değildir. Buradan dünya ile yaşamın aynı olduğu sonucu kolayca çıkar; zaten Wittgenstein dünya ile yaşamı bir ve aynı sayar (TLP: 5.621).

Hakikat ve Anlam Sorunu

Wittgenstein’ın ilk dönem felsefesinin temel sorunlarının başında hakikat sorunu gelir. Hakikat olarak zannedilen şeylerin hakikati var mıdır ve bu nasıl bilinir? Bu da anlamlı-anlamsız değerlendirmesini felsefenin gündemine getiren soru olmuştur ve geçmişte yapılan doğru-yanlış değerlendirmesi bir kenara bırakılmıştır. Felsefede hakikatin mekanının cümle olduğunu söyleyen Gadamer’e koşut olarak Wittgenstein da cümlenin hakikati oluşturan biricik unsur olduğunu belirtir. Çünkü dili oluşturan unsur, cümle yani önermedir. Gerçeklik dilde açığa çıkıyorsa, bu ancak önermeler yoluyla olur: “Önermelerin toplamı dildir.” (TLP: 4.001).

Erken dönem Wittgenstein felsefesindeki gerçeklik anlayışı, önermelerin anlamlı olup olmadığıyla ilgilidir. Bir önermenin doğru ya da yanlış olmasına bakılmaksızın, anlamlı ya da anlamsız oluşuna göre gerçekliğinin olup olmadığına karar verilir. Daha sonra ise anlamlı olan önermenin doğruluğu savunulabilir. Önerme, gerçekliğin bir resmi olmakla doğru ya da yanlış olabilir (TLP: 4.06). Böylelikle felsefede söylenebilir olanın ortaya konulmasıyla, söylenemez olanın alanı da belirlenmiş olur. Başkaca söylersek, felsefenin ya da söylenebilir olanın alanı dilden başkası değildir.

Tasarımları dilde açığa çıkan şeylere ilişkin söylemlerin konuşulması, onların olgusal gerçekliklerinin bulunduğunu gösterir. Dile gelmeyen, yani anlamsal içerik olarak boş olan sözde-önermelerin gerçekliklerinin bulunmadığını söylemek de bu anlamda doğrudur. Dile gelen ve içerik olarak olgusal olan şeylerin gerçeklikleri vardır; dilde söylem olarak bulunsa bile, olgu alanının dışında bulunan her türlü değer yargıları, kavramsal açıdan incelendiğinde boş yahut saçmadırlar.

Wittgenstein, Tractatus’un son cümlesinde bunu şu şekilde özetler: “Üzerine konuşamadığımız şeyler hakkında susmamız gerek.” (TLP: 7). Çünkü değer yargıları, üzerine konuşulabilecek şeyler değildir ve bu konular hakkında susmak gerekir.

Anlamın Resim Kuramı

Wittgenstein felsefesinin ilk döneminin daha çok “anlamın resim kuramı” adıyla özdeş olarak anıldığı bir gerçektir. Bunu, Wittgenstein’ın “Olguların resimlerini yapmaya çabalarız” (TLP: 2.1) tümcesinden çıkarmak mümkündür. Bu resimlerin, diğer deyişle tasarımların nesnelere uygun düşmesiyle “doğru”, aykırı düşmesiyle de “yanlış” olduklarına karar verilir. Resim, nesne durumlarının olup olmamasının olanaklarını ortaya koymak suretiyle gerçekliğin resmini çıkarır. Ancak Wittgenstein’a göre, resmin kendisinden doğru veya yanlış olduğu anlaşılmaz; zira a priori bir doğru resim yoktur (TLP: 2.201 vd.). Resimlerin nesnelere uygunluğu, aynı zamanda dil ve düşünceye uygunluğunu da gösterir. Tasarımların kendisi dünyayı oluştururken, dilin de dünyayı biçimlendirdiği kanısını da unutmamak gerekir. Düşünce ve söylemin aynı şey olduğunu çok önceleri Platon dile getirmişti. O, düşünmeyi bir tür konuşma, yani içten ve sessiz konuşma olarak niteler (Platon, 2000: 263e). Cümle, dile getirilen bir resimdir ve böylelikle resim, cümlenin anlamı sayılır. Cümle bir nesnenin betimi olmakla, resmi yapılacak şey olgu olmaktadır (Soykan, 1995: 53).

Wittgenstein’ın felsefe alanında yaptığı devrim, bazılarına göre haddinden çok fazla önemsenmiş olabilir. Ancak dikkat edilirse, asırlar boyu felsefenin temelini oluşturan metafizik ve diğer felsefi görüşlerin temelinde bulunan “töz” fikrinin yerini “cümle” almıştır. Anlamın resim kuramına göre, bağıntı cümlesinde iki ismin birbiriyle olan ilişkisinin tespiti, gerçeklik ya da anlamlılık fikrini ortaya koyar. Örneğin “Tanrı-evren ilişkisi”ni ele alırsak, Tanrıya “a” ve evrene de “b” dediğimizde “aRb” ifadesine ulaşmış oluruz. Tanrının belirgin olmaması, kendisini dilde yani dünyada açığa vurmaması, bu ilişkinin doğruluğunun kanıtlanamaz olduğunu gösterir. Böyle bir sonuç, “aRb” gibi bir ifadenin oluşamayacağı anlamına da gelir.

Tanrı-evren ilişkisinin kanıtlanamaması, “f(a,b)” gibi bir fonksiyonu da olumsuz kılar. Kanıtlanabilen bir şeyin resmi de çizilir. Çünkü Wittgenstein’a göre kanıt, aynı zamanda resimdir (Wittgenstein, 1956: III: 22). Bundan kasıt, kanıtın bir sentetik olguyu göstermesidir. Kanıt, yalnızca bir şeyin öyle olduğunu göstermekle kalmaz, aynı zamanda nasıl öyle olduğunu da gösterir. Bu bağlamda dil, yaşam, dünya, önerme, resim ve düşüncenin hep birbirlerini imledikleri görülmüş olmaktadır.

Mantık Sorunsalı

Wittgenstein felsefesinde ele alınan önemli bir diğer konu da mantıktır. Mantık, şimdiye kadar söylediğimiz şeylerle bire bir ilişki içinde olmakla kendisinden de üstü kapalı bir şekilde bahsettirmiş bulunmaktadır. Ancak biz mantığa ayrı bir yer açarak, çalışmamızın ilerisi için önemli olan boyutlarına kısaca değinmek istiyoruz.

Wittgenstein’da mantığın temeli olgusal önermelere dayanır. Olgu önermesi –buna “p” diyelim- başkalarını olgunun dışında bırakır: “~p”. Yani bir olgu önermesinin dile getirdiği şey, olgu olmayanın da dışlanmasını şart koşar. Pears’a göre “p” ve “~p” önermelerinin arasında “yarı-p” gibi bir önermenin bulunmayışı, üçüncü şıkkın imkansızlığında dile gelen bir zorunluluktur (Pears, 1985: 71). Bu da bize Aristoteles mantığının uygulama alanının nasıl değiştiği hakkında bilgi vermektedir. Aristoteles, bir eylemin olmasının, diğer bir deyişle evetlemenin aynı zamanda değillemeyi de kapsayacağını bildirmekle kalmamakta, ayrıca bir eylemin olması ve olmaması dışında herhangi bir belirsizliğe de karşı çıkmaktadır (Aristoteles, 1996: 8). Halbuki Wittgenstein, olgularla doldurulmuş bir dünya resminin yanında değerlerin bulunamayacağını göstermek amacıyla bu ilkeye başvurmuş görünür. Burada şunu da belirtelim: bir “p” olgusunun “~p” ifadesini dışlaması, onun olgusallığının karakteristik yağısında vardır. Bu bağlamda, olgusal olanın reel varlığı, olgusal olmayan ideal düşünceleri dilin sınırlarına sokmamaya çalışır. Bir önermenin olguyu imlemesi, onun gerçek varlık alanını imlediğini gösterir. Böylece “~p” ifadesiyle söylenmeye çalışılan şeyler, reel varlık alanına giremeyecek ve dışarıda kalacaktır.

Wittgenstein, olumlu ve olumsuz önermelerin varlığından değil, olgusundan bahsetmektedir. Çünkü bir “~p” ifadesi, aynı zamanda bir “p” ifadesini de varsayar; olumsuz bir şey-durumu, olumlunun varlığını da gerektirir (Wittgenstein, 2004: 36 ve TLP: 5.5151). Dikkat edilirse, olumsuzun varlığı olumluyu zorunlu kılarken, olumlunun varlığı olumsuzu ancak mümkün kılmaktadır. Zira “~p” ifadesinin gerçeklikte hiçbir şey tarafından karşılanmadığı bilinir (TLP: 4.0621).

Wittgenstein’ın savunduğu mantık anlayışı ontolojik temellidir; çünkü mantı, dünyanın bir yansımasıdır. Mantığın dünyayı doldurması, dünyanın sınırlarıyla dilin sınırlarının bir olması, mantığın da dünya ile eşdeğer olmasını gerektirir. Wittgenstein, mantığın sınırlarıyla dünyanın sınırlarını aynı sayar ve mantıkta dünyanın içinde neyin olduğunu söylemenin imkansız olduğunu belirtir (TLP: 5.61). Buna rağmen O, Tractatus’un bir yerinde “Mantık aşkındır” (TLP: 6.13) der. Mantığın aşkın olmasıyla dünyayı doldurması arasında bir çelişki yoktur. Mantık dünyanın yansıması olduğuna göre, dünyaya aşkın olacaktır. Dünyayı doldurmaktan maksat ise, dünyada uygulanabilir olmasındandır (Soykan, 1995: 28). Dünyanın sınırlarının aynı zamanda mantığın da sınırları olması, onun uygulama alanının yalnızca dünya ile sınırlı olduğunu gösterir. Mantık dünyadan önce değildir, her ikisi birlikte vardır. Wittgenstein burada şu soruyu sorar: “Bir dünya olmadığı halde bir mantık olsaydı, öyleyse dünya varken bir mantık nasıl var olabildi?” (TLP: 5.5521).

Wittgenstein’a göre mantığın önermeleri totolojilerdir ve bu yüzden bir şey söylemezler (TLP: 6.1 ve 6.11). Önerme bir resim olduğu sürece bir şey söyler; mantık önermeleri ise resim değildir. Nesne durumlarının resmi bir şey dile getirirken, mantık nesne durumu olmadığı için hiçbir şey dile getirmez. Bu anlamda mantık sadece gösterir, yani imler.

(эφ,x).φx” ve “~(эφ,x).φx”.

Bu ifadelerin hangisi totolojik ve hangisi çelişiktir? Wittgenstein’a göre, totoloji söyler göründüğü şeyi gösterirken, çelişme de söyler göründüğü şeyin karşıtını gösterir (Wittgenstein, 2004: 22). Açıktır ki, birinci ifade totoloji olmakla, diğer önerme de zorunlu olarak çelişik olmaktadır. Değilleme imi (~), bulunduğu önermenin diğerine göre mantıksal olmadığını da imlemiş olmaktadır.

Gördüğümüz kadarıyla, mantığın bize gösterdiği şey, herhangi bir nesnenin mantıksal düzlemde olabilmesi ve dünyada yer bulabilmesi için, totoloji olması gerektiğidir. Biz biliyoruz ki, değer alanına ilişkin yargıların totolojik olması imkansızdır. “Tanrı vardır” ifadesinin totoloji oluşturması, var olmanın Tanrıyla özdeş ve birlikte olmasını gerekli kılar. Oysa Tanrı idesi, var olmayı önceleyen varlığa ait bir idedir.

KAYNAKÇA

ARISTOTELES (1996), Yorum Üzerine (çev. S. Babür), Ankara: İmge.
KANT, I. (1993), Arı Usun Eleştirisi (çev. A. Yardımlı), İstanbul: İdea.
PEARS, D. (1985), Wittgenstein (çev. A. Denkel), İstanbul: Afa.
PLATON, Sofist (çev. C. Karakaya), İstanbul: Sosyal.
SOYKAN, Ö.N. (1995), Felsefe ve Dil, İstanbul: Kabalcı.
WITTGENSTEIN, L. (1956), Remarks on the Foundations of Mathematics (trans. G.E.M. Anscombe), London & New York: Blackwell & Macmillan.
WITTGENSTEIN, L. (1995), Tractatus Logico-Philosophicus (trans. D.F. Pears- B.F. McGuinness, London & New York: Routledge.
WITTGENSTEIN, L. (2004), Defterler 1914-1916 (çev. A. Utku), İstanbul: Birey.
Ilyas Altuner

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP