Kierkegaard’da Bir Evre Olarak Estetik Yaşantı


Melda GÜNGÜL

Estetik, bir felsefe dalı olarak, tarih boyunca farklı akımlarca ve farklı düşünürlerce betimleyici, kritik, normatif ve ya spekülatif bakış açıları altında ele alınmıştır. Konuya tamamıyla öznel bir bakış açısından yaklaşan Søren Kierkegaard da estetik, bireyin hayat akışı içerisinde varoluşsal bir evre olarak ele alınır.

Ya/Ya da isimli eserinde Kierkegaard okuyucuya, estetik yaşantı ve etik yaşantı arasındaki alternatif durumu betimler. Her ne kadar eserin sonu, yeğlenmesi gereken bir sonuca bağlanmasa da; okuyan kişi ister istemez iki hayat görüşü, yaşam tarzı arasında bir “seçim” önünde hisseder kendini: Ya estetin yaşamını sürdürmek ya da éthicien’in… [Burada ahlakçı kelimesi yerine Fransızca’daki éthicien’i kullanmayı doğru buldum, çünkü ahlakçı kelimesinin bizdeki yaygın kullanımına göre, katı ahlaki normlara sıkıya sıkıya bağlı kişi anlamına gelebilir.].

Estet, eserde iki özel karakterde kendini göstermektedir: Hepimizin öyle veya böyle tanıdığı Don Juan ve Baştan Çıkarıcının Günlüğü’nün yazarı Johannes. Bu ikisinin de ortak özelliği, hayatı dolaysızlığı içerisinde yaşamalarında gizlidir. Dolaysız olarak varlığını ortaya koymuştur ve yaşamını yöneten “arzu”dur. Referans olarak aldığı hiçbir aşkın değerler alanı yoktur. Düşüncelerinde, projelerinde, kararlarında ve hareketlerinde vicdani bir sorgulama bulunmaz, çünkü bu mefhum kendisinde bulunmamaktadır. Dolayısıyla dıştan veya içten bağlayıcı hiçbir aşkın kurallar bütününe kendini sorumlu hissetmemektedir. Ahlaki açıdan İyi ile Kötü hakkında hiçbir tefekkürde bulunmadan yaşayan estet için hayatın amacı, sadece bulunduğu “an”ın sınırları içerisinde kalarak, arzusunun nesnesinin zevkini çıkarmaktır. Kierkegaard’un bir estet sembolü olarak kabul ettiği Don Juan ile ilgili metaforu, estetik evreyi betimleyişi açısından ilgi çekicidir: “Ortaçağda, hiçbir haritada bulunmayan bir dağdan çok bahsedilmiştir… Venüs Dağı. Şehvet ve nefsine düşkünlük bu dağda yaşar ve orada bulur en vahşi zevkleri. […] Ne düşüncenin ölçülülüğü ne de tefekkürün zahmetli kazanımları orada yerleşim alanı bulabilir. Orada sadece ihtirasın, arzuların oyununun, sarhoşluğun çılgın arbedesinin sesi duyulur. Bu dağdaki krallıkta doğmuş ilk çocuk da, Don Juan’dır. […] Lakin bu krallıkta günahın hüküm sürdüğünü söylememeli, çünkü o sadece estetik kayıtsızlık içerisinde ortaya çıktığı şekliyle gözlemlenmelidir. Sadece tefekkür devreye girdiği zaman burası bir günah krallığı gibi görünür.”

Estetik evre, ya/ ya da ikilemini çok farklı bir şekilde ele alır: birbirlerinin antitezlerini teşkil eden iki önerme, “farketmezlik” içerisinde kaybolur. Nitekim Diapsalmata’da Esrik Bir Konferans başlığı altında bu durumun açıkça ortaya konuluşuna tanık oluyoruz: “Evlenin pişman olursunuz, evlenmeyin buna da pişman olursunuz, evlenin ya da evlenmeyin, ikisine de eşit derecede pişman olursunuz. Hayata deliler gibi gülün, pişman olursunuz, onun için ağlayın, gene pişman olursunuz, hayata deliler gibi gülün ya da onun için ağlayın; ikisine de eşit derecede pişman olursunuz.[…] Kendinizi asın, pişman olursunuz, kendinizi asmayın gene pişman olursunuz, kendinizi asın ya da asmayın; ikisine de eşit derecede pişman olursunuz. İşte bu, hayatın tüm hikmetinin özetidir.” Hegel diyalektiğinde olduğu gibi, tez ile antitezin çok daha yüksek bir sentezde birleşmesinin aksine, burada iki önerme “farketmezlik” içerisinde yitip gider.

Hayatının hangi evresinde olursa olsun her insan gibi, estet de bir seçim durumundadır: harekete geçmek ya da geçmemek. Her mümkünün karşısında, bu olanağın karşıtını da değerlendirir. Tabiatı gereği kaygı ve bunaltı içerisindedir, hatta arzu objesinin zevkini çıkardığı anda bile; fakat bu, kısır bir kaygıdır çünkü mutsuzluğun kendi dışında, geçip giden şeylerin çokluğunda olduğu inancındadır. Bu sebeple önünde sonunda umutsuzluğa düşer ki bu umutsuzluk hali esasında kaçınılması gereken bir hal değildir. Estetik yaşantı çıkmaza girdiği anda yaşanan bu umutsuzluk ve bunaltı ile kişi, artık kendinin bu şekliyle varoluşu üzerinde yeteri kadar hâkimiyeti ve yetkisi olmadığının farkına varır. Kierkegaard gibi konuşmak gerekirse: Eğer bir Don Juan’saniz, bir gün gelecek dibe vurduğunuzu hissedeceksiniz ve ruhunuz varoluşunuz üzerinde hâkimiyeti ele almak, onu ahlaki normlar üzerinde yükseltmek isteyecektir. Böylece estetik evreden etik evreye geçen kişi, varoluşuna bir tutarlık ve anlar arasında bir süreklilik sağlamıştır. Ethicien, burada hem kendisine, hem diğerlerine karşı sorumluluk hissi duyar. Ama bu evre de son evre değildir çünkü kişi burada özgürlüğünü stoacı anlamda elde etmiştir, verilmiş olanı isteyerek ve onu özgürlüğü haline getirerek. İyi idesine uygun düşen amaçları gerçekleştirme yolunda genelin içinde öznelliğinin eriyip gitmesi riski ile karşı karşıyadır.

Özetle Kierkegaard, estetik evre ve etik evrenin birbirleri karşısında bir üstünlüğü olduğunu açıkça söylemez. O kendinden yola çıkarak, hayatının akışı ve geçişlerini, en genel anlamda üçlü bir evre olarak tasvir eder: Estetik evre, etik evre ve nihayetinde kişinin Mutlak olanla mutlak bir bağ içerisinde bulunduğu dini evre.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP