Soru 79 : Hegel, kendi felsefesini Mutlak Ruh olarak mı görüyordu ?

Hegel'in, bütün varlığın temelinde maddî olmayan ve ide,Akıl,Zihin,Ruh diye adlandırdığı mutlak bir gerçeğin bulunduğunu ileri sürdüğünü gördük. Bu mutlak varlık, farklılaşma ve çelişme (olumsuzlama) ile tek tek varlıklar haline geliyor; evreni, tarihi, toplumu ve insanoğlunun bütün ürünlerini ortaya koyuyor; çeşitli görünüşlere bürünerek ortaya çıkıyordu. Sonunda, insanoğlunun düşüncesinde kendi kendisini tanıyor, kendisinin bilincine ulaşıyordu. Bütün gerçek, tez - antitez - sentez üçlemesinden geçerek gerçekleşiyordu. En büyük üçleme İde (mutlak varlık) - Tabiat - İnsan bilinci şeklinde düşünülmüştü. Bu aşamaların her biri içinde de birçok gelişme aşaması vardı ve bunlar da sayısız üçlemeden yani diyalektik gelişmeden geçerek gerçekleşiyordu. Mutlak varlık en sonunda insanın bilincinde kendisine dönerek kendi bütünlüğünü kavrıyor, yabancılaşmadan kurtuluyor, özgürlüğe ulaşıyor ve Mutlak Ruh haline geliyordu.

Hegel'e göre. Mutlak Ruh en kusursuz şekliyle felsefede ortaya çıkıyordu: Hegel burada felsefe derken kendi felsefesini kastetmektedir. Nesnel zihnin yani hukuk, ahlâk; devlet gibi gerçekler içinde genelleşmiş, öznellikten kurtulmuş ve kendisini ortaya koymuş olan zihnin son ve en kusursuz şeklini Prusya devletinde gördüğü gibi Mutlak Ruh'un en kusursuz gerçekleşmesi olan felsefeyi de kendi felsefesinde görüyordu. Filozof, varlığın sürekli bir değişme ve diyalektik bir ilerleme olduğunu kabul ettiği halde, bu gelişmeyi bir yerde (Prusya devletinde ve kendi felsefesinde) sona erdiriyordu. Bu özellik, Hegel'in hayranlık uyandırıcı derin ve kapsayıcı felsefesinin en büyük kusurudur. Hegel, varlığın temelinde İde dediği ve tanrı ile bir tuttuğu temel bir ilkenin bulunduğunu söylemekle maddî - olanın manevî - olandan ve varlığın düşünceden türemiş olduğunu söylüyordu ve böylece idealist bir felsefe ileri sürüyordu. Hegel, bütün çabasına rağmen felsefeyi yeryüzüne indirememişti; dinî ve bir bakıma mistik sayılabilecek düşüncelerden kurtulamamıştı. Bu da onun felsefesinin bir kusuruydu. Ama diyalektik metodu bütün genişliği ve ayrımları ile ilk defa ortaya koymuş olması, düşüncesinin ölümsüz ve değerli yanını gösteriyordu, önemli olan nokta, Hegel'in varlık hakkında ileri sürdüğü idealist görüş ile diyalektik

metodu arasındaki çelişmeydi ve varlığın gelişimini bir yerde durdurmak; sona erdirmek istemesi; bu gelişimin bir yerde yani Prusya devletinde ve kendi felsefesinde kapanmış olduğunu söylemesiydi. Engels, Hegel'i eleştirirken, bu noktayı bütün açıklığı ile gözler önüne sermiştir. Gerçekten de, Hegel'in (idealist de olsa), varlığın gelişimini, diyalektik metoduna uygun olarak sonsuz bir değişme ve süreç olarak düşünmesi gerekirdi. Ama içinde yaşadığı Prusya devleti ve ileri sürdüğü kendi dahiyane felsefesi, onun için her şeyin sonuydu; ve insanlık tarihinin kapanışıydı. Gerçekler, bunun böyle olmadığını göstererek Hegel felsefesine en büyük darbeyi indirdi. Böylece felsefe tarihinde gördüğümüz en son ve belki de en büyük sistem yıkılıp dağıldı. Marksist felsefenin, Hegel'in yukarda açıkladığımız bu kusurlu çözüm yolunu eleştirerek işe başladığını ama Hegel'e büyük şeyler borçlu olduğunu (özellikle diyalektik metot bakımından) göreceğiz.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP