İnsan Var Olsun ( ... devam )
|
Bunun sonucunda, ortalama bir vatandaş kendine olan güvenini kaybetmiştir, kendisini çok yalnız hissetmektedir ve ruhsal bir çöküntü halindedir. Bolluk içinde yaşadığı halde, büyük bir mutsuzluk çekmektedir. Artık hayat, onun için bir anlam taşımamaktadır. Çünkü hayatın anlamının yalnızca "tüketici" olmakta yatmadığını sezmekte, ama buna rağmen ne türlü davranması gerektiğini kestirememektedir. Eğer sistemimiz bize çok sayıda kaçış imkânı sunmasaydı (televizyondan başlayarak uyuşturuculara kadar varmaktadır bu imkânlar), insanlar söz konusu mutsuzluğa ve anlamsızlığa uzun bir süre dayanamazlardı. Bu kaçış yollarını kullananlara ise, hayatlarındaki asıl önemli şeyler azar azar unutturulmaya çalışılmaktadır. Bütün bunların aksini iddia eden her türlü slogana rağmen, toplumumuz iyi beslenmiş, iyi bakılan, insaniliğinden uzaklaştırılmış ve depresif bir kitle haline gelmiş olan insanları idare eden bir bürokratlar cumhuriyetine dönüşmüştür. Artık insanlara benzeyen makineler üretmekteyiz. İnsanlar da gittikçe makinelere benzemektedirler. Elli yıl önce sosyalizme yöneltilen en büyük eleştiriler (sosyalizmin tek tipliğe, bürokratizme, merkezîleşmeye ve ruhsuz bir maddeciliğe yol açacağı iddiaları), günümüz kapitalizminde yaşanılan birer gerçek haline gelmişlerdir. Özgürlük ve demokrasiden söz ediyoruz ama, giderek artan sayıda insan, böyle bir özgürlüğün getirdiği sorumluluğu yüklenmekten çekiniyor ve iyi beslenen robot-insan tipini ve köleliği yeğliyor. İnsanların artık demokrasiye olan inançları kalmadı. Bu yüzden de kararların verilmesi işini seve seve siyaset uzmanlarına devrediyorlar.
Radyo, televizyon ve gazeteler aracılığıyla yaygın bir iletişim sistemini kurabildik. Buna rağmen insanlar, siyasî ve toplumsal gerçekler hakkında objektif bir biçimde bilgilenmekten çok, yanlış ve belirli bir öğreti doğrultusunda bilgilendirilmektedirler. Gerçekten de görüş ve fikirlerimizde bir dereceye kadar belirli bir tek tiplilik görülüyor. Bu tek tipliliğin kaynağında siyasî bir baskıcılık ve korku yatsaydı, bunun nedenini kolayca anlayabilirdik. Halbuki bu sözde demokratik toplumlarda, insanlar "gönüllü" olarak kendilerine kabul ettirilmek istenen bu yaygın görüşleri benimseme yolunu seçiyorlar.
Serbest piyasa koşullarının hâkim bulunduğu ülkelerde olduğu kadar, bu ülkelerin karşıtlarında da iki yüzlülük, bir kural hâline gelmiştir. Bu ülkelerden ikinci gruba girenler, kendi diktatörlüklerine "halk cumhuriyetleri", birinci gruba girenler ise, diktatörlüklerine "özgürlük aşığı halklar" yakıştırmasını uygun görmektedirler. Bir nükleer saldırı karşısında, elli milyon Amerikan vatandaşının ölme tehlikesini, "savaş riski" olarak değerlendiren ve "kuvvet oyunlarında" zaferden söz edenler, nükleer bir kıyamet sırasında kimsenin galip gelemeyeceğini bilen sağlıklı insanlara ne cevap verecekler?
Temel eğitimden yüksek öğrenime kadar uzanan genel eğitim hareketi, en üst seviyelere gelmiştir. Fakat insanların eğitim düzeyi yükselmiş olsa bile, özgürce akıl yürütme, değerlendirme ve kanaat oluşturma nitelikleri zayıflamıştır. Belki insanların zekâsı artmıştır, fakat akılları (yani, bireysel ve toplumsal
hayatın temelindeki nedenleri, yüzeysel olanı aşarak görme yetenekleri) giderek azalmıştır. Düşünme, hislerden giderek daha fazla soyutlanmakta ve ayrılmaktadır. Bütün insanlığın üzerinde bir kâbus gibi dolaşan nükleer savaş tehdidine tahammül edebiliyor olmak, modern insanlığın akıl sağlığından şüphe etmek için yeterli bir sebeptir.
İnsanlık, yarattığı makinelerin efendisi olacak yerde, makinelerin itaatkâr bir hizmetçisi hâline gelmiştir. Fakat insanlar, birer eşya olmak üzere yaratılmamışlardır. Tüketim çılgınlığının vermeye çalıştığı tatmine rağmen insanların içindeki yaşama gücü, sonsuza dek hareketsiz kalamaz. O halde önümüzde tek bir seçenek bulunmaktadır: Yarattığımız makinelerin yeniden efendileri olmak zorundayız. Ayrıca üretim faaliyetlerini bir amaç olmaktan çıkarıp, araç haline getirmeli ve üretimi insanlığın gelişimine adamalıyız. Aksi takdirde insanların baskı altında tutulan hayat enerjisi, kendisini yıkıcı bir biçimde dışa vuracaktır. Bunun sonucu olarak insanlar, can sıkıntısından ölmektense hayatı yok etmeye başlayacaklardır.
İnsanlığın bu durumundan toplumsal ve ekonomik organizasyon biçimlerimizi sorumlu tutabilir miyiz? Daha önce de belirtildiği üzere, sanayi alanındaki üretim ve tüketim yöntemiyle onun insanlar arasında desteklediği toplumsal ilişki biçimi, insanlığın söz konusu durumuna neden olmuştur. Fakat bu durum, sistem bunu istediği için böyle olmamıştır. Burada "bazı mihrakların kötü niyetleri" şeklinde ifade edilebilen kaçamak cevaplar aranmamalıdır. Asıl neden, ortalama bir insanın karakterinin, toplum yapısının sunduğu hayat tarzı tarafından biçimlendirildiği gerçeğidir.
Yirminci yüzyılda kapitalizmin aldığı şekil, hiç şüphesiz kapitalizmin ondokuzuncu yüzyıldaki şeklinden çok farklıdır. Bu fark o kadar büyüktür ki, her iki sistem için de aynı kapitalizm kavramını kullanıp, kullanamayacağımız tartışılmalıdır. Yirminci yüzyıl kapitalizmini geçmiş dönem kapitalizminden ayıran en önemli nitelikler; sermayenin dev boyuttaki işletmelerde yoğunlaşması, şirket yönetimi ile şirket sahipliğinin gittikçe biribirinden ayrılması, çok güçlü sendikaların varlığı, tarım sektörü ile bazı sanayi sektörlerine devlet sübvansiyonlarının verilmesi, "refah devleti"nin nitelikleri, fiyat kontrolünün ve yönlendirilmiş bir piyasanın olması ve pek çok başka nitelikler şeklinde özetlenebilir. Terminolojiyi nasıl seçersek seçelim, yine de hem eski ve hem de yeni kapitalizm için geçerli olan bazı temel kıstaslar vardır: Dayanışma ve sevginin değil de, bireysel ve bencil davranışın herkes için en iyi sonucu doğuracağı ilkesi ve halkın kendi irade, tasarım ve planlamasının yerine, belirli bir kişiliğe sahip olmayan bir mekanizmanın, yani piyasanın, toplum hayatını yönlendirmesi gerektiğine olan inanış. Burada ka¬pitalizm, eşyayı (sermayeyi) insanlardan (emekten) üstün kılmaktadır. Güç, faaliyetten değil, sahip olmaktan geçmektedir. Çağdaş kapitalizm, insanlığın gelişmesini engelleyen bazı özellikleri de içermektedir. Örneğin, işçilerden, memurlardan, mühendislerden ve tüketicilerden oluşan, iyi işleyen bir çalışanlar ekibine ihtiyaç duymaktadır. Böyle bir ekip gereklidir, çünkü bürokrasiler tarafından idare edilen büyük işletmeler bu tür bir organizasyon şemasına ve "teşkilât adamına" (örgütçü insana) dayanmaktadır. Sistemimiz, kendi ihtiyaçlarına cevap verebilecek insanlar yaratmak zorundadır. Sorun yaratmadan işbirliği yapan çok sayıda insana ihtiyaç vardır. Gerekli olan, gittikçe daha çok tüketen, zevkleri standartlaşmış, ne yapacağı kolayca tahmin edilebilen ve etkilenebilen insanlardır. İhtiyaç duyulan insanlar, kendilerini özgür ve bağımsız hisseden, hiçbir otoriteye veya vicdani ilkeye bağlı olmadıklarını düşünen ve fakat kendilerinden bekleneni yapmak üzere emir alabilen ve sosyal makineye sorun yaratmadan uyabilenlerdir. Bu kimseler, herhangi bir zora başvurulmadan güdülebilen, liderleri olmadan yol gösterilen, belli bir amaca hizmet etmeksizin hareket etmeye cesaret ettirilebilenlerdir. Bu gibi bir durumda her zaman hareketli ve atak olmak, ilerlemek ve sözde iyiyi aramak, en temel ilke olmaktadır. Oysa üretim faaliyetinin temelinde ise, insanların gerçek ihtiyaçlarından ziyade, sermaye yatırımından gelecek kâr beklentisi yatmaktadır. Radyo, televizyon, kitaplar ve ilâçlar kâr ilkesine göre üretildiği için, insanlar genellikle ruhlarını köreltici ve bazen de sağlıklarını bile bozan tüketim kalıplarına yön-lendirilmektedirler.
Manevî geleneklerimize dayanan insanî hedeflerimizi tatmin edemeyen toplumumuz, çağımızın en önemli iki sorunuyla ilgili önemli katkılarda bulunmaktadır: Bu sorunlardan ilki barışla, diğeri ise Batı'nın zenginliği ile insanlığın diğer üçte ikilik kısmının fakirliğini dengelemekle ilgilidir.
Modern dönemin insanı, kendine ve her şeye karşı yabancılaşmıştır. Bu yabancılaşmanın bir sonucu olarak, insanlık, yukarıdaki iki sorunu çözmekte zorlanmaktadır. Eşyaya tapıp, hayata ve insanlara olan saygısını kaybettiğinden, hem ahlâkî ilkelere, hem de kendi yaşantısı için önemli olan akılcı düşünceye karşı körleşmiştir. Nükleer silâhlanmanın evrensel bir yok oluşa neden olacağı o kadar belliyken ve hatta nükleer bir savaşa gidilmese bile nükleer tehdidin, korkunun ve paranoyanın hüküm sürdüğü bir ortamda yaşamak zorunda kalacağımız muhtemelken, özgürlüğün ve demokrasinin varlığından söz bile edilemez. Zenginler ve fakir ülkeler arasındaki bu büyük farkın, kanlı çatışmalara ve diktatörlüklere yol açacağı bellidir. Buna rağmen, hiç bir olumlu sonuç getirmeyeceği belli olan bazı çözüm önerilerinden söz edilmektedir. Gerçekten de Tanrı'nın, mahvını arzuladığı insanları kör ettiğini kendimize ispatlamaya çalışıyor gibiyiz.
Kapitalizmin olumsuzluklar hanesinde bunlar yazılı. Peki, sosyalizm hakkında neler söylenebilir? Başlangıçta hangi amaçlara sahipti? Bu amaçları uygulama şansı doğan ülkelerde hangi sonuçlar elde edilmiştir?
Marx'ın ve başka birçok düşünürün anladığı biçimiyle ondokuzuncu yüzyıl sosyalizmi, herkes için onurlu bir hayat kurmakta gerekli olan maddî temeli yaratmak amacındaydı Bu nedenle sermayenin emeği değil, emeğin sermayeyi idare etmesi öngörülmüştü. Sosyalizm için emek ve sermaye sadece basit birer ekonomik kategori olmaktan öte anlamlara da sahipti. Emek ve sermaye, birer ilkeyi temsil ediyorlardı: Birikip yoğunlaşmış malın temsilcisi olan sermaye, sahip olmayı; hayatı ve insanın gücünü oluşturan emek ise, gelişmeyi, varlığı ve olmayı temsil ediyordu. Sosyalistler, kapitalist düzende eşyanın hayatı idare ettiğini; sahip olmanın, var olmaktan daha üstün görüldüğünü ve geçmişin, geleceği yönlendirdiğini keşfetmişlerdi. Amaçları, bu ilişkiler bütününü tersine çevirmekti. Sosyalizmin hedefi, insanlığın özgürleşmesiydi. Yinelemek gerekirse, bu hedef, insanları bağlayan zincirlerden, hayallerden ve gerçek dışılıklardan kurtulmak anlamına geliyordu. Amaç, hissetme ve düşünme yeteneklerinden yaratıcı biçimde yararlanan bir insana ulaşmaktı.
Sosyalizm, özgür bir insana ulaşmanın mücadelesini veriyordu. Buna göre, özgür insan, kendi ayaklan üzerine basan bir insandı. Marx'ın da dediği gibi, insanların kendi ayakları üzerine basabilmeleri, ancak "varlığını kendi kendisine borçlu olduğu, dünyayla giriştiği bütün ilişkilerde (görme, işitme, koku alma, tat alma, hissetme, düşünme, isteme, sevme gibi) kendini mutlak bir insan olarak gördüğü, kısacası bireyselliğinin tüm öğelerini idrak edip, dışa vurduğu zaman mümkündür." Sosyalizmin hedefi, insan ile insan ve insan ile tabiat arasında bir bütünlük sağlamaktır.
Marx'ın ve öteki sosyalist düşünürlerin, insanın en temel dürtüsünün azamî maddi kazanç peşinde koşmak olduğunu iddia ettikleri yönündeki yaygın klişenin tersine sosyalistler, aslında kapitalist toplumlarda maddi boyutun en temel öğe haline geldiğini belirtmişlerdir. Bunun karşısında duran sosyalizm ise, insanların kendilerini tanımaları ve maddi boyunduruktan kurtuluşlarını sağlayabilmeleri için onlara maddi olmayan öğeler sunmaya çalışmaktadır. (İnsanların tutarsızlığı ne kadar da üzücü. Bir yandan sosyalizm, güya içerdiği "maddecilik" nedeniyle lanetlenirken, öte yandan insanları en iyiyi yaratma yönünde harekete ' geçiren tek öğenin "kâr dürtüsü" olduğu iddia edilmektedir.)
Sosyalizmin hedefi, bireysellikti; tek tiplilik değil. Ekonomik boyunduruktan kurtuluşu sağlamaktı, hayatın esas gayesinin maddi kazanımlar olduğunu ispatlamak değil. Bütün insanların tam bir dayanışmasını sağlamaktı, tek bir insanın diğer insanlar üzerinde egemenliğini ve yönetimini kurmak değil. Sosyalizmin temel ilkesi, her bir insanın kendi başına bir amaç olduğu ve diğer insanların aracı olamayacağı idi. Sosyalizmin ulaşmaya çalıştığı toplum biçiminde, herkes bütün kararların alınmasında söz ve sorumluluk sahibi olacaktı. Böyle bir toplumda vatandaşlar, birer insan oldukları ve derme çatma düşüncelere değil, bir takım kanaatlere sahip oldukları için kararlara katılabileceklerdi.
Sosyalizm için hem fakirlik, hem de zenginlik büyük birer çarpıklıktı. Çünkü maddi fakirlik, insanların onurlu ve dolu dolu yaşayamamasına neden oluyordu. Öte yandan maddi zenginlik ise (güç örneğinde olduğu gibi), insanları yoldan çıkarıyordu. Zenginlik, insanlardaki iç dengeyi bozuyor ve insan varlığının içsel sınırlarını aşıyordu. Böylece bireyler, kendilerinin "benzersiz" olduğunu düşünecek kadar gerçek dışı ve hatta saçma bir yola giriyorlardı. Bunun ardından da insanlar, öteki insanlardan üstün olduklarını ve onların bağlı oldukları temel şartlara kendilerinin bağlı olmadıklarını düşünmeye başlıyorlardı. Sosyalizmin bu duruma karşı sunduğu seçenek, maddi rahatlığın, hayatın gerçek amaçları için kullanılmasını sağlamaktı. Bireysel zenginlik reddedilmekteydi, çünkü bu türlü bir zenginlik hem birey, hem de toplum için büyük bir tehlike oluşturmaktaydı. Aslında sosyalizmin kapitalizme muhalefet etmesinin esas temeli de bu tespittir. Kapitalizm, kendi iç mantığına göre, sürekli artan bir maddi refahı hedeflemektedir. Sosyalizm ise, insani üretkenliğin, canlılığın ve mutluluğun sürekli artmasını öngörmektedir. Sosyalizmde maddi rahatlık, insanların temel amaçlarına hizmet ettiği sürece hoş karşılanır.
Sosyalizm, zaman içinde devletin de ortadan kalkacağına, böylece bir süre sonra insanların değil de, yalnızca eşyaların (nesnelerin) yönetilmesi gerekeceğine inanmış ve bu nedenle de, özgürlüğün ve inisiyatifin (başlatma yeteneğinin) bireylere iade edildiği sınıfsız bir toplum hedefini gütmüştü. Sosyalizm, ondokuzuncu yüzyıldan Birinci Dünya Savaşı'nın başlarına kadar Avrupa ve Amerika'nın en önemli hümanist ve manevi hareketini oluşturmuştur. Peki, sosyalizme daha sonra neler oldu?
Ortadan kaldırmayı düşündüğü kapitalizmin ruhuna teslim oldu. Pek çok sosyalist ve muhalif, sosyalizmi insanlığın özgürlüğünü sağlayacak bir hareket olarak görememiş ve yalnızca emekçi sınıfın ekonomik standartlarını yükseltmeye yarayan bir araç şeklinde değerlendirmiştir. Sosyalizmin hümanist hedefleri unutulmuş veya bu hedefler yalnızca kelimelerde kalmış, aynen kapitalist sistemde olduğu gibi vurgu, sırf ekonomik kazanç üzerinde odaklanmıştır. Nasıl ki demokratik idealler manevi köklerinden uzaklaştırılmışsa, sosyalizm düşüncesi de, en derin kökü olan barış, adalet ve insanların kardeşliğine dair "gelecekten haber veren" kurtuluşçu (mesihçi) inancını kaybetmiştir.
Bunun sonucu olarak sosyalizm, kapitalizmi aşacağı yerde, işçi sınıfının kapitalist düzen içinde kendilerine daha iyi bir yer edinmelerini sağlamaktan başka bir amaca hizmet etmez hale gelmiştir. Sosyalizm, kapitalizmi değiştirecekken, kapitalizmin ruhu tarafından vurulmuştur. Sosyalist hareketin başarısızlığını mühürleyen son olay ise, 1914 yılında sosyalist liderlerin uluslararası dayanışmayı reddetmeleri, kendi ülkelerinin ekonomik ve askerî çıkarlarını enternasyonalizmin fikirlerine karşı savunarak, parti programlarından bulunan barış kavramını programlarından çıkartmalarıdır.
Sosyalist hareketin, hem de solcu kanadı, sosyalizmi yanlış yorumlayıp, onu sadece ekonomik bir hareket olarak değerlendirmiş ve bu yüzden üretim araçlarının kamulaştırılmasını, bu amaca hizmet eden tek araç olarak görmüştür. Sosyalist hareketin Avrupa'daki reformcu liderleri, kendi hedeflerini, işçinin ekonomik statüsünü kapitalist düzen içinde yükseltmeyi sağlamak olarak görmüşler ve bu açıdan en radikal çözüm önerisi olarak, bazı büyük endüstri işletmelerinin kamulaştırılmasını salık vermişlerdir.
Ancak son zamanlarda, bir işletmenin kamulaştırılmasının kendi başına sosyalizmi gerçekleştiremeyeceğinin farkına varılmıştır. Çünkü işçi açısından, söz konusu işletmelerin halk tarafından tayin edilmiş bir bürokrasi eliyle yönetilmesi ile özel sektörün tayin ettiği bir bürokrasi aracılığıyla yönetilmesi arasında hiçbir fark yoktur.
Sovyetler Birliği Komünist Parti'sinin liderleri de sosyalizmi ekonomik açıdan yorumlamışlardır. Batı Avrupa'ya göre daha az gelişmiş olan ve demokrasi geleneği bulunmayan bir ülkede yaşadıkları için, sermayenin hızla çoğalıp yoğunlaşmasını sağlayabilmek amacıyla, terör ve diktatörlük yolunu seçmişlerdir. Aynı gelişme, aslında on dokuzuncu yüzyılda Avrupa'da da görülmüştür. Sovyetler Birliği, yeni bir devlet kapitalizmi şeklini geliştirmiştir. Bu düzen ekonomik açıdan başarılı oluyor gibi gözükse de (1950lerde, Çev.) insanî değerleri teker teker yok etmeye başlamıştır. Bürokratik kafayla yönetilen bir toplum yaratmışlar ve sınıfsal ayrımlar (hem ekonomik, hem de diğer insanları yönetme gücü açısından), günümüz kapitalist toplumlarından çok daha derin bir etkiye sahip olmuştur. Bu gibiler sistemlerini sosyalist olarak tanımlıyorlar, çünkü bütün ekonomiyi kamulaştırmışlardır.
Ama gerçekte kurdukları sistem, sosyalizmin temsil ettiği bütün değerlerin (bireyselliğin yeniden canlanışı ve insanlığın tam anlamıyla gelişimi) tam bir reddiyesidir. Kitleleri arkalarına alabilmek için, ulusçu ideolojileri sosyalist görüşlerle birleştirme yoluna gitmişlerdir. Halk, sermayenin hızla birikmesi için dayanılmaz özverilerde bulunmuş ve bu yüzden yönetenlerle pek iyi bir işbirliğine girememiştir.
Serbest işletmeler temeline dayanan kapitalist sistem, komünist sistemden üstün görünmektedir, çünkü çağdaş insanlığın en önemli kazanımlarından birisi olan siyasî özgürlük, ancak serbest piyasa ekonomisinde korunabilmiştir. Öte yandan siyasî özgürlükle birlikte, insanların onuru ve bireyselliği de belirli bir konuma sahip olabilmiştir. Bu nitelikler, bizi yine hümanizmin manevî geleneklerine götürmektedir. Bu düzen, insanlara, eleştiri yapabilme ve yapıcı bir toplumsal değişime yönelik önerilerde bulunma imkânını verir. Sovyet polis devletinde ise böyle şeyler neredeyse imkânsızdır.
Fakat Sovyet ülkeleri Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nin ekonomik düzeyine geldikleri andan itibaren (yani, insanların rahat bir hayat beklentisi tatmin edilebildiği takdirde) Sovyet terörüne gerek kalmayacaktır. Böyle bir aşamadan sonra, Batı'da kullanılan telkin ve ikna etme gibi diğer manipulasyon tekniklerine başvurulacağı pek muhtemeldir. Böyle bir gelişme, yirminci yüzyıl kapitalizmiyle yirminci yüzyıl komünizmini birbirine yakınlaştıracaktır. Çünkü her iki sistem de sanayileşme temeline dayanmaktadır. İkisinin de hedefi, ekonomik etkinliği ve refahı sürekli olarak arttırmaktır. Belli bir yönetici sınıfının egemen olduğu ve profesyonel siyasetçilerin iktidarda bulunduğu birer toplumdur söz konusu olan. İkisinin de geleceğe bakış açısı tamamen maddecidir.
Burada Batı'nın Hristiyan ideolojisine atıfta bulunması veya ateist Doğu'nun peygamberci bir kurtuluşu müjdelemesinin hiçbir önemi yoktur. Her ikisi de kitleleri merkezî bir sisteme göre, büyük fabrikalar ve kitle partilerinde örgütlemektedir. İki sistem bu şekilde devam ederlerse, yabancılaşmış kitle insanı (bu kitle insanından pek de bir farkı bulunmayan bürokratlar tarafından idare edilen, iyi beslenmiş, iyi giyinmiş ve iyi eğlendirilen otomat insan) yaratıcı, düşünen ve hisseden insanın yerini alacaktır. Burada eşya (nesneler) birinci sırasını koruyacak, bir insan olarak insan ise, ölmüş olacaktır. İnsanlar özgürlükten ve bireysellikten söz edecekler, ama bir insan olarak hiçbir değere sahip olamayacaklardır.
Günümüzde bu gelişmenin neresindeyiz?
Kapitalizm ile kabalaştırılmış ve çarpıtılmış bir sosyalizm, insanları insanlıklarından çıkarıp, birer otomat haline sokma noktasına getirmiştir. İnsanlar, akıllarını kaybetmek üzeredirler. Hepimiz, mutlak bir yokoluşun başlangıcında bulunuyoruz. Onur, yaratıcılık, akıl, adalet, dayanışma ve insan özgürlüğü gibi hedeflere varabilmek ve neredeyse kesin olan çözülüş, yok oluş veya özgürlüğün kaybedilmesinden kurtulabilmek için, insanların, içinde bulundukları bu kötü durumu ve tehlikeleri bütün çıplaklığıyla görüp, kavramaları gerekmektedir. Kimse bizi, yöneticilerin egemen olduğu bir serbest piyasa ekonomisiyle, yine başka yöneticilerin egemen olduğu bir komünist sistem arasında tercih yapmaya zorlayamaz. Çünkü ortada üçüncü bir çözüm yolu var. Bu üçüncü yol, sosyalizmin temel ilkelerinden hareket eden, yeni ve tam anlamıyla insani bir toplum fikrini ve görüşünü sunan demokratik ve hümanist bir sosyalizmdir.
Radyo, televizyon ve gazeteler aracılığıyla yaygın bir iletişim sistemini kurabildik. Buna rağmen insanlar, siyasî ve toplumsal gerçekler hakkında objektif bir biçimde bilgilenmekten çok, yanlış ve belirli bir öğreti doğrultusunda bilgilendirilmektedirler. Gerçekten de görüş ve fikirlerimizde bir dereceye kadar belirli bir tek tiplilik görülüyor. Bu tek tipliliğin kaynağında siyasî bir baskıcılık ve korku yatsaydı, bunun nedenini kolayca anlayabilirdik. Halbuki bu sözde demokratik toplumlarda, insanlar "gönüllü" olarak kendilerine kabul ettirilmek istenen bu yaygın görüşleri benimseme yolunu seçiyorlar.
Serbest piyasa koşullarının hâkim bulunduğu ülkelerde olduğu kadar, bu ülkelerin karşıtlarında da iki yüzlülük, bir kural hâline gelmiştir. Bu ülkelerden ikinci gruba girenler, kendi diktatörlüklerine "halk cumhuriyetleri", birinci gruba girenler ise, diktatörlüklerine "özgürlük aşığı halklar" yakıştırmasını uygun görmektedirler. Bir nükleer saldırı karşısında, elli milyon Amerikan vatandaşının ölme tehlikesini, "savaş riski" olarak değerlendiren ve "kuvvet oyunlarında" zaferden söz edenler, nükleer bir kıyamet sırasında kimsenin galip gelemeyeceğini bilen sağlıklı insanlara ne cevap verecekler?
Temel eğitimden yüksek öğrenime kadar uzanan genel eğitim hareketi, en üst seviyelere gelmiştir. Fakat insanların eğitim düzeyi yükselmiş olsa bile, özgürce akıl yürütme, değerlendirme ve kanaat oluşturma nitelikleri zayıflamıştır. Belki insanların zekâsı artmıştır, fakat akılları (yani, bireysel ve toplumsal
hayatın temelindeki nedenleri, yüzeysel olanı aşarak görme yetenekleri) giderek azalmıştır. Düşünme, hislerden giderek daha fazla soyutlanmakta ve ayrılmaktadır. Bütün insanlığın üzerinde bir kâbus gibi dolaşan nükleer savaş tehdidine tahammül edebiliyor olmak, modern insanlığın akıl sağlığından şüphe etmek için yeterli bir sebeptir.
İnsanlık, yarattığı makinelerin efendisi olacak yerde, makinelerin itaatkâr bir hizmetçisi hâline gelmiştir. Fakat insanlar, birer eşya olmak üzere yaratılmamışlardır. Tüketim çılgınlığının vermeye çalıştığı tatmine rağmen insanların içindeki yaşama gücü, sonsuza dek hareketsiz kalamaz. O halde önümüzde tek bir seçenek bulunmaktadır: Yarattığımız makinelerin yeniden efendileri olmak zorundayız. Ayrıca üretim faaliyetlerini bir amaç olmaktan çıkarıp, araç haline getirmeli ve üretimi insanlığın gelişimine adamalıyız. Aksi takdirde insanların baskı altında tutulan hayat enerjisi, kendisini yıkıcı bir biçimde dışa vuracaktır. Bunun sonucu olarak insanlar, can sıkıntısından ölmektense hayatı yok etmeye başlayacaklardır.
İnsanlığın bu durumundan toplumsal ve ekonomik organizasyon biçimlerimizi sorumlu tutabilir miyiz? Daha önce de belirtildiği üzere, sanayi alanındaki üretim ve tüketim yöntemiyle onun insanlar arasında desteklediği toplumsal ilişki biçimi, insanlığın söz konusu durumuna neden olmuştur. Fakat bu durum, sistem bunu istediği için böyle olmamıştır. Burada "bazı mihrakların kötü niyetleri" şeklinde ifade edilebilen kaçamak cevaplar aranmamalıdır. Asıl neden, ortalama bir insanın karakterinin, toplum yapısının sunduğu hayat tarzı tarafından biçimlendirildiği gerçeğidir.
Yirminci yüzyılda kapitalizmin aldığı şekil, hiç şüphesiz kapitalizmin ondokuzuncu yüzyıldaki şeklinden çok farklıdır. Bu fark o kadar büyüktür ki, her iki sistem için de aynı kapitalizm kavramını kullanıp, kullanamayacağımız tartışılmalıdır. Yirminci yüzyıl kapitalizmini geçmiş dönem kapitalizminden ayıran en önemli nitelikler; sermayenin dev boyuttaki işletmelerde yoğunlaşması, şirket yönetimi ile şirket sahipliğinin gittikçe biribirinden ayrılması, çok güçlü sendikaların varlığı, tarım sektörü ile bazı sanayi sektörlerine devlet sübvansiyonlarının verilmesi, "refah devleti"nin nitelikleri, fiyat kontrolünün ve yönlendirilmiş bir piyasanın olması ve pek çok başka nitelikler şeklinde özetlenebilir. Terminolojiyi nasıl seçersek seçelim, yine de hem eski ve hem de yeni kapitalizm için geçerli olan bazı temel kıstaslar vardır: Dayanışma ve sevginin değil de, bireysel ve bencil davranışın herkes için en iyi sonucu doğuracağı ilkesi ve halkın kendi irade, tasarım ve planlamasının yerine, belirli bir kişiliğe sahip olmayan bir mekanizmanın, yani piyasanın, toplum hayatını yönlendirmesi gerektiğine olan inanış. Burada ka¬pitalizm, eşyayı (sermayeyi) insanlardan (emekten) üstün kılmaktadır. Güç, faaliyetten değil, sahip olmaktan geçmektedir. Çağdaş kapitalizm, insanlığın gelişmesini engelleyen bazı özellikleri de içermektedir. Örneğin, işçilerden, memurlardan, mühendislerden ve tüketicilerden oluşan, iyi işleyen bir çalışanlar ekibine ihtiyaç duymaktadır. Böyle bir ekip gereklidir, çünkü bürokrasiler tarafından idare edilen büyük işletmeler bu tür bir organizasyon şemasına ve "teşkilât adamına" (örgütçü insana) dayanmaktadır. Sistemimiz, kendi ihtiyaçlarına cevap verebilecek insanlar yaratmak zorundadır. Sorun yaratmadan işbirliği yapan çok sayıda insana ihtiyaç vardır. Gerekli olan, gittikçe daha çok tüketen, zevkleri standartlaşmış, ne yapacağı kolayca tahmin edilebilen ve etkilenebilen insanlardır. İhtiyaç duyulan insanlar, kendilerini özgür ve bağımsız hisseden, hiçbir otoriteye veya vicdani ilkeye bağlı olmadıklarını düşünen ve fakat kendilerinden bekleneni yapmak üzere emir alabilen ve sosyal makineye sorun yaratmadan uyabilenlerdir. Bu kimseler, herhangi bir zora başvurulmadan güdülebilen, liderleri olmadan yol gösterilen, belli bir amaca hizmet etmeksizin hareket etmeye cesaret ettirilebilenlerdir. Bu gibi bir durumda her zaman hareketli ve atak olmak, ilerlemek ve sözde iyiyi aramak, en temel ilke olmaktadır. Oysa üretim faaliyetinin temelinde ise, insanların gerçek ihtiyaçlarından ziyade, sermaye yatırımından gelecek kâr beklentisi yatmaktadır. Radyo, televizyon, kitaplar ve ilâçlar kâr ilkesine göre üretildiği için, insanlar genellikle ruhlarını köreltici ve bazen de sağlıklarını bile bozan tüketim kalıplarına yön-lendirilmektedirler.
Manevî geleneklerimize dayanan insanî hedeflerimizi tatmin edemeyen toplumumuz, çağımızın en önemli iki sorunuyla ilgili önemli katkılarda bulunmaktadır: Bu sorunlardan ilki barışla, diğeri ise Batı'nın zenginliği ile insanlığın diğer üçte ikilik kısmının fakirliğini dengelemekle ilgilidir.
Modern dönemin insanı, kendine ve her şeye karşı yabancılaşmıştır. Bu yabancılaşmanın bir sonucu olarak, insanlık, yukarıdaki iki sorunu çözmekte zorlanmaktadır. Eşyaya tapıp, hayata ve insanlara olan saygısını kaybettiğinden, hem ahlâkî ilkelere, hem de kendi yaşantısı için önemli olan akılcı düşünceye karşı körleşmiştir. Nükleer silâhlanmanın evrensel bir yok oluşa neden olacağı o kadar belliyken ve hatta nükleer bir savaşa gidilmese bile nükleer tehdidin, korkunun ve paranoyanın hüküm sürdüğü bir ortamda yaşamak zorunda kalacağımız muhtemelken, özgürlüğün ve demokrasinin varlığından söz bile edilemez. Zenginler ve fakir ülkeler arasındaki bu büyük farkın, kanlı çatışmalara ve diktatörlüklere yol açacağı bellidir. Buna rağmen, hiç bir olumlu sonuç getirmeyeceği belli olan bazı çözüm önerilerinden söz edilmektedir. Gerçekten de Tanrı'nın, mahvını arzuladığı insanları kör ettiğini kendimize ispatlamaya çalışıyor gibiyiz.
Kapitalizmin olumsuzluklar hanesinde bunlar yazılı. Peki, sosyalizm hakkında neler söylenebilir? Başlangıçta hangi amaçlara sahipti? Bu amaçları uygulama şansı doğan ülkelerde hangi sonuçlar elde edilmiştir?
Marx'ın ve başka birçok düşünürün anladığı biçimiyle ondokuzuncu yüzyıl sosyalizmi, herkes için onurlu bir hayat kurmakta gerekli olan maddî temeli yaratmak amacındaydı Bu nedenle sermayenin emeği değil, emeğin sermayeyi idare etmesi öngörülmüştü. Sosyalizm için emek ve sermaye sadece basit birer ekonomik kategori olmaktan öte anlamlara da sahipti. Emek ve sermaye, birer ilkeyi temsil ediyorlardı: Birikip yoğunlaşmış malın temsilcisi olan sermaye, sahip olmayı; hayatı ve insanın gücünü oluşturan emek ise, gelişmeyi, varlığı ve olmayı temsil ediyordu. Sosyalistler, kapitalist düzende eşyanın hayatı idare ettiğini; sahip olmanın, var olmaktan daha üstün görüldüğünü ve geçmişin, geleceği yönlendirdiğini keşfetmişlerdi. Amaçları, bu ilişkiler bütününü tersine çevirmekti. Sosyalizmin hedefi, insanlığın özgürleşmesiydi. Yinelemek gerekirse, bu hedef, insanları bağlayan zincirlerden, hayallerden ve gerçek dışılıklardan kurtulmak anlamına geliyordu. Amaç, hissetme ve düşünme yeteneklerinden yaratıcı biçimde yararlanan bir insana ulaşmaktı.
Sosyalizm, özgür bir insana ulaşmanın mücadelesini veriyordu. Buna göre, özgür insan, kendi ayaklan üzerine basan bir insandı. Marx'ın da dediği gibi, insanların kendi ayakları üzerine basabilmeleri, ancak "varlığını kendi kendisine borçlu olduğu, dünyayla giriştiği bütün ilişkilerde (görme, işitme, koku alma, tat alma, hissetme, düşünme, isteme, sevme gibi) kendini mutlak bir insan olarak gördüğü, kısacası bireyselliğinin tüm öğelerini idrak edip, dışa vurduğu zaman mümkündür." Sosyalizmin hedefi, insan ile insan ve insan ile tabiat arasında bir bütünlük sağlamaktır.
Marx'ın ve öteki sosyalist düşünürlerin, insanın en temel dürtüsünün azamî maddi kazanç peşinde koşmak olduğunu iddia ettikleri yönündeki yaygın klişenin tersine sosyalistler, aslında kapitalist toplumlarda maddi boyutun en temel öğe haline geldiğini belirtmişlerdir. Bunun karşısında duran sosyalizm ise, insanların kendilerini tanımaları ve maddi boyunduruktan kurtuluşlarını sağlayabilmeleri için onlara maddi olmayan öğeler sunmaya çalışmaktadır. (İnsanların tutarsızlığı ne kadar da üzücü. Bir yandan sosyalizm, güya içerdiği "maddecilik" nedeniyle lanetlenirken, öte yandan insanları en iyiyi yaratma yönünde harekete ' geçiren tek öğenin "kâr dürtüsü" olduğu iddia edilmektedir.)
Sosyalizmin hedefi, bireysellikti; tek tiplilik değil. Ekonomik boyunduruktan kurtuluşu sağlamaktı, hayatın esas gayesinin maddi kazanımlar olduğunu ispatlamak değil. Bütün insanların tam bir dayanışmasını sağlamaktı, tek bir insanın diğer insanlar üzerinde egemenliğini ve yönetimini kurmak değil. Sosyalizmin temel ilkesi, her bir insanın kendi başına bir amaç olduğu ve diğer insanların aracı olamayacağı idi. Sosyalizmin ulaşmaya çalıştığı toplum biçiminde, herkes bütün kararların alınmasında söz ve sorumluluk sahibi olacaktı. Böyle bir toplumda vatandaşlar, birer insan oldukları ve derme çatma düşüncelere değil, bir takım kanaatlere sahip oldukları için kararlara katılabileceklerdi.
Sosyalizm için hem fakirlik, hem de zenginlik büyük birer çarpıklıktı. Çünkü maddi fakirlik, insanların onurlu ve dolu dolu yaşayamamasına neden oluyordu. Öte yandan maddi zenginlik ise (güç örneğinde olduğu gibi), insanları yoldan çıkarıyordu. Zenginlik, insanlardaki iç dengeyi bozuyor ve insan varlığının içsel sınırlarını aşıyordu. Böylece bireyler, kendilerinin "benzersiz" olduğunu düşünecek kadar gerçek dışı ve hatta saçma bir yola giriyorlardı. Bunun ardından da insanlar, öteki insanlardan üstün olduklarını ve onların bağlı oldukları temel şartlara kendilerinin bağlı olmadıklarını düşünmeye başlıyorlardı. Sosyalizmin bu duruma karşı sunduğu seçenek, maddi rahatlığın, hayatın gerçek amaçları için kullanılmasını sağlamaktı. Bireysel zenginlik reddedilmekteydi, çünkü bu türlü bir zenginlik hem birey, hem de toplum için büyük bir tehlike oluşturmaktaydı. Aslında sosyalizmin kapitalizme muhalefet etmesinin esas temeli de bu tespittir. Kapitalizm, kendi iç mantığına göre, sürekli artan bir maddi refahı hedeflemektedir. Sosyalizm ise, insani üretkenliğin, canlılığın ve mutluluğun sürekli artmasını öngörmektedir. Sosyalizmde maddi rahatlık, insanların temel amaçlarına hizmet ettiği sürece hoş karşılanır.
Sosyalizm, zaman içinde devletin de ortadan kalkacağına, böylece bir süre sonra insanların değil de, yalnızca eşyaların (nesnelerin) yönetilmesi gerekeceğine inanmış ve bu nedenle de, özgürlüğün ve inisiyatifin (başlatma yeteneğinin) bireylere iade edildiği sınıfsız bir toplum hedefini gütmüştü. Sosyalizm, ondokuzuncu yüzyıldan Birinci Dünya Savaşı'nın başlarına kadar Avrupa ve Amerika'nın en önemli hümanist ve manevi hareketini oluşturmuştur. Peki, sosyalizme daha sonra neler oldu?
Ortadan kaldırmayı düşündüğü kapitalizmin ruhuna teslim oldu. Pek çok sosyalist ve muhalif, sosyalizmi insanlığın özgürlüğünü sağlayacak bir hareket olarak görememiş ve yalnızca emekçi sınıfın ekonomik standartlarını yükseltmeye yarayan bir araç şeklinde değerlendirmiştir. Sosyalizmin hümanist hedefleri unutulmuş veya bu hedefler yalnızca kelimelerde kalmış, aynen kapitalist sistemde olduğu gibi vurgu, sırf ekonomik kazanç üzerinde odaklanmıştır. Nasıl ki demokratik idealler manevi köklerinden uzaklaştırılmışsa, sosyalizm düşüncesi de, en derin kökü olan barış, adalet ve insanların kardeşliğine dair "gelecekten haber veren" kurtuluşçu (mesihçi) inancını kaybetmiştir.
Bunun sonucu olarak sosyalizm, kapitalizmi aşacağı yerde, işçi sınıfının kapitalist düzen içinde kendilerine daha iyi bir yer edinmelerini sağlamaktan başka bir amaca hizmet etmez hale gelmiştir. Sosyalizm, kapitalizmi değiştirecekken, kapitalizmin ruhu tarafından vurulmuştur. Sosyalist hareketin başarısızlığını mühürleyen son olay ise, 1914 yılında sosyalist liderlerin uluslararası dayanışmayı reddetmeleri, kendi ülkelerinin ekonomik ve askerî çıkarlarını enternasyonalizmin fikirlerine karşı savunarak, parti programlarından bulunan barış kavramını programlarından çıkartmalarıdır.
Sosyalist hareketin, hem de solcu kanadı, sosyalizmi yanlış yorumlayıp, onu sadece ekonomik bir hareket olarak değerlendirmiş ve bu yüzden üretim araçlarının kamulaştırılmasını, bu amaca hizmet eden tek araç olarak görmüştür. Sosyalist hareketin Avrupa'daki reformcu liderleri, kendi hedeflerini, işçinin ekonomik statüsünü kapitalist düzen içinde yükseltmeyi sağlamak olarak görmüşler ve bu açıdan en radikal çözüm önerisi olarak, bazı büyük endüstri işletmelerinin kamulaştırılmasını salık vermişlerdir.
Ancak son zamanlarda, bir işletmenin kamulaştırılmasının kendi başına sosyalizmi gerçekleştiremeyeceğinin farkına varılmıştır. Çünkü işçi açısından, söz konusu işletmelerin halk tarafından tayin edilmiş bir bürokrasi eliyle yönetilmesi ile özel sektörün tayin ettiği bir bürokrasi aracılığıyla yönetilmesi arasında hiçbir fark yoktur.
Sovyetler Birliği Komünist Parti'sinin liderleri de sosyalizmi ekonomik açıdan yorumlamışlardır. Batı Avrupa'ya göre daha az gelişmiş olan ve demokrasi geleneği bulunmayan bir ülkede yaşadıkları için, sermayenin hızla çoğalıp yoğunlaşmasını sağlayabilmek amacıyla, terör ve diktatörlük yolunu seçmişlerdir. Aynı gelişme, aslında on dokuzuncu yüzyılda Avrupa'da da görülmüştür. Sovyetler Birliği, yeni bir devlet kapitalizmi şeklini geliştirmiştir. Bu düzen ekonomik açıdan başarılı oluyor gibi gözükse de (1950lerde, Çev.) insanî değerleri teker teker yok etmeye başlamıştır. Bürokratik kafayla yönetilen bir toplum yaratmışlar ve sınıfsal ayrımlar (hem ekonomik, hem de diğer insanları yönetme gücü açısından), günümüz kapitalist toplumlarından çok daha derin bir etkiye sahip olmuştur. Bu gibiler sistemlerini sosyalist olarak tanımlıyorlar, çünkü bütün ekonomiyi kamulaştırmışlardır.
Ama gerçekte kurdukları sistem, sosyalizmin temsil ettiği bütün değerlerin (bireyselliğin yeniden canlanışı ve insanlığın tam anlamıyla gelişimi) tam bir reddiyesidir. Kitleleri arkalarına alabilmek için, ulusçu ideolojileri sosyalist görüşlerle birleştirme yoluna gitmişlerdir. Halk, sermayenin hızla birikmesi için dayanılmaz özverilerde bulunmuş ve bu yüzden yönetenlerle pek iyi bir işbirliğine girememiştir.
Serbest işletmeler temeline dayanan kapitalist sistem, komünist sistemden üstün görünmektedir, çünkü çağdaş insanlığın en önemli kazanımlarından birisi olan siyasî özgürlük, ancak serbest piyasa ekonomisinde korunabilmiştir. Öte yandan siyasî özgürlükle birlikte, insanların onuru ve bireyselliği de belirli bir konuma sahip olabilmiştir. Bu nitelikler, bizi yine hümanizmin manevî geleneklerine götürmektedir. Bu düzen, insanlara, eleştiri yapabilme ve yapıcı bir toplumsal değişime yönelik önerilerde bulunma imkânını verir. Sovyet polis devletinde ise böyle şeyler neredeyse imkânsızdır.
Fakat Sovyet ülkeleri Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nin ekonomik düzeyine geldikleri andan itibaren (yani, insanların rahat bir hayat beklentisi tatmin edilebildiği takdirde) Sovyet terörüne gerek kalmayacaktır. Böyle bir aşamadan sonra, Batı'da kullanılan telkin ve ikna etme gibi diğer manipulasyon tekniklerine başvurulacağı pek muhtemeldir. Böyle bir gelişme, yirminci yüzyıl kapitalizmiyle yirminci yüzyıl komünizmini birbirine yakınlaştıracaktır. Çünkü her iki sistem de sanayileşme temeline dayanmaktadır. İkisinin de hedefi, ekonomik etkinliği ve refahı sürekli olarak arttırmaktır. Belli bir yönetici sınıfının egemen olduğu ve profesyonel siyasetçilerin iktidarda bulunduğu birer toplumdur söz konusu olan. İkisinin de geleceğe bakış açısı tamamen maddecidir.
Burada Batı'nın Hristiyan ideolojisine atıfta bulunması veya ateist Doğu'nun peygamberci bir kurtuluşu müjdelemesinin hiçbir önemi yoktur. Her ikisi de kitleleri merkezî bir sisteme göre, büyük fabrikalar ve kitle partilerinde örgütlemektedir. İki sistem bu şekilde devam ederlerse, yabancılaşmış kitle insanı (bu kitle insanından pek de bir farkı bulunmayan bürokratlar tarafından idare edilen, iyi beslenmiş, iyi giyinmiş ve iyi eğlendirilen otomat insan) yaratıcı, düşünen ve hisseden insanın yerini alacaktır. Burada eşya (nesneler) birinci sırasını koruyacak, bir insan olarak insan ise, ölmüş olacaktır. İnsanlar özgürlükten ve bireysellikten söz edecekler, ama bir insan olarak hiçbir değere sahip olamayacaklardır.
Günümüzde bu gelişmenin neresindeyiz?
Kapitalizm ile kabalaştırılmış ve çarpıtılmış bir sosyalizm, insanları insanlıklarından çıkarıp, birer otomat haline sokma noktasına getirmiştir. İnsanlar, akıllarını kaybetmek üzeredirler. Hepimiz, mutlak bir yokoluşun başlangıcında bulunuyoruz. Onur, yaratıcılık, akıl, adalet, dayanışma ve insan özgürlüğü gibi hedeflere varabilmek ve neredeyse kesin olan çözülüş, yok oluş veya özgürlüğün kaybedilmesinden kurtulabilmek için, insanların, içinde bulundukları bu kötü durumu ve tehlikeleri bütün çıplaklığıyla görüp, kavramaları gerekmektedir. Kimse bizi, yöneticilerin egemen olduğu bir serbest piyasa ekonomisiyle, yine başka yöneticilerin egemen olduğu bir komünist sistem arasında tercih yapmaya zorlayamaz. Çünkü ortada üçüncü bir çözüm yolu var. Bu üçüncü yol, sosyalizmin temel ilkelerinden hareket eden, yeni ve tam anlamıyla insani bir toplum fikrini ve görüşünü sunan demokratik ve hümanist bir sosyalizmdir.