İnsan Var Olsun
|
Erich Fromm
Ortaçağ bittikten ve zihinlerde yeni bir pencere açıldıktan sonra, Batı insanı, en güzel rüyalarının ve hayallerinin kısa bir süre içinde gerçek olacağını sanmış, rakip kabul etmeyen kilisenin otoritesinden, geleneksel düşünüşün ağırlığından ve henüz küçük bir bölümü keşfedilmiş bir dünyanın coğrafi sınırlanndan kurtulmuştu. Tabiatı ve bireyi keşfetmiş, bireyin varlığı tespit edilmişti. Batılı insan, kendi gücünün ve kapasitesinin farkına varmıştı. Artık tabiatın ve eskiden beri süregelen geleneklerin hâkimi olabilirdi. Yeni keşfettiği bu gücü, akılcılık ve hümanistik manevî geleneklerin eski değerleriyle birleştirebileceğini düşündü. Böylece, tarih içinde, insanlığın barış ve adalete erişeceğine inandı. Rönesans ve reform hareketlerinden sonraki yüzyılda, yepyeni bir bilimsel anlayış geliştirdi ve o zamana kadar hiç görülmemiş bir üretkenliğe ve güce sahip oldu. Böylece, maddi dünyayı tümüyle değiştirebileceğine inandı. Bireylerin serbestçe ve verimli bir biçimde kendilerini geliştirebilecekleri siyasî sistemler ortaya koydu. Çalışma saatlerini inanılmazın da ötesinde düşürerek, kendisine bir nesil öncesinde hayal bile edilemeyecek kadar uzun boş zamanlar yarattı.
Peki, günümüzde bu gelişmenin neresindeyiz?
Dünyamız, biri kapitalist, diğeri komünist olmak üzere iki büyük kampa ayrılmış durumda. Her iki kamp da, sayısız nesiller boyunca peşinden koşulan dünya cennetinin anahtarını sunabildiklerini iddia ediyorlar. Bunu iddia ederken de, sistemlerinin birbiriyle bağdaşamayacağını söylüyorlar. Halbuki her iki sistem de barış içinde birlikte yaşamak zorunda.
Bunda haklılar mı? Her iki sistem de yeni bir feodaliteye dönüşmek üzere değil mi? Bu yeni endüstriyel toplumlar, büyük ve güçlü bürokrasiler tarafından yönetilip, manipule edilmiyorlar mı? Bu toplumlarda birey, iyi beslenen ve eğlenen, ama aynı zamanda bireyselliğini, özgürlüğünü ve insanlığını kaybeden bir otomat haline dönüşmüyor mu? Tabiatın üstesinden geldik. İstediğimiz ürünü, istediğimiz miktarda üretebiliyoruz. Peki, bu yüzden dayanışmanın ve adaletin hüküm sürdüğü yeni bir dünya ile ilgili hayallerimizden feragat mı etmek zorundayız? Böyle bir ideali, içi boş bir teknik kavram olan "gelişme" kelimesiyle feda etmeye gönlümüz razı mı?
Kapitalist veya komünist yöneticilerin egemen olduğu bir sanayicilik ideolojisinden başka bir seçeneğimiz yok mu? Bireyin, toplumun yeniden etkin ve sorumlu bir üyesi olduğu ve başkasının kendisini yönetmesinden ziyade, gelişmeleri birlikte kontrol edebildiği bir sanayi toplumu yaratamaz mıyız? Ekonomik refah içinde olma ile insanın insanca yaşayabilmesi, gerçekten biribirine zıt kavramlar mı?
Bu iki kamp, birbiriyle ekonomik ve siyasal açıdan mücadele etmenin dışında, büyük bir nükleer korku altında da yaşamaktadır. Bir nükleer felâket, her iki tarafı da yok edeceği gibi, belki de dünya üzerindeki bütün medeniyetleri ortadan kaldıracaktır. Gerçekten de insanoğlu, zekâsının en ileri ürünlerinden birisi olan atom bombasını imâl edebilmiştir. Ama aynı zamanda, yarattığı bu bomba üzerindeki kontrolünü de kaybetmiştir. Böylece atom bombası, insanoğlunun efendisi olurken, kendi yaratıcılığımız en büyük düşmanımız haline gelmiştir.
Bu gidişi tersine çevirecek zamanımız var mı? Bu kötü gelişmeyi durdurmayı başarabilecek miyiz? Oldu-bitti türü gelişmeler tarafından yönetilmek yerine, gelişmeleri yeniden kendimiz yönlendirecek miyiz? Sorunları çözmek için hep başvurduğumuz (ama bu şekilde hiçbir zaman, hiçbir sorunu çözemeyeceğimiz apaçık olan) kuvvet, şiddet ve cinayet denilen barbarlığın ta derinlere inen köklerini kesip atabilecek miyiz? Zekâmız çok gelişmiş olduğu halde, duygusal ve ahlâkî açıdan çok gerilerdeyiz. Aradaki bu farkı giderebilecek miyiz? Bu sorulara bir cevap verebilmek için, Batılı insanın mevcut durumu hakkında, daha ayrıntılı bir incelemeye gerek vardır.
Çoğu Amerikalı için endüstriyel bir temele göre örgütlenmiş toplumumuzda başarıya ulaşmanın yolu tartışmasız bellidir. Buhar gücü, petrol ve atom enerjisi benzeri yeni üretim güçleri ve merkezî plânlama, bürokratikleşme, ileri derecede iş bölümü ve otomasyon gibi emeğin yeni örgütlenme ve düzenleme biçimleri, en gelişmiş sanayi ülkelerinde çok ileri bir maddî refah ortamı yaratmıştır. Daha yüz yıl önce, halkın çoğunluğu büyük bir yoksulluk içindeyken, artık bu durumda olanlar yok denecek kadar azalmıştır.
Son yüz yıl içinde çalışma süresi yetmiş saatten kırk saate düşürülmüş, ileri otomasyon teknikleriyle söz konusu çalışma süresini daha da kısaltmanın yolları bulunmuştur. Artık insanlar, hayal bile edemeyecekleri kadar uzun bir boş zamana sahip olabilecekler. Her çocuk, temel bir eğitim görebilmektedir. Yüksek öğrenim imkânları, genel nüfus göz önüne alındığında büyük oranda artmıştır. İnsanların boş vakitlerini geçirebilmeleri için sinema filmleri, radyo ve televizyon programları, spor karşılaşmaları ve pek çok hobiler geliştirilmiştir.
Gerçekten de, tarihte belki de ilk defa, Batı âleminin büyük bir bölümü (ve bir süre sonra da bütün insanlık), hayatı idâme ettirmek için gerekli olan bütün maddi şartları tamam olacağından, günlerini, daha iyi yaşamak için kullanacaklardır. Büyük babalarımızın en cüretkâr hayallerini gerçekleştirmek için az bir mesafe kalmış gibi görünmektedir. Hatta Batı dünyası, "iyi bir hayatın" ne anlama geldiğini de bulmuşa benzemektedir.
Kuzey Amerika ve Batı Avrupa'da yaşayan insanların pek çoğu bu görüşü paylaşsalar da, bazı düşünürler ve duyarlı kişiler, söz konusu parlak görüntünün ardındaki çatlakları görebilmektedirler. Sayıları gün geçtikçe artan bu kişiler, dünyanın en zengin ülkesi olan ABD'de bile nüfusun yaklaşık beşte birinin, çoğunluğun yaşadığı o tatlı hayatı yaşayamadığını, pek çok vatandaşın onurlu bir insan hayatının temelini oluşturan maddi standarda dahi ulaşamadığını iddia etmektedirler. Öte yandan insan ırkının üçte ikisinden fazlasını teşkil eden ve yüzyıllardır Batı sömürgeciliğinin kurbanı olan insanların, bizimkinden on ve hatta yirmi kat daha düşük şartlarda yaşadıklarını, ortalama bir Amerikan vatandaşının yarı yaşma bile gelemeden öldüklerini bilmektedirler.
Bu bilinçli kesim, sistemimize egemen olan akıldışı karşıtlıkları endişeyle izlemektedir. Yurdumuzda milyonlarca, yurt dışında yüz milyonlarca insan aç olmasına rağmen, tarımsal üretimimizi sınırlandırıyoruz ve buna ilâve olarak da, üretim fazlalarını stoklamak için yüz milyonlarca dolar para harcıyoruz. Elimizde her üründen bolca olmasına rağmen, hayatımızdaki boşluk çok belirgindir. Refahımız arttı, ama aynı ölçüde, özgürlüğümüz de sınırlandı. Daha çok tüketiyoruz, buna karşılık hayatımız boş geçiyor. Nükleer silâhlanınızın sayısı artıyor, ama giderek daha savunmasız bir hale geliyoruz. Eğitimimiz artıyor, fakat aynı zamanda eleştirerek yargıya varma gücümüz ve kanaatimiz geriliyor. Dinlerin sayısı artıyor, ama gittikçe daha maddi bir ortamda yaşıyoruz. Aslında radikal hümanizm (köktenci insancılık) geleneğinin bir halkası olan Amerikan geleneğinden söz ediyoruz, ama bu geleneği günümüz toplumu için uygula¬mak isteyenleri "Amerikan olmamakla" suçluyoruz.
Çoğunluğa uyarak kendimizi pekâlâ avutabiliriz. Örneğin birkaç nesil sonra bütün Batı uluslarının ve belki de bütün dünyanın topluca ekonomik refaha kavuşabileceğini iddia edebiliriz. Ama yine de şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: İnsanlığın ulaştığı nokta nedir? Endüstriyel sistemimizin tuttuğu bu yolda devam ettiğimiz takdirde insanlık nereye varacak?
Ekonomik sorunlarımızı çözmede başarılı olan sistemin şu müthiş öğelerinin, nasıl giderek insanlar arasında sorunlara yol açtığını anlayabilmek için, yirminci yüzyıl kapitalizminin bazı karakteristik özelliklerini açıklamakta fayda vardır.
Sermayenin büyük oranda yoğunlaşması, hiyerarşik biçimde organize edilmiş dev bir üretim makinesine işlerlik kazandırmaktadır. Bu dev makinanın çalışabilmesi için, bileşenlerinin çok iyi biçimde, aksamadan ve duraksamadan işlemesi gerekmektedir. Her bir işçi ve memur, bu makinenin bir dişlisi haline gelmiştir ve işlevleriyle faaliyetleri, çalıştıkları kurum veya kuruluşun yapısı tarafından belirlenmektedir. Bu dev işletmelerde, üretim araçları üzerindeki hukukî hâkimiyet işletme yönetiminden ayrılmış ve önemini yitirmiştir. Zira büyük işletmeler, bürokratik yönetimler tarafından idare edilmeye başlanmış, bu yönetimler, hukuken işletmenin sahibi olmasalar bile, toplumsal olarak onlara egemen olmuşlardır. Sözü edilen yöneticiler, eskiden işletme sahiplerinin temsil ettiği özelliklere sahip olmadıkları gibi (bireysel insiyatif, atılımcılık, risk alma cesareti gibi) tam bir bürokrat zihniyetine sahiptirler (bireysellikten yoksunluk, kişisellikten uzaklık, endişe, sınırlı bir hayal gücü gibi). Bu yöneticilerin görevi, nesne ve insanları sevk ve idare ederken insanlara birer eşya (nesne) gibi davranmaktır. İşletmeye hukuken sahip olmayan bu yöneticiler sınıfı, fiiliyatta işletmenin tümünü kontrol altında tutmaktadırlar. Bu açıdan ne hissedarlara, ne de işletmede görevli olanlara karşı hiçbir sorumlulukları bulunmamaktadır. Gerçekten de en önemli üretim alanları bu dev boyuttaki işletmelerin elindedir. Bu tür işletmeler ise, en üst görevliler tarafından idare edilmektedir. Bir ülkenin ekonomik ve bir dereceye kadar da siyasî kaderine yön veren bu dev işletmeler, aslında demokratik sürecin tam tersi bir durumun doğmasına yol açmışlardır: Zira bunlar, kendilerine tâbi olanların kontrolü dışında bulunan bir gücü temsil etmektedirler.
Nüfusun büyük bir çoğunluğuna, endüstriyel bürokrasinin dışındaki başka bürokrasiler tarafından da yön verilmektedir. Bunların en başında, iktidar bürokrasisi gelmektedir (buna silâhlı kuvvetler de dahildir). Bürokrasinin bu tipi, milyonlarca insanın hayatım şu ya da bu şekilde belirlemekte ve etkilemektedir. Öte yandan sınaî ve askerî bürokrasi ile hükümetlerin bürokrasileri hem faaliyetleri, hem de personelleri açısından artan bir biçimde iç içe geçmektedir. Daha dev boyuttaki işletmelerin ortaya çıkmasının ardından, sendikalarda da benzer gelişmeler yaşanmış ve sendikalar, üyenin tek başına pek bir söz hakkına sahip olmadığı, koca birer bürokratik mekanizma haline gelmişlerdir. Nitekim son dönemlerdeki sendika başkanlarının çoğu, sanayi patronları gibi yönetici bürokrat tabakadan gelmektedir.
Bütün bu bürokrasiler, hiçbir plâna göre idare edilmemekte ve belirli bir görüşe de sahip bulunmamaktadırlar. Hatta bürokratik yönetimin en temel ilkelerinden birisi, böyle bir başıbozukluğu şart koşmaktadır. Çünkü insan bir eşya haline dönüştürüldüğü ve bir eşya gibi yönetildiği takdirde, bu "eşya-insanların" yöneticileri de birer eşya (nesne) haline gelmektedirler. Nesnelerin hiçbir iradesi, fikri veya plânı olmadığına göre de, söz konusu başıbozukluk gayet iyi anlaşılır olmaktadır.
Halkın bürokratik bir biçimde yönetilmesi, demokratik süreci basit bir tören sığlığına indirgemektedir. İster dev bir işletmenin hissedarlar kurulu, isterse de siyasî bir seçim ya da sendika toplantısı olsun, bireylerin kendi başlarına kararları etkileme ve kararların oluşumuna etkili olarak katılabilme şansı neredeyse sıfıra inmiştir. Özellikle siyaset cephesinde, seçimler zamanla bir tür plebisite dönüşmüştür. Bu tür seçimlerde birey, profesyonel birer siyaset adamından oluşan iki adayın listeleri arasında kendisine en uygun geleni tercih etmektedir. Bu durumda siyasetçilerin, seçmenin rızasıyla işlerini yürüttüklerini söylemek yerinde olacaktır. Fakat seçmenin rızasını kazanabilmek için başvurulan araçlar arasında en ön sırayı, telkin ve manipulasyon almaktadır. Öte yandan bazı çok temel kararlar da (örneğin, savaş ve barış üzerinde etkili olan dış politika gibi) çok küçük bir grup tarafından alınmaktadır. Ortalama bir vatandaş, bu tür konu ve kararların varlığından dahi haberdar olamamaktadır.
Halbuki Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucuları, demokrasiyle ilgili siyasî görüşlerini yalnızca siyasetle sınırlamamışlardı. Onlar, peygamberci kurtuluş inancına, maneviyata, hümanizme ve 18. yüzyıl aydınlanma dönemi filozoflarına dayanan spiritüel bir geleneğin halkasıydılar. Bütün bu fikir ve davranışlar, bir tek ümit çevresinde odaklanmıştı. İnsanlık kendisini tarih içinde yoksulluk, bilgisizlik ve adaletsizlikten sıyırabilir ve insanların hem kendi aralarında ve hem de doğa ile uyumlu ve barışık oldukları bir toplum yaratabilirdi. Tarihin belirli bir amacının olduğu fikri ve tarihî süreç içinde insanın mükemmele doğru ilerleyeceği inancı, Batı düşüncesinin en temel yaklaşımlardan birisini oluşturmaktadır. İşte bu fikir ve davranışlar, Amerikan geleneğinin kök saldığı, güç ve hayat kazandığı verimli topraklardır. Ama insanlığın ve toplumların mükemmele
ulaşacağı fikrine ne oldu? Kaba bir "gelişme" kavramına düşürüldü, daha çok ve daha iyi nesnelerin üretimiyle ilgilenen basit bir görüşe dönüştürüldü. Tam anlamıyla gerçek hayatını yaşayan ve üretken olan bir insanın doğuşuyla ilgili yaklaşımlarsa unutulup, gitti. Günümüzün siyasf kavram ve yaklaşımları, spiritüel köklerini tamamen kaybetmiş görünmektedirler. Siyaset, artık sorun çözmekle eş tutulmaktadır. Burada temel alınan ölçütse, siyasetin hayat standardını arttırıp, arttırmaması veya kamu idaresini daha verimli kılıp, kılmamasıdır. İnsanların hissiyatına ve arzularına bir yön vermekten âciz kalan böyle bir siyaset, gerektiğinde fırlatılıp kenara atılan boş bir teneke kutu haline gelmiştir.
Bireyi yöneten ve kukla gibi oynatan, yalnızca üretim cephesi değildir. Aynı yönlendirmeler, tüketim cephesi için de geçerlidir. Halbuki tüketim alanının, bireyin kendi kişisel seçimini en serbest biçimde yapabildiği alan olduğu iddia edilmektedir. Hem gıda, giysi, içki, sigara ve sinema, hem de televizyonla ilgili tüketimde iki ana amaca hizmet eden güçlü bir telkin mekanizması devreye sokulmaktadır: Bu amaçlardan ilki, bireyde yeni mal ve hizmetlere karşı artan bir iştah yaratmak; ikincisi ise, yaratılan bu tüketim iştahını, sanayinin en kârlı alanlarına doğru yönlendirmektir. Tüketim malları sanayiinin gerektirdiği büyük sermaye yatırımları ve birkaç dev işletme arasındaki rekabet, tüketimi bireylerin serbest seçimine bırakılamayacak kadar değerli bir yönlendirme aygıtı haline getirmiştir. Burada işi şansa bırakmak ve tüketicinin hangi maldan ne kadar alacağına ve hattâ satın alıp, almayacağına kendisinin karar vermesini beklemek büyük bir safdillik olurdu. Bu nedenle bireylerin iştahı körüklenmiş, hatta zevkleri güdülmüş, yöneltilmiş ve önceden belirlenebilir bir hale getirilmiştir. Böylece insanlar, sürekli olarak daha çok ve daha "iyi" mal ve hizmet peşinde koşan ve adına "tüketici" denilen bir kalıba sokulmuşlardır.
Ekonomik sistemimiz, insanları maddî olarak zenginleştirmiş olsa da, insanî açıdan fakirleştirmiştir. Batı dünyasının Tanrı'ya olan inancı, idealizmi veya manevî değerleri hakkındaki bütün propaganda ve sloganlara rağmen sistemimiz, maddî bir kültür ve maddî bir insan yaratmıştır. Böylece bireyler, çalışma saatleri içinde üretim süreci kapsamında yönetilmekte, boş vakitlerinde ise sevmesi "gereken" şeyleri seven, ama kendi zevklerini tatmin ettiğini sanan yönlendirilmiş ve yönetilmiş mükemmel bir tüketici kişiliğine bürünmektedirler. Bütün zamanı, slogan ve telkinlere kulak vermekle geçmekte, içinde kalan tek gerçeklik kırıntısı da, gerçek dışının güçlü sesi tarafından sökülüp atılmaktadır. Çocukluktan başlayarak, kendi içinden gelen pek çok inanış ve kanaati yok edilmektedir. Eleştirel düşünce cılız bir hale gelmiş, gerçek hisler topal olmuştur. Bu nedenle bireyi dayanılmaz yalnızlık ve kaybolmuşluk duygularından koruyacak tek yol, sürüye sessizce uymak haline gelmiştir. Birey, kendisini, gücünün ve iç zenginliğinin bir dışa vurumu olarak hissetmek yerine, bir "eşya"ya indirgenmiş olarak görmektedir. Artık özünü, bilmeyerek de olsa, kendi dışındaki güçlere aktarmıştır ve bu açıdan da, dışa bağımlılığı tamdır. Böylece insanlar, kendilerine yabancılaşmışlar ve kendi elleriyle yarattıkları nesnelere boyun eğer duruma düşmüşlerdir. Bireylerin davranışları, kendileri tarafından yönetileceği yerde, kendilerinin üstünde ve hatta karşısında duran yabancı bir güç haline gelmiştir. Tarihin hiçbir döneminde ürettiklerimizin üzerimizde böylesine egemen olduğu, kontrolümüzden çıktığı, umutlarımızı param parça ettiği, hesaplarımızı alt-üst hale getirdiği ve varoluşumuzun ana faktörü haline geldiği bir döneme rastlanmamıştır. İnsanların ürettikleri şeyler, makineler ve devlet biçimleri ne yazık ki, insanların özlerine yabancılaşan yaşam gücünü temsil etmektedirler.
Marx'ın şu tespiti ne kadar da yerindedir: "Bütün fiziksel ve zihinsel duyuların yerini, bu duyuların kendilerine yabancılaşmış şekli olan "sahip olmak" duygusu almıştır. Özel mülkiyet, bizi o kadar ahmak ve iktidarsız yapmıştır ki, nesnelerin bizim olması için onlara sahip olmamız gerekmeye başlamıştır. Artık nesnelerin bizim olabilmesi için, bir sermaye haline gelmesi, satın alınmış olması, yenilip içilmesi, yani tarafımızdan kullanılması gerekmektedir. Bütün zenginliklerimize rağmen aslında büyük bir yoksulluk içindeyiz. Çünkü çok şeye sahibiz, ama gerçek özümüz çok küçülmüştür."
Ortaçağ bittikten ve zihinlerde yeni bir pencere açıldıktan sonra, Batı insanı, en güzel rüyalarının ve hayallerinin kısa bir süre içinde gerçek olacağını sanmış, rakip kabul etmeyen kilisenin otoritesinden, geleneksel düşünüşün ağırlığından ve henüz küçük bir bölümü keşfedilmiş bir dünyanın coğrafi sınırlanndan kurtulmuştu. Tabiatı ve bireyi keşfetmiş, bireyin varlığı tespit edilmişti. Batılı insan, kendi gücünün ve kapasitesinin farkına varmıştı. Artık tabiatın ve eskiden beri süregelen geleneklerin hâkimi olabilirdi. Yeni keşfettiği bu gücü, akılcılık ve hümanistik manevî geleneklerin eski değerleriyle birleştirebileceğini düşündü. Böylece, tarih içinde, insanlığın barış ve adalete erişeceğine inandı. Rönesans ve reform hareketlerinden sonraki yüzyılda, yepyeni bir bilimsel anlayış geliştirdi ve o zamana kadar hiç görülmemiş bir üretkenliğe ve güce sahip oldu. Böylece, maddi dünyayı tümüyle değiştirebileceğine inandı. Bireylerin serbestçe ve verimli bir biçimde kendilerini geliştirebilecekleri siyasî sistemler ortaya koydu. Çalışma saatlerini inanılmazın da ötesinde düşürerek, kendisine bir nesil öncesinde hayal bile edilemeyecek kadar uzun boş zamanlar yarattı.
Peki, günümüzde bu gelişmenin neresindeyiz?
Dünyamız, biri kapitalist, diğeri komünist olmak üzere iki büyük kampa ayrılmış durumda. Her iki kamp da, sayısız nesiller boyunca peşinden koşulan dünya cennetinin anahtarını sunabildiklerini iddia ediyorlar. Bunu iddia ederken de, sistemlerinin birbiriyle bağdaşamayacağını söylüyorlar. Halbuki her iki sistem de barış içinde birlikte yaşamak zorunda.
Bunda haklılar mı? Her iki sistem de yeni bir feodaliteye dönüşmek üzere değil mi? Bu yeni endüstriyel toplumlar, büyük ve güçlü bürokrasiler tarafından yönetilip, manipule edilmiyorlar mı? Bu toplumlarda birey, iyi beslenen ve eğlenen, ama aynı zamanda bireyselliğini, özgürlüğünü ve insanlığını kaybeden bir otomat haline dönüşmüyor mu? Tabiatın üstesinden geldik. İstediğimiz ürünü, istediğimiz miktarda üretebiliyoruz. Peki, bu yüzden dayanışmanın ve adaletin hüküm sürdüğü yeni bir dünya ile ilgili hayallerimizden feragat mı etmek zorundayız? Böyle bir ideali, içi boş bir teknik kavram olan "gelişme" kelimesiyle feda etmeye gönlümüz razı mı?
Kapitalist veya komünist yöneticilerin egemen olduğu bir sanayicilik ideolojisinden başka bir seçeneğimiz yok mu? Bireyin, toplumun yeniden etkin ve sorumlu bir üyesi olduğu ve başkasının kendisini yönetmesinden ziyade, gelişmeleri birlikte kontrol edebildiği bir sanayi toplumu yaratamaz mıyız? Ekonomik refah içinde olma ile insanın insanca yaşayabilmesi, gerçekten biribirine zıt kavramlar mı?
Bu iki kamp, birbiriyle ekonomik ve siyasal açıdan mücadele etmenin dışında, büyük bir nükleer korku altında da yaşamaktadır. Bir nükleer felâket, her iki tarafı da yok edeceği gibi, belki de dünya üzerindeki bütün medeniyetleri ortadan kaldıracaktır. Gerçekten de insanoğlu, zekâsının en ileri ürünlerinden birisi olan atom bombasını imâl edebilmiştir. Ama aynı zamanda, yarattığı bu bomba üzerindeki kontrolünü de kaybetmiştir. Böylece atom bombası, insanoğlunun efendisi olurken, kendi yaratıcılığımız en büyük düşmanımız haline gelmiştir.
Bu gidişi tersine çevirecek zamanımız var mı? Bu kötü gelişmeyi durdurmayı başarabilecek miyiz? Oldu-bitti türü gelişmeler tarafından yönetilmek yerine, gelişmeleri yeniden kendimiz yönlendirecek miyiz? Sorunları çözmek için hep başvurduğumuz (ama bu şekilde hiçbir zaman, hiçbir sorunu çözemeyeceğimiz apaçık olan) kuvvet, şiddet ve cinayet denilen barbarlığın ta derinlere inen köklerini kesip atabilecek miyiz? Zekâmız çok gelişmiş olduğu halde, duygusal ve ahlâkî açıdan çok gerilerdeyiz. Aradaki bu farkı giderebilecek miyiz? Bu sorulara bir cevap verebilmek için, Batılı insanın mevcut durumu hakkında, daha ayrıntılı bir incelemeye gerek vardır.
Çoğu Amerikalı için endüstriyel bir temele göre örgütlenmiş toplumumuzda başarıya ulaşmanın yolu tartışmasız bellidir. Buhar gücü, petrol ve atom enerjisi benzeri yeni üretim güçleri ve merkezî plânlama, bürokratikleşme, ileri derecede iş bölümü ve otomasyon gibi emeğin yeni örgütlenme ve düzenleme biçimleri, en gelişmiş sanayi ülkelerinde çok ileri bir maddî refah ortamı yaratmıştır. Daha yüz yıl önce, halkın çoğunluğu büyük bir yoksulluk içindeyken, artık bu durumda olanlar yok denecek kadar azalmıştır.
Son yüz yıl içinde çalışma süresi yetmiş saatten kırk saate düşürülmüş, ileri otomasyon teknikleriyle söz konusu çalışma süresini daha da kısaltmanın yolları bulunmuştur. Artık insanlar, hayal bile edemeyecekleri kadar uzun bir boş zamana sahip olabilecekler. Her çocuk, temel bir eğitim görebilmektedir. Yüksek öğrenim imkânları, genel nüfus göz önüne alındığında büyük oranda artmıştır. İnsanların boş vakitlerini geçirebilmeleri için sinema filmleri, radyo ve televizyon programları, spor karşılaşmaları ve pek çok hobiler geliştirilmiştir.
Gerçekten de, tarihte belki de ilk defa, Batı âleminin büyük bir bölümü (ve bir süre sonra da bütün insanlık), hayatı idâme ettirmek için gerekli olan bütün maddi şartları tamam olacağından, günlerini, daha iyi yaşamak için kullanacaklardır. Büyük babalarımızın en cüretkâr hayallerini gerçekleştirmek için az bir mesafe kalmış gibi görünmektedir. Hatta Batı dünyası, "iyi bir hayatın" ne anlama geldiğini de bulmuşa benzemektedir.
Kuzey Amerika ve Batı Avrupa'da yaşayan insanların pek çoğu bu görüşü paylaşsalar da, bazı düşünürler ve duyarlı kişiler, söz konusu parlak görüntünün ardındaki çatlakları görebilmektedirler. Sayıları gün geçtikçe artan bu kişiler, dünyanın en zengin ülkesi olan ABD'de bile nüfusun yaklaşık beşte birinin, çoğunluğun yaşadığı o tatlı hayatı yaşayamadığını, pek çok vatandaşın onurlu bir insan hayatının temelini oluşturan maddi standarda dahi ulaşamadığını iddia etmektedirler. Öte yandan insan ırkının üçte ikisinden fazlasını teşkil eden ve yüzyıllardır Batı sömürgeciliğinin kurbanı olan insanların, bizimkinden on ve hatta yirmi kat daha düşük şartlarda yaşadıklarını, ortalama bir Amerikan vatandaşının yarı yaşma bile gelemeden öldüklerini bilmektedirler.
Bu bilinçli kesim, sistemimize egemen olan akıldışı karşıtlıkları endişeyle izlemektedir. Yurdumuzda milyonlarca, yurt dışında yüz milyonlarca insan aç olmasına rağmen, tarımsal üretimimizi sınırlandırıyoruz ve buna ilâve olarak da, üretim fazlalarını stoklamak için yüz milyonlarca dolar para harcıyoruz. Elimizde her üründen bolca olmasına rağmen, hayatımızdaki boşluk çok belirgindir. Refahımız arttı, ama aynı ölçüde, özgürlüğümüz de sınırlandı. Daha çok tüketiyoruz, buna karşılık hayatımız boş geçiyor. Nükleer silâhlanınızın sayısı artıyor, ama giderek daha savunmasız bir hale geliyoruz. Eğitimimiz artıyor, fakat aynı zamanda eleştirerek yargıya varma gücümüz ve kanaatimiz geriliyor. Dinlerin sayısı artıyor, ama gittikçe daha maddi bir ortamda yaşıyoruz. Aslında radikal hümanizm (köktenci insancılık) geleneğinin bir halkası olan Amerikan geleneğinden söz ediyoruz, ama bu geleneği günümüz toplumu için uygula¬mak isteyenleri "Amerikan olmamakla" suçluyoruz.
Çoğunluğa uyarak kendimizi pekâlâ avutabiliriz. Örneğin birkaç nesil sonra bütün Batı uluslarının ve belki de bütün dünyanın topluca ekonomik refaha kavuşabileceğini iddia edebiliriz. Ama yine de şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: İnsanlığın ulaştığı nokta nedir? Endüstriyel sistemimizin tuttuğu bu yolda devam ettiğimiz takdirde insanlık nereye varacak?
Ekonomik sorunlarımızı çözmede başarılı olan sistemin şu müthiş öğelerinin, nasıl giderek insanlar arasında sorunlara yol açtığını anlayabilmek için, yirminci yüzyıl kapitalizminin bazı karakteristik özelliklerini açıklamakta fayda vardır.
Sermayenin büyük oranda yoğunlaşması, hiyerarşik biçimde organize edilmiş dev bir üretim makinesine işlerlik kazandırmaktadır. Bu dev makinanın çalışabilmesi için, bileşenlerinin çok iyi biçimde, aksamadan ve duraksamadan işlemesi gerekmektedir. Her bir işçi ve memur, bu makinenin bir dişlisi haline gelmiştir ve işlevleriyle faaliyetleri, çalıştıkları kurum veya kuruluşun yapısı tarafından belirlenmektedir. Bu dev işletmelerde, üretim araçları üzerindeki hukukî hâkimiyet işletme yönetiminden ayrılmış ve önemini yitirmiştir. Zira büyük işletmeler, bürokratik yönetimler tarafından idare edilmeye başlanmış, bu yönetimler, hukuken işletmenin sahibi olmasalar bile, toplumsal olarak onlara egemen olmuşlardır. Sözü edilen yöneticiler, eskiden işletme sahiplerinin temsil ettiği özelliklere sahip olmadıkları gibi (bireysel insiyatif, atılımcılık, risk alma cesareti gibi) tam bir bürokrat zihniyetine sahiptirler (bireysellikten yoksunluk, kişisellikten uzaklık, endişe, sınırlı bir hayal gücü gibi). Bu yöneticilerin görevi, nesne ve insanları sevk ve idare ederken insanlara birer eşya (nesne) gibi davranmaktır. İşletmeye hukuken sahip olmayan bu yöneticiler sınıfı, fiiliyatta işletmenin tümünü kontrol altında tutmaktadırlar. Bu açıdan ne hissedarlara, ne de işletmede görevli olanlara karşı hiçbir sorumlulukları bulunmamaktadır. Gerçekten de en önemli üretim alanları bu dev boyuttaki işletmelerin elindedir. Bu tür işletmeler ise, en üst görevliler tarafından idare edilmektedir. Bir ülkenin ekonomik ve bir dereceye kadar da siyasî kaderine yön veren bu dev işletmeler, aslında demokratik sürecin tam tersi bir durumun doğmasına yol açmışlardır: Zira bunlar, kendilerine tâbi olanların kontrolü dışında bulunan bir gücü temsil etmektedirler.
Nüfusun büyük bir çoğunluğuna, endüstriyel bürokrasinin dışındaki başka bürokrasiler tarafından da yön verilmektedir. Bunların en başında, iktidar bürokrasisi gelmektedir (buna silâhlı kuvvetler de dahildir). Bürokrasinin bu tipi, milyonlarca insanın hayatım şu ya da bu şekilde belirlemekte ve etkilemektedir. Öte yandan sınaî ve askerî bürokrasi ile hükümetlerin bürokrasileri hem faaliyetleri, hem de personelleri açısından artan bir biçimde iç içe geçmektedir. Daha dev boyuttaki işletmelerin ortaya çıkmasının ardından, sendikalarda da benzer gelişmeler yaşanmış ve sendikalar, üyenin tek başına pek bir söz hakkına sahip olmadığı, koca birer bürokratik mekanizma haline gelmişlerdir. Nitekim son dönemlerdeki sendika başkanlarının çoğu, sanayi patronları gibi yönetici bürokrat tabakadan gelmektedir.
Bütün bu bürokrasiler, hiçbir plâna göre idare edilmemekte ve belirli bir görüşe de sahip bulunmamaktadırlar. Hatta bürokratik yönetimin en temel ilkelerinden birisi, böyle bir başıbozukluğu şart koşmaktadır. Çünkü insan bir eşya haline dönüştürüldüğü ve bir eşya gibi yönetildiği takdirde, bu "eşya-insanların" yöneticileri de birer eşya (nesne) haline gelmektedirler. Nesnelerin hiçbir iradesi, fikri veya plânı olmadığına göre de, söz konusu başıbozukluk gayet iyi anlaşılır olmaktadır.
Halkın bürokratik bir biçimde yönetilmesi, demokratik süreci basit bir tören sığlığına indirgemektedir. İster dev bir işletmenin hissedarlar kurulu, isterse de siyasî bir seçim ya da sendika toplantısı olsun, bireylerin kendi başlarına kararları etkileme ve kararların oluşumuna etkili olarak katılabilme şansı neredeyse sıfıra inmiştir. Özellikle siyaset cephesinde, seçimler zamanla bir tür plebisite dönüşmüştür. Bu tür seçimlerde birey, profesyonel birer siyaset adamından oluşan iki adayın listeleri arasında kendisine en uygun geleni tercih etmektedir. Bu durumda siyasetçilerin, seçmenin rızasıyla işlerini yürüttüklerini söylemek yerinde olacaktır. Fakat seçmenin rızasını kazanabilmek için başvurulan araçlar arasında en ön sırayı, telkin ve manipulasyon almaktadır. Öte yandan bazı çok temel kararlar da (örneğin, savaş ve barış üzerinde etkili olan dış politika gibi) çok küçük bir grup tarafından alınmaktadır. Ortalama bir vatandaş, bu tür konu ve kararların varlığından dahi haberdar olamamaktadır.
Halbuki Amerika Birleşik Devletleri'nin kurucuları, demokrasiyle ilgili siyasî görüşlerini yalnızca siyasetle sınırlamamışlardı. Onlar, peygamberci kurtuluş inancına, maneviyata, hümanizme ve 18. yüzyıl aydınlanma dönemi filozoflarına dayanan spiritüel bir geleneğin halkasıydılar. Bütün bu fikir ve davranışlar, bir tek ümit çevresinde odaklanmıştı. İnsanlık kendisini tarih içinde yoksulluk, bilgisizlik ve adaletsizlikten sıyırabilir ve insanların hem kendi aralarında ve hem de doğa ile uyumlu ve barışık oldukları bir toplum yaratabilirdi. Tarihin belirli bir amacının olduğu fikri ve tarihî süreç içinde insanın mükemmele doğru ilerleyeceği inancı, Batı düşüncesinin en temel yaklaşımlardan birisini oluşturmaktadır. İşte bu fikir ve davranışlar, Amerikan geleneğinin kök saldığı, güç ve hayat kazandığı verimli topraklardır. Ama insanlığın ve toplumların mükemmele
ulaşacağı fikrine ne oldu? Kaba bir "gelişme" kavramına düşürüldü, daha çok ve daha iyi nesnelerin üretimiyle ilgilenen basit bir görüşe dönüştürüldü. Tam anlamıyla gerçek hayatını yaşayan ve üretken olan bir insanın doğuşuyla ilgili yaklaşımlarsa unutulup, gitti. Günümüzün siyasf kavram ve yaklaşımları, spiritüel köklerini tamamen kaybetmiş görünmektedirler. Siyaset, artık sorun çözmekle eş tutulmaktadır. Burada temel alınan ölçütse, siyasetin hayat standardını arttırıp, arttırmaması veya kamu idaresini daha verimli kılıp, kılmamasıdır. İnsanların hissiyatına ve arzularına bir yön vermekten âciz kalan böyle bir siyaset, gerektiğinde fırlatılıp kenara atılan boş bir teneke kutu haline gelmiştir.
Bireyi yöneten ve kukla gibi oynatan, yalnızca üretim cephesi değildir. Aynı yönlendirmeler, tüketim cephesi için de geçerlidir. Halbuki tüketim alanının, bireyin kendi kişisel seçimini en serbest biçimde yapabildiği alan olduğu iddia edilmektedir. Hem gıda, giysi, içki, sigara ve sinema, hem de televizyonla ilgili tüketimde iki ana amaca hizmet eden güçlü bir telkin mekanizması devreye sokulmaktadır: Bu amaçlardan ilki, bireyde yeni mal ve hizmetlere karşı artan bir iştah yaratmak; ikincisi ise, yaratılan bu tüketim iştahını, sanayinin en kârlı alanlarına doğru yönlendirmektir. Tüketim malları sanayiinin gerektirdiği büyük sermaye yatırımları ve birkaç dev işletme arasındaki rekabet, tüketimi bireylerin serbest seçimine bırakılamayacak kadar değerli bir yönlendirme aygıtı haline getirmiştir. Burada işi şansa bırakmak ve tüketicinin hangi maldan ne kadar alacağına ve hattâ satın alıp, almayacağına kendisinin karar vermesini beklemek büyük bir safdillik olurdu. Bu nedenle bireylerin iştahı körüklenmiş, hatta zevkleri güdülmüş, yöneltilmiş ve önceden belirlenebilir bir hale getirilmiştir. Böylece insanlar, sürekli olarak daha çok ve daha "iyi" mal ve hizmet peşinde koşan ve adına "tüketici" denilen bir kalıba sokulmuşlardır.
Ekonomik sistemimiz, insanları maddî olarak zenginleştirmiş olsa da, insanî açıdan fakirleştirmiştir. Batı dünyasının Tanrı'ya olan inancı, idealizmi veya manevî değerleri hakkındaki bütün propaganda ve sloganlara rağmen sistemimiz, maddî bir kültür ve maddî bir insan yaratmıştır. Böylece bireyler, çalışma saatleri içinde üretim süreci kapsamında yönetilmekte, boş vakitlerinde ise sevmesi "gereken" şeyleri seven, ama kendi zevklerini tatmin ettiğini sanan yönlendirilmiş ve yönetilmiş mükemmel bir tüketici kişiliğine bürünmektedirler. Bütün zamanı, slogan ve telkinlere kulak vermekle geçmekte, içinde kalan tek gerçeklik kırıntısı da, gerçek dışının güçlü sesi tarafından sökülüp atılmaktadır. Çocukluktan başlayarak, kendi içinden gelen pek çok inanış ve kanaati yok edilmektedir. Eleştirel düşünce cılız bir hale gelmiş, gerçek hisler topal olmuştur. Bu nedenle bireyi dayanılmaz yalnızlık ve kaybolmuşluk duygularından koruyacak tek yol, sürüye sessizce uymak haline gelmiştir. Birey, kendisini, gücünün ve iç zenginliğinin bir dışa vurumu olarak hissetmek yerine, bir "eşya"ya indirgenmiş olarak görmektedir. Artık özünü, bilmeyerek de olsa, kendi dışındaki güçlere aktarmıştır ve bu açıdan da, dışa bağımlılığı tamdır. Böylece insanlar, kendilerine yabancılaşmışlar ve kendi elleriyle yarattıkları nesnelere boyun eğer duruma düşmüşlerdir. Bireylerin davranışları, kendileri tarafından yönetileceği yerde, kendilerinin üstünde ve hatta karşısında duran yabancı bir güç haline gelmiştir. Tarihin hiçbir döneminde ürettiklerimizin üzerimizde böylesine egemen olduğu, kontrolümüzden çıktığı, umutlarımızı param parça ettiği, hesaplarımızı alt-üst hale getirdiği ve varoluşumuzun ana faktörü haline geldiği bir döneme rastlanmamıştır. İnsanların ürettikleri şeyler, makineler ve devlet biçimleri ne yazık ki, insanların özlerine yabancılaşan yaşam gücünü temsil etmektedirler.
Marx'ın şu tespiti ne kadar da yerindedir: "Bütün fiziksel ve zihinsel duyuların yerini, bu duyuların kendilerine yabancılaşmış şekli olan "sahip olmak" duygusu almıştır. Özel mülkiyet, bizi o kadar ahmak ve iktidarsız yapmıştır ki, nesnelerin bizim olması için onlara sahip olmamız gerekmeye başlamıştır. Artık nesnelerin bizim olabilmesi için, bir sermaye haline gelmesi, satın alınmış olması, yenilip içilmesi, yani tarafımızdan kullanılması gerekmektedir. Bütün zenginliklerimize rağmen aslında büyük bir yoksulluk içindeyiz. Çünkü çok şeye sahibiz, ama gerçek özümüz çok küçülmüştür."