Dâvûd-İ Kayserî ve Genel Hatlarıyla Düşüncesi (...devam )
|
“Ne zaman ki, Allah Teâlâ beni muvaffak kıldı, sırlarının nurlarını bana açtı, kalp gözümden perdeleri kaldırdı, beni rabbâni yardımla, gizli işaretleri bildirmekle, hazinelerini açmak suretiyle eksiksiz bir tevfîk ile destekledi; kader beni üstadımız, imam, allâme, kâmil ve mükemmil; tüm zamanların biriciği, asrının yegânesi, ariflerin övüncü, tevhît ehlinin göz bebeği, tahkîk erbabının göz nuru; dinin ve hakikatin kemâli, Abdurrezzâk b. Cemâleddîn Ebü’l- Ganâim el-Kâşânî’ye yolumuzu düşürdü. Allah onun bereketli nefeslerini, istifade edenler üzerine devamlı kılsın; tâliplerin ve meclisine devam edenlerin kalplerini marifetiyle aydınlatsın! Bu sırada kemali elde etme ve Cemâl-Celâl sahibinin mertebesinin sırlarını talep meşguliyeti içerisinde olan ihvanımız, Füsûsü’l-hikem kitabını okumaya başladı. Bu kitabı Hz. Peygamber, insanlara sunsun ve hakikatlerden örtülü kalanları açıklasın, incelik ve sırlardan gizli kalanları açığa çıkarsın diye Şeyh Muhyiddîn İbn Arabî’ye vermişti. O şeyh ki, kâmil ve mükemmil, âriflerin kutbu, tevhît ehlinin imâmı, tahkîk ehlinin göz aydınlığı, resullerin ve nebilerin vârisi, Muhammedî velayetin son halkası (hâtemü’l-velâyeti’l-Muhammedî), ilahî sırları keşfeden; hiçbir asrın ve zamanın benzerini nasip etmediği, dönüp duran feleğin dengini getirmediği, dini, milleti ve hakkı ihya eden bir erdir. Allah ondan râzı olsun ve onu râzı etsin; cennetini, vatanını ve yattığı yeri yüce kılsın!...”
“Öğrenmek isteyenlere bu kitabın (Füsûsü’l-hikem) sırlarını açıklama ve manaları üzerindeki perdeleri kaldırma arzusu içime doğdu. Bu manalar, şeyhin (İbn Arabî) nurlu kalbine ve temiz ruhuna alîm, habîr, hakîm ve kadîr olan Hazretten bir tecellî, bir yakınlık ve bir ihsan olarak verilmişti . Bu şerh işine girişmem ‘ sizi kuşatan bu rahmeti yayın’ emrine uymak, hükmüne boyun eğmek; Allah’ın “Onlar ki, verdiğimiz rızıktan infak ederler” mealindeki ayetin çerçevesine girmek, “Rabbinin nimetini anlat” emrinde olduğu gibi şükrümü eda etmek içindir. Allah’tan yardım isteyerek ve onun rahmetini talep ederek bu kitaba dair kalbimde gerçekleştirdiği açılımlar ile Şeyhimin ve evladının / öğrencilerinin kitaplarından elde ettiğim bilgileri kaydetmeye başladım…”
Yazdığı eserler dikkate alındığında, hocası Kâşânî’nin onun üzerindeki tesirinin sadece anlayış itibariyle değil, aynı zamanda eserlerindeki konu, muhteva ve amaç bakımından da olduğu görülür. Özellikle Muhyiddîn İbn Arabî ile zirveye ulaşan kelam, tasavvuf ve felsefe birikimini uzlaştırma ve harmanlama geleneği hocasında oldugu gibi kendisinde de bulunmaktadır . Zaten bu ,o dönemin yaygın anlayışıdır. Sözgelimi, dönemin tahkîk ehli sufîlerinden ve Dâvûd-i Kayserî’nin doğduğu yer olan Kayseri’ye uğramış olan Necmeddîn Dâye ( ö. 654/1256), ünlü tefsirinin girişinde bu eserinin ‘şeriat, tarikat ve hakikat’ boyutlarını içermesini amaçladığını ifade eder. Onun bu ifadesini mütekellim ve fakihlerin yöntemi olan zâhir ile tarikat erbabının mesleği sayılan batını birleştirerek/mezc ederek sunmak gayreti olarak tanımlayabiliriz.
Kısaca söylemek gerekirse, Dâvûd-i Kayserî üzerinde Anadolu, Mısır ve İran üçgeninin tesiri açıkça fark edilir. Bu tesir, onun önce mizacına sonra zihnine sonra da kalemine yansımıştır . Biz bugün ancak kalemindeki yansımayı görüyoruz ve onunla yetinmek zorunda kalıyoruz. Eserlerine bakıldığında anılan üçgen içerisinde elde edilmiş kelam, tasavvuf ve felsefe birikimini görmek mümkündür.
Sözgelimi bir eserinde kelam ilminin kadîm konusu olan Kur’an’ın mahiyetini yani mahluk olup-olmadığını tartışırken ,bir başka eserinde ‘mâü’l-hayat’, ‘ilm-i ledün’ ve Hızır arasındaki irtibata dikkat çeker ; insan - peygamber - ilahi irtibat üçgenin aklın kavrayabileceği, duyguların tatmin olabileceği ve kalbin kanaat getireceği bir açıklıkta anlatır. Öte yandan Füsûs şerhinin
mukaddimesinde ortaya koyduğu ‘varlık’ mülahazaları onun felsefî bahislere derinliğine hakim olduğunun delilidir.
Hocası Kaşani vasıtasıyla İbn Arabî düşüncesine meyleden Dâvûd-i Kayserî bu düşüncenin hem İran coğrafyasında hem de Anadolu coğrafyasında yayılması ve kökleşmesinde çok büyük emeği olmuştur. Özellikle Osmanlı ilim geleneğinde var olan İbn Arabî tesirinde büyük payının olduğunu söylemek gerekir.
Genel Hatlarıyla Düşüncesi
Tarihi süreç içerisinde oluşmuş ilimlerin birini diğerinden ancak konuları itibariyle ayırt edebiliriz. Tasavvuf ilminin konusu,Allah’ın zat-ı ahadiyyesi ile ezelî ve sermedî sıfatlarıdır. Meseleleri ise kesretin (çokluğun) zat-ı ahadiyyetten nasıl sâdır olduğu ve ona ne şekilde rucu’ edeceği, ilahî isimlerin mazharlarının beyanının nasıl olacağı; Allah dostlarının O’na dönüşü, yoluna girişi, yolunda zor luklara göğüs ger er ek yürüyüşü, yolda yapı lan amel ler in, işlerin, zikirlerin dünya ve ahiretteki neticelerinin açıklamasıdır. Anılan konu ve meselelerden dolayı bu ilim, bütün ilimlerin en şereflisi ve en üstünüdür. Her ne kadar hikmet ilmi (felsefe) ile kelam ilmi, aynı konuyu işliyor olsalar da , kulun Allah’a ulaşmasının ve yakınlaşmasının nasıl olacağına dair bahis onlarda bulunmaz.
Halbuki ilim öğrenmede en yüce maksat ve talep bu olmalıdır. Tasavvufun konusu itibariyle tarifi: ilahî isimler, sıfatlar, isim ve sıfatların mazharları, mebde ve meâdin ahvali itibariyle Allah’ı bilmektir. Ayrıca alemin hakikati ve hakiki birliğe dönüşü ile nefsi, cüz’î kayıtlardan kurtarmak için sülûk ve mücahede yolunu bilmek de buna dahildir.
Varlık, tektir; bu tek varlığın benzeri ya da zıttı şeklinde başka bir varlığın olması söz konusu değildir. Var olan zıtlıklar ve benzerlikler hep bu bir ve tek olan varlıktan tezahür eder. Ancak bu ayrım yani benzerler ve zıtlar şeklindeki ayrım, aklî bir taksimden ibarettir; gerçekte böyle bir şeyin olması düşünülemez, çünkü gerçekte varlık tektir. ‘ Zuhûr ’ ve ‘ butûn ’ kavramları ile ifade edilen şeylerin varlık sahnesine çıkması veya yokluğa dönmesi; bunlar üzerinde birbirine zıt sıfatların meydana gelmesi, tek varlığa göre yok hükmündedir.
Haricî alemde var olan her şeyin ilâhî ilimde sabit bir aynı (ayn-i sâbit) vardır. Yine her şeyin O’nun ilminde bir sûreti vardır. Bu suret O’nun sıfatlarından bir sıfat, diğer bir deyişle tecellîlerinden bir tecellîdir. Hariçteki varlıklar ile bunların ilm-i ilahîdeki sâbit ayınları arasında bir farklılıktan söz edilemez. Çünkü bu alemdeki çokluk ve zıtlıklar bir olan varlığa asla yansımaz. Birbirinden farklı , sayıca çok olan arazlar ve cevherler, hakikat itibariyle bir olan varlığa râcîdir. O, bütün bu çoklukların ve farklılıkların var edicisi ve meydana getiricisidir. Ve yine her şey onun teklik hakîkatinde yok hükmündedir.
Varlığın zihnî, aynî, kitâbî ve kavlî şeklinde dört mertebesi vardır. Kavlî mertebedeki ibare aynî mertebedeki varlığın bir mazharıdır. O da zihnî mertebedeki görünmeyen suretin (tasavvur) bir mazharıdır. Bir takım şekillerden ibaret olan yazı şeklindeki işaretler ise, söz olarak ağızdan çıkan lafızların birer mazharlarıdır.
Şeylerin isimleri, aynî mertebede diğer bir ifade ile haricî alemde var olan şeylerin mazharları; o şeyler de, ilahî ilimdeki bizim bakımımızdan gaybi olan isimlerin yani a’yân-ı sâbite’nin mazharlarıdır.
Âlemler, diğer bir ifade ile aslî hazretler; a’yân-ı sâbite, ceberût,melekût, mülk ve insan-ı kâmil olmak üzere beştir. Bunlara hazerât-ı hams denilir. A’yân-ı sâbite, mutlak gayb alemidir; ceberût, akılların ve mücerret nefislerin bulunduğu alemdir; melekût, varlıkların sûretlerinin bulunduğu misal alemidir. Aslında misal alemi, cisimler alemi ile ruhlar alemi arasında bir ara kategori olarak bulunur.
Mülk; arş, kürsî, gökler, unsurlar ve unsurlardan teşekkül etmiş şekillerin bulunduğu alemdir; insan-ı kâmil ise, akl-ı evveldir, o da ruh-i muhammedîdir. Nitekim Allah Rasûlü, “İlk yaratılan şey, benim nurum veya ruhumdur” buyurdu.
Zaman konusunda hakîmler farklı görüşler ileri sürdüler. Bazıları, zamanı, “cisim veya cismânî olmayan cevherdir ve zorunlu varlıktır (vacib bi zâtihî)” şeklinde tarif ederken diğer bir kısmı, zamanı ‘araz’ kategorisine dâhil etti. Bunlardan Aristo ve onu takip edenler, zamanı “birbirine denk hareketlerin miktarlarıdır” şeklinde tanımlarken Ebü’l-Berekât el-Bağdadî, zamanı, “varlığın miktarı” olarak tanımlamayı tercih etti. Zamanın mâzi, hâl, müstakbel şeklindeki taksimi tamamıyla bize göredir. Bu vahdetin Allah’a, kesretin hâdis varlıklara göre olması gibidir. Varlık bir olduğuna göre zamanın da tek olması gerekir. Zaten Allah indinde sabah, akşam, mazi ve müstakbel gibi zaman ayrımları söz konusu değildir . Diğer bir deyişle zaman için üçlü taksim, tek olan zamana göre değil, zaman içinde gerçekleşen olaylara göredir. Çünkü gerçek zaman neyse odur; hâdis bir varlığın meydana geldiği ana hal, bu hâdisin halinin yok olması ile mâzi, sonrasındaki bulunacağı hale göre de müstakbel ismi verilmektedir. Zamanı varlığın miktarı olarak tanımlayan Ebü’l-Berekât yanılmaktadır, çünkü varlık tektir ve miktarı olmaz. Öyleyse zaman varlığın bekâsının miktarıdır. Ancak yaratılmışlar olarak nitelenen zaman içerisinde sonradan olan varlıklar (hâdis-i zamanî) zaman tarafından öncelenmiştir. Bunlar, zaman içinde başlangıcı ve sonu olan varlıklardır. Öncelerinde içinde bulunmadıkları zaman olduğu gibi sonlarında da bulunmayacakları zaman olacaktır. Ancak öyle bir varlık vardır ki, bu zaman tarafından asla öncelenmez. Zamanın olduğu veya farz edildiği her anda bulunur. Bu ezelî, ebedî ve sermedî olan Vücûd-i İlahî’dir. Bundan dolayı zaman Allah’ın isimlerinden oldu.
Hz.Peygamber bir hadîsinde “zamana (ed-dehr) sövmeyin, çünkü o, Allah’tır” buyurdu. Yine bundan dolayı Allah, ‘dâim’ ve ‘bâkî’ isimlerini aldı. Allah’ın dâimliği ve bâkiliği dışardan bir etki ile değil, bizatihi kendi varlığı iledir. Netice itibariyle Allah bütün isim ve sıfatları ile varlıkların tamamından mukaddemdir ve öncesinde zaman bulunmayandır.
Bir olan varlık, gaybü’l-guyûb, hakîkatü’l-hakâik olan Allah Teâlâ’dır. O’nun güzel isimleri ve yüce sıfatları vardır. Sıfatlar, icabî ve selbî şeklinde ikiye ayrılır. İcâbî olanlar, hakîkî, mahzâ izâfî ve izafet sahibi (zû izâfet) şeklinde üç gruptur. Hakikî sıfatlar: hayat, vücûb ve kayyumiyyet; mahzâ izâfî sıfatlar: uluhiyet ve âhiriyet; izafet sahibi sıfatlar: rubûbiyet, ilim ve irâde gibi sıfatlardır. İkinci gurubu oluşturan selbi sıfatlar ise ganiy , kuddusiyet ve subbûhiyettir. Sıfatların bazısı hiyerarşik olarak bazısına göre önceliğe sahip olabilir. Sözgelimi, hayat ilim sıfatından, ilim de irade sıfatından önceliklidir. İsim, sıfat ile birlikte zatın kendisidir. Sözgelimi, ‘alîm’ ismi zattır ve o zatın ilmi vardır, ‘hakîm’ ismi zattır ve onun hikmeti vardır. Diğer isim sıfatlar da böyledir. ‘Allah’ ismi, zat-ı ahadiyetin ismidir. Nitekim Allah Teâlâ, Kur’an’da meâlen “De ki: O Allah birdir” Başka bir deyişle Allah ismi ahadiyet mertebesini temsil eder. Diğer ilâhî isimlerle birlikte düşünüldüğünde vâhidiyet mertebesini temsil eder. Bu da “O, birdir ve kahhârdır” mealindeki ayet ile ifade edilir. Vâhidiyet ile ahadiyet arasındaki fark şudur: Vahidiyet nispetler yani isimler itibariyledir . Buna isim ve sıfatlar mertebesi denilebilir. Çünkü ‘vâhid’, ikinin yarısı, üçün üçte biri dördün dörtte biridir. Bu nispetler sonsuza kadar gider. Buna karşılık ahadiyet, sadece zata göredir ve sadece zatı temsil eder.
Sonuç itibariyle ahadiyet mertebesini temsil eden ‘Allah’ ismi, ism- i a’zamdır ve bütün isimleri câmi’dir. Bundan dolayı da bütün isimler ona tabidir ve o, bütün isimlerden mukaddemdir. Her isim kemâlâtını ve sıfatlarını tezahür ettireceği bir mazhar talep eder.
Allah isminin mazharı da hakîkat-i insâniyedir. Bütün isimlerin ve sıfatların kendisinde tecelli ettiği yegâne varlık insandır. Buna işareten Hz. Peygamber “Mü’minin kalbi Allah’ ın arşıdır” buyurdu. Rahman isminin mazharı akl-ı evveldir o da bütün şeylerdir . Buna işareten Allah Teâlâ “Rahman arşa istiva etti” buyurdu. Ruhânî arş, akl-ı evveldir. Cismanî arş ise, ruhanî arşın yani akl-ı evvelin şehadet alemindeki mazharıdır. Bu da bütün mevcudatın suretlerinin bulunduğu Allah’ın ilmidir. Rahîm isminin mazharı ise alem-i kebîrin kalbi olan nefs-i küllîdir. Bu da her şeyin suretinin kendisinde bulundugu levh-i mahfuz , kitâb-i mübindir . Diger bir deyişle bu “ Göklerde ve yerde bu zerre miktarı hiçbir şey ondan gizli kalamaz” mealindeki ayet ile ifade edilen her şeyin ayrıntılı bir şekilde bilgisinin bulunduğu Allah’ın ilmidir.
Allah, ezelî ve ebedî olarak mütekellimdir. Onun kelamının mazhar ve suret i vardı r . Kur’an, Hz. Peygamber’in kalbine mucizevî bir şekilde inmiş Allah’ın kelamıdır. İsimler ve sıfatlar mertebesinde bulunan Allah’ın kelamı, zatı ile kâimdir. Okunan veya yazılan harfler ve lafızlar, zat ile kâim manalara delalet ederler. Tevrat, İncil ve Zebur gibi bütün münzel kitaplar, Allah’ın kelamıdır. Kur’an Peygamberimiz Hz. Muhammed’e indirilen kitaptır. İndirilen ilahî kitaplar içerisinde nâsih-mensûh, muhkem-müteşabih olanlar olduğu gibi, mu’ciz olanlar ve mu’ciz olmayanlar da vardır. Tevrat ve İncil lafız ve terkip itibariyle mu’ciz değildir, ancak Kur’an mu’cizdir.
Bununla birlikte bütün bu kitaplar, ilahî kelamın çeşitlerinden bir çeşittir. Çünkü her bir kitap için levh-i mahfuzda bir suret vardır. Zaten her bir mevcut için orada bir suret vardır. Levh-i mahfuz, “Bu kitab-ı meknûnda bulunan Kur’an-ı kerîmdir” mealindeki ayette işaret edilen kitab-ı meknûndur. Kur’an ‘da ‘levh-i mahfûz’ lafzı “Bilakis o, levh-i mahfûzda bulunan Kur’an-ı mecîddir” mealindeki ayette geçer.
‘Nübüvvet’ (peygamberlik) kelime olarak ‘haber vermek’ anlamında ‘en-nebeü’ kökünden veya ‘kaçınmak/sakınmak’ anlamına gelen ‘en-nübüv’ kökünden gelir. Her iki anlam da ‘nübüvvet’ kelimesinde bulunmaktadır. Çünkü nübüvvet görevini yerine getirmekle görevlendirilen kişi olan ‘nebi’ (peygamber), rahmanî haberleri vermenin yanında şeytanî vesveselerden uzak durmaya /kaçınmaya da özen gösterir. Nübüvvetin ıstılah anlamı ise “vahyedilen şer’î hükümleri ve zahir ile alakası bulunan gaybî manaları ilahî emir gereği insanlara bildirmektir”. Bu anlamda nebi,ilahî zatı, sıfatlarını, gaybî manaları ve şerî hükümleri haber veren kişidir. Peygamberler aldıkları bu bilgilerle halkı irşat etmekle görevlidirler.
Çünkü halk kendileri için takdir edilmiş kemal mertebesine ancak onların irşadı ile ulaşabilir. Peygamberlerden ‘ulu’l-azm’ derecesinde olanlara şeriat verilmiş iken, İsrail Oğullarına gönderilen peygamberlere şeriat verilmemiş; Hz. Musâ’nın (as) şeriatına uymaları emredilmiştir. Peygamberlik Allah’ın tayin ve tespiti iledir. Allah peygamberi olarak göndereceği kişinin ilm-i ezelîdeki sabit aynını, görevine uygun kabiliyet ile desteklemiş ve donatmıştır. ‘Velâyet’ (velilik) ise, lugat itibariyle ‘yakınlık/kurb’,ıstılahî olarak ise ‘hakka yakın olmak ve ilahî ahlak ile ahlaklanmak’ anlamına gelir; umumî ve hususî olmak üzere ikiye ayrılır. Umumi velayet kapsamına, inanan ve sahil amel işleyen her kul girer. “Allah, inananların dostudur…” mealindeki ayet buna işaret eder. Hususî velayet ise, ancak Allah’ta fena olup bekâ bulanlar içindir. Bu kapsama giren veli, beşerî sıfatlardan sıyrılarak fânî; ilahî sıfatlar ile muttasıf olmak suretiyle bâki olur. Bütün bu anlamları ile nübüvvet zahire , velayet ise batına hitap eder . Bir başka ifade ile velayet nübüvvetin bâtını nübüvvet de onun zâhiridir. Bu durumda her nebi velidir, ancak her veli nebi değildir. Çünkü nebi, nübüvvet özelliği taşımayan her veliden kesinlikle üstündür. Nebinin veliliğinin nübüvvetinden üstün olması bu durumu değiştirmez. Her ne kadar nebi ve veli bazen bir vasıta ile bazen de vasıtasız ilahî hazretten gaybî bilgileri alıyorlarsa da, nebi tebliğ ile memur kılınmış ve verilen bilgileri haber vermekle görevlendirilmiştir; üstelik emredileni yapmakla ve nehyedilenden kaçınmakla mükellef kılınmıştır. “Ey Peygamber, sana Rabbinden indirileni tebliğ et” “Sana düşen sadece tebliğ etmektir” , “Sen ancak sakındıransın(nezîr)” mealindeki ayetler buna işaret eder. Buna karşılık veliye düşen, bağlısı olduğu peygambere zâhir noktasında tam bir mutabakatla tâbi olmaktır, velayet derecesi ne olursa olsun bu onun üzerine bir farzdır.
Şu bir gerçek ki ,dünya ve dünyada olan her şey için bir son vardır. Peygamberlik ve velilik için de son olacaktır. Bu nedenle, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (sav), küllî velayetin sonuncusu Hz. İsa (as), cüz’î velayetin sonuncusu da Muhyiddîn İbn Arabî’dir. Hz. İsa her ne kadar peygamber ise de kıyamete yakın yeryüzüne indiğinde velilik sıfatı ile inecektir. Bundan dolayı o , kıyamet günü bi r ker e peygamber ler le beraber nebi olarak, bi r kere de Hz . Muhammed’in ( sav ) ümmetinden bir fert olarak haşr olacaktır.
Peygamberlerin ve velilerin ilm-i ilâhîden gelen ilimleri, ilm-i ledün olarak isimlendirilir. Bu ilim aynı zamanda ebedi hayatı insanlara bahşeden hayat suyudur (maü’l-hayât/âb-ı hayât). İlm-i ledün, beşerî kirlerden arınmış, zulmet perdelerini kaldırmış kudsî ve nurânî nefislere alîm ve habîr hazretinden feyzin akıtılmasıdır. Allah dostları küllî heyûlâ olan bu ilmi, nefes-i rahmânî olarak da isimlendirir. Aslında haricî alemde var olan her varlık için bir çeşit hayat vardır. “Yerde ve gökte olanlar Allah’ı tesbîh ederler” mealindeki ayet bu tespiti doğrular. Bunu, ancak anılan ilm-i ledünne sahip olan Allah dostları anlayabilir. “Yedi kat gökte, yerde ve bu ikisi arasında olanlar Allah’ı tesbih ederler. Onu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ancak siz bu tesbihi anlayamazsınız” mealindeki ayette işaret edildiği üzere, kendilerine hak ve hakkın sırları perdelenmiş olanlar, bundan gafil ve habersizdirler. Hak ve hakikat sırları kendilerine açılmış gerçek hayat sahipleri bütün mevcudâtın canlı ve tesbih edici olduğunu yakînen görür . İbn Me sud’un ( ra ) “Biz yemek yerken onların tesbih seslerini duyardık” sözü bu görüşü kuvvetlendirici bir tespittir.
Hayatın kendi içinde hissî, basît veya mürekkep şeklinde cismani nefsî, kalbî, ruhânî ve aklî şeklinde mertebeleri vardır. En düşük hayat hissî, en yükseği ise aklî olandır. Nitekim kafirler hissî hayatı yaşamalarına rağmen ‘ölüler’ diye nitelenirler. Çünkü onlar, “sağır, dilsiz, kördürler ve bu yüzden akıl edemezler” mealindeki ayet gereği aklî hayat mertebesinde olanı idrak yeteneğinden mahrumdurlar . Bundan dolayıdır ki , Allah , Hz. Peygamber'e “ Sen ölülere işittiremezsin ve yine arkalarını dönüp kaçtıklarında sağırlara da duyuramazsın” , “Dirilerle ölüler bir değildirler, Allah dilediğine işittirir ve sen kabirde olanlara duyuramazsın” buyurdu. İnkarcılar her ne kadar, hissî hayat düzeyinde göz, kulak ve dil gibi organlara sahip iseler de, aklî düzeyde onlardan bu yetenekler alınmıştır.Bunun sebebi onların cehaleti, şirki ve küfrü tercih etmeleridir. Hızır (as) ilahi emir ile gönderilmiş bir peygamberdir. Ancak şeriat verilmiş peygamberlerden değildir. O şu an mevcuttur, çünkü onun hakiki varlığı, dünyevî cisim halinden Ahiret yurdunun gerektirdiği melekûti cisme dönüşmüştür. Yoksa o, dünyevî unsurlardan müteşekkil ve yemeye, içmeye, dışkılamaya ihtiyaç duyacak şekilde bir bedene sahip olarak mevcut değildir. Bazı sâlih kulların zaman zaman onu g örmüş olması muhtemeldir . Onun bu melekûtî cisme dönüşmesi, Cebrail’in (as) melekûtî cisminin sahabeden Dıhyetü’l-Kelbî suretinde hissi cisme dönüşmesi gibi değerlendirilebilir.
Sonuç
Şahsında Mısır ve Şam gibi dönemin tanımlamasına göre merkez İslam coğrafyası ile Doğu İslam coğrafyasının kültürlerini birleştiren Dâvûd-i Kayserî, eskilerin deyimi ile zü’l-cenaheyn ilim adamlarındandır. Öğrendiği kelam ve fıkıh gibi zâhirî ilimleri tasavvuf zevki ve hikmet ışığı ile harmanlamak suretiyle renkli, düzenli ve pırıltılı bir sistem sunmuştur. Eserlerini mütalaa ederken ona bir sufî demek mümkün olduğu gibi, bir mütekellim veya bir hakîm demek de mümkündür.
Aslında o, bunlardan biri değil hepsidir. Onun düşüncesinde sufî arınmışlığı, kelamcı titizliği ve hikmet pırıltısı bir birine yabancı düşmez, aksine uyum ve güzelliğin göz alıcı tezahürünü oluşturur . Bu belki içinde yer aldığı geleneğin bir sonucudur. Çünkü İbn Arabî, İbn Fârız, Kâşânî’de de aynı düzen ve uyumun tezahürünü görmek mümkündür.
“Öğrenmek isteyenlere bu kitabın (Füsûsü’l-hikem) sırlarını açıklama ve manaları üzerindeki perdeleri kaldırma arzusu içime doğdu. Bu manalar, şeyhin (İbn Arabî) nurlu kalbine ve temiz ruhuna alîm, habîr, hakîm ve kadîr olan Hazretten bir tecellî, bir yakınlık ve bir ihsan olarak verilmişti . Bu şerh işine girişmem ‘ sizi kuşatan bu rahmeti yayın’ emrine uymak, hükmüne boyun eğmek; Allah’ın “Onlar ki, verdiğimiz rızıktan infak ederler” mealindeki ayetin çerçevesine girmek, “Rabbinin nimetini anlat” emrinde olduğu gibi şükrümü eda etmek içindir. Allah’tan yardım isteyerek ve onun rahmetini talep ederek bu kitaba dair kalbimde gerçekleştirdiği açılımlar ile Şeyhimin ve evladının / öğrencilerinin kitaplarından elde ettiğim bilgileri kaydetmeye başladım…”
Yazdığı eserler dikkate alındığında, hocası Kâşânî’nin onun üzerindeki tesirinin sadece anlayış itibariyle değil, aynı zamanda eserlerindeki konu, muhteva ve amaç bakımından da olduğu görülür. Özellikle Muhyiddîn İbn Arabî ile zirveye ulaşan kelam, tasavvuf ve felsefe birikimini uzlaştırma ve harmanlama geleneği hocasında oldugu gibi kendisinde de bulunmaktadır . Zaten bu ,o dönemin yaygın anlayışıdır. Sözgelimi, dönemin tahkîk ehli sufîlerinden ve Dâvûd-i Kayserî’nin doğduğu yer olan Kayseri’ye uğramış olan Necmeddîn Dâye ( ö. 654/1256), ünlü tefsirinin girişinde bu eserinin ‘şeriat, tarikat ve hakikat’ boyutlarını içermesini amaçladığını ifade eder. Onun bu ifadesini mütekellim ve fakihlerin yöntemi olan zâhir ile tarikat erbabının mesleği sayılan batını birleştirerek/mezc ederek sunmak gayreti olarak tanımlayabiliriz.
Kısaca söylemek gerekirse, Dâvûd-i Kayserî üzerinde Anadolu, Mısır ve İran üçgeninin tesiri açıkça fark edilir. Bu tesir, onun önce mizacına sonra zihnine sonra da kalemine yansımıştır . Biz bugün ancak kalemindeki yansımayı görüyoruz ve onunla yetinmek zorunda kalıyoruz. Eserlerine bakıldığında anılan üçgen içerisinde elde edilmiş kelam, tasavvuf ve felsefe birikimini görmek mümkündür.
Sözgelimi bir eserinde kelam ilminin kadîm konusu olan Kur’an’ın mahiyetini yani mahluk olup-olmadığını tartışırken ,bir başka eserinde ‘mâü’l-hayat’, ‘ilm-i ledün’ ve Hızır arasındaki irtibata dikkat çeker ; insan - peygamber - ilahi irtibat üçgenin aklın kavrayabileceği, duyguların tatmin olabileceği ve kalbin kanaat getireceği bir açıklıkta anlatır. Öte yandan Füsûs şerhinin
mukaddimesinde ortaya koyduğu ‘varlık’ mülahazaları onun felsefî bahislere derinliğine hakim olduğunun delilidir.
Hocası Kaşani vasıtasıyla İbn Arabî düşüncesine meyleden Dâvûd-i Kayserî bu düşüncenin hem İran coğrafyasında hem de Anadolu coğrafyasında yayılması ve kökleşmesinde çok büyük emeği olmuştur. Özellikle Osmanlı ilim geleneğinde var olan İbn Arabî tesirinde büyük payının olduğunu söylemek gerekir.
Genel Hatlarıyla Düşüncesi
Tarihi süreç içerisinde oluşmuş ilimlerin birini diğerinden ancak konuları itibariyle ayırt edebiliriz. Tasavvuf ilminin konusu,Allah’ın zat-ı ahadiyyesi ile ezelî ve sermedî sıfatlarıdır. Meseleleri ise kesretin (çokluğun) zat-ı ahadiyyetten nasıl sâdır olduğu ve ona ne şekilde rucu’ edeceği, ilahî isimlerin mazharlarının beyanının nasıl olacağı; Allah dostlarının O’na dönüşü, yoluna girişi, yolunda zor luklara göğüs ger er ek yürüyüşü, yolda yapı lan amel ler in, işlerin, zikirlerin dünya ve ahiretteki neticelerinin açıklamasıdır. Anılan konu ve meselelerden dolayı bu ilim, bütün ilimlerin en şereflisi ve en üstünüdür. Her ne kadar hikmet ilmi (felsefe) ile kelam ilmi, aynı konuyu işliyor olsalar da , kulun Allah’a ulaşmasının ve yakınlaşmasının nasıl olacağına dair bahis onlarda bulunmaz.
Halbuki ilim öğrenmede en yüce maksat ve talep bu olmalıdır. Tasavvufun konusu itibariyle tarifi: ilahî isimler, sıfatlar, isim ve sıfatların mazharları, mebde ve meâdin ahvali itibariyle Allah’ı bilmektir. Ayrıca alemin hakikati ve hakiki birliğe dönüşü ile nefsi, cüz’î kayıtlardan kurtarmak için sülûk ve mücahede yolunu bilmek de buna dahildir.
Varlık, tektir; bu tek varlığın benzeri ya da zıttı şeklinde başka bir varlığın olması söz konusu değildir. Var olan zıtlıklar ve benzerlikler hep bu bir ve tek olan varlıktan tezahür eder. Ancak bu ayrım yani benzerler ve zıtlar şeklindeki ayrım, aklî bir taksimden ibarettir; gerçekte böyle bir şeyin olması düşünülemez, çünkü gerçekte varlık tektir. ‘ Zuhûr ’ ve ‘ butûn ’ kavramları ile ifade edilen şeylerin varlık sahnesine çıkması veya yokluğa dönmesi; bunlar üzerinde birbirine zıt sıfatların meydana gelmesi, tek varlığa göre yok hükmündedir.
Haricî alemde var olan her şeyin ilâhî ilimde sabit bir aynı (ayn-i sâbit) vardır. Yine her şeyin O’nun ilminde bir sûreti vardır. Bu suret O’nun sıfatlarından bir sıfat, diğer bir deyişle tecellîlerinden bir tecellîdir. Hariçteki varlıklar ile bunların ilm-i ilahîdeki sâbit ayınları arasında bir farklılıktan söz edilemez. Çünkü bu alemdeki çokluk ve zıtlıklar bir olan varlığa asla yansımaz. Birbirinden farklı , sayıca çok olan arazlar ve cevherler, hakikat itibariyle bir olan varlığa râcîdir. O, bütün bu çoklukların ve farklılıkların var edicisi ve meydana getiricisidir. Ve yine her şey onun teklik hakîkatinde yok hükmündedir.
Varlığın zihnî, aynî, kitâbî ve kavlî şeklinde dört mertebesi vardır. Kavlî mertebedeki ibare aynî mertebedeki varlığın bir mazharıdır. O da zihnî mertebedeki görünmeyen suretin (tasavvur) bir mazharıdır. Bir takım şekillerden ibaret olan yazı şeklindeki işaretler ise, söz olarak ağızdan çıkan lafızların birer mazharlarıdır.
Şeylerin isimleri, aynî mertebede diğer bir ifade ile haricî alemde var olan şeylerin mazharları; o şeyler de, ilahî ilimdeki bizim bakımımızdan gaybi olan isimlerin yani a’yân-ı sâbite’nin mazharlarıdır.
Âlemler, diğer bir ifade ile aslî hazretler; a’yân-ı sâbite, ceberût,melekût, mülk ve insan-ı kâmil olmak üzere beştir. Bunlara hazerât-ı hams denilir. A’yân-ı sâbite, mutlak gayb alemidir; ceberût, akılların ve mücerret nefislerin bulunduğu alemdir; melekût, varlıkların sûretlerinin bulunduğu misal alemidir. Aslında misal alemi, cisimler alemi ile ruhlar alemi arasında bir ara kategori olarak bulunur.
Mülk; arş, kürsî, gökler, unsurlar ve unsurlardan teşekkül etmiş şekillerin bulunduğu alemdir; insan-ı kâmil ise, akl-ı evveldir, o da ruh-i muhammedîdir. Nitekim Allah Rasûlü, “İlk yaratılan şey, benim nurum veya ruhumdur” buyurdu.
Zaman konusunda hakîmler farklı görüşler ileri sürdüler. Bazıları, zamanı, “cisim veya cismânî olmayan cevherdir ve zorunlu varlıktır (vacib bi zâtihî)” şeklinde tarif ederken diğer bir kısmı, zamanı ‘araz’ kategorisine dâhil etti. Bunlardan Aristo ve onu takip edenler, zamanı “birbirine denk hareketlerin miktarlarıdır” şeklinde tanımlarken Ebü’l-Berekât el-Bağdadî, zamanı, “varlığın miktarı” olarak tanımlamayı tercih etti. Zamanın mâzi, hâl, müstakbel şeklindeki taksimi tamamıyla bize göredir. Bu vahdetin Allah’a, kesretin hâdis varlıklara göre olması gibidir. Varlık bir olduğuna göre zamanın da tek olması gerekir. Zaten Allah indinde sabah, akşam, mazi ve müstakbel gibi zaman ayrımları söz konusu değildir . Diğer bir deyişle zaman için üçlü taksim, tek olan zamana göre değil, zaman içinde gerçekleşen olaylara göredir. Çünkü gerçek zaman neyse odur; hâdis bir varlığın meydana geldiği ana hal, bu hâdisin halinin yok olması ile mâzi, sonrasındaki bulunacağı hale göre de müstakbel ismi verilmektedir. Zamanı varlığın miktarı olarak tanımlayan Ebü’l-Berekât yanılmaktadır, çünkü varlık tektir ve miktarı olmaz. Öyleyse zaman varlığın bekâsının miktarıdır. Ancak yaratılmışlar olarak nitelenen zaman içerisinde sonradan olan varlıklar (hâdis-i zamanî) zaman tarafından öncelenmiştir. Bunlar, zaman içinde başlangıcı ve sonu olan varlıklardır. Öncelerinde içinde bulunmadıkları zaman olduğu gibi sonlarında da bulunmayacakları zaman olacaktır. Ancak öyle bir varlık vardır ki, bu zaman tarafından asla öncelenmez. Zamanın olduğu veya farz edildiği her anda bulunur. Bu ezelî, ebedî ve sermedî olan Vücûd-i İlahî’dir. Bundan dolayı zaman Allah’ın isimlerinden oldu.
Hz.Peygamber bir hadîsinde “zamana (ed-dehr) sövmeyin, çünkü o, Allah’tır” buyurdu. Yine bundan dolayı Allah, ‘dâim’ ve ‘bâkî’ isimlerini aldı. Allah’ın dâimliği ve bâkiliği dışardan bir etki ile değil, bizatihi kendi varlığı iledir. Netice itibariyle Allah bütün isim ve sıfatları ile varlıkların tamamından mukaddemdir ve öncesinde zaman bulunmayandır.
Bir olan varlık, gaybü’l-guyûb, hakîkatü’l-hakâik olan Allah Teâlâ’dır. O’nun güzel isimleri ve yüce sıfatları vardır. Sıfatlar, icabî ve selbî şeklinde ikiye ayrılır. İcâbî olanlar, hakîkî, mahzâ izâfî ve izafet sahibi (zû izâfet) şeklinde üç gruptur. Hakikî sıfatlar: hayat, vücûb ve kayyumiyyet; mahzâ izâfî sıfatlar: uluhiyet ve âhiriyet; izafet sahibi sıfatlar: rubûbiyet, ilim ve irâde gibi sıfatlardır. İkinci gurubu oluşturan selbi sıfatlar ise ganiy , kuddusiyet ve subbûhiyettir. Sıfatların bazısı hiyerarşik olarak bazısına göre önceliğe sahip olabilir. Sözgelimi, hayat ilim sıfatından, ilim de irade sıfatından önceliklidir. İsim, sıfat ile birlikte zatın kendisidir. Sözgelimi, ‘alîm’ ismi zattır ve o zatın ilmi vardır, ‘hakîm’ ismi zattır ve onun hikmeti vardır. Diğer isim sıfatlar da böyledir. ‘Allah’ ismi, zat-ı ahadiyetin ismidir. Nitekim Allah Teâlâ, Kur’an’da meâlen “De ki: O Allah birdir” Başka bir deyişle Allah ismi ahadiyet mertebesini temsil eder. Diğer ilâhî isimlerle birlikte düşünüldüğünde vâhidiyet mertebesini temsil eder. Bu da “O, birdir ve kahhârdır” mealindeki ayet ile ifade edilir. Vâhidiyet ile ahadiyet arasındaki fark şudur: Vahidiyet nispetler yani isimler itibariyledir . Buna isim ve sıfatlar mertebesi denilebilir. Çünkü ‘vâhid’, ikinin yarısı, üçün üçte biri dördün dörtte biridir. Bu nispetler sonsuza kadar gider. Buna karşılık ahadiyet, sadece zata göredir ve sadece zatı temsil eder.
Sonuç itibariyle ahadiyet mertebesini temsil eden ‘Allah’ ismi, ism- i a’zamdır ve bütün isimleri câmi’dir. Bundan dolayı da bütün isimler ona tabidir ve o, bütün isimlerden mukaddemdir. Her isim kemâlâtını ve sıfatlarını tezahür ettireceği bir mazhar talep eder.
Allah isminin mazharı da hakîkat-i insâniyedir. Bütün isimlerin ve sıfatların kendisinde tecelli ettiği yegâne varlık insandır. Buna işareten Hz. Peygamber “Mü’minin kalbi Allah’ ın arşıdır” buyurdu. Rahman isminin mazharı akl-ı evveldir o da bütün şeylerdir . Buna işareten Allah Teâlâ “Rahman arşa istiva etti” buyurdu. Ruhânî arş, akl-ı evveldir. Cismanî arş ise, ruhanî arşın yani akl-ı evvelin şehadet alemindeki mazharıdır. Bu da bütün mevcudatın suretlerinin bulunduğu Allah’ın ilmidir. Rahîm isminin mazharı ise alem-i kebîrin kalbi olan nefs-i küllîdir. Bu da her şeyin suretinin kendisinde bulundugu levh-i mahfuz , kitâb-i mübindir . Diger bir deyişle bu “ Göklerde ve yerde bu zerre miktarı hiçbir şey ondan gizli kalamaz” mealindeki ayet ile ifade edilen her şeyin ayrıntılı bir şekilde bilgisinin bulunduğu Allah’ın ilmidir.
Allah, ezelî ve ebedî olarak mütekellimdir. Onun kelamının mazhar ve suret i vardı r . Kur’an, Hz. Peygamber’in kalbine mucizevî bir şekilde inmiş Allah’ın kelamıdır. İsimler ve sıfatlar mertebesinde bulunan Allah’ın kelamı, zatı ile kâimdir. Okunan veya yazılan harfler ve lafızlar, zat ile kâim manalara delalet ederler. Tevrat, İncil ve Zebur gibi bütün münzel kitaplar, Allah’ın kelamıdır. Kur’an Peygamberimiz Hz. Muhammed’e indirilen kitaptır. İndirilen ilahî kitaplar içerisinde nâsih-mensûh, muhkem-müteşabih olanlar olduğu gibi, mu’ciz olanlar ve mu’ciz olmayanlar da vardır. Tevrat ve İncil lafız ve terkip itibariyle mu’ciz değildir, ancak Kur’an mu’cizdir.
Bununla birlikte bütün bu kitaplar, ilahî kelamın çeşitlerinden bir çeşittir. Çünkü her bir kitap için levh-i mahfuzda bir suret vardır. Zaten her bir mevcut için orada bir suret vardır. Levh-i mahfuz, “Bu kitab-ı meknûnda bulunan Kur’an-ı kerîmdir” mealindeki ayette işaret edilen kitab-ı meknûndur. Kur’an ‘da ‘levh-i mahfûz’ lafzı “Bilakis o, levh-i mahfûzda bulunan Kur’an-ı mecîddir” mealindeki ayette geçer.
‘Nübüvvet’ (peygamberlik) kelime olarak ‘haber vermek’ anlamında ‘en-nebeü’ kökünden veya ‘kaçınmak/sakınmak’ anlamına gelen ‘en-nübüv’ kökünden gelir. Her iki anlam da ‘nübüvvet’ kelimesinde bulunmaktadır. Çünkü nübüvvet görevini yerine getirmekle görevlendirilen kişi olan ‘nebi’ (peygamber), rahmanî haberleri vermenin yanında şeytanî vesveselerden uzak durmaya /kaçınmaya da özen gösterir. Nübüvvetin ıstılah anlamı ise “vahyedilen şer’î hükümleri ve zahir ile alakası bulunan gaybî manaları ilahî emir gereği insanlara bildirmektir”. Bu anlamda nebi,ilahî zatı, sıfatlarını, gaybî manaları ve şerî hükümleri haber veren kişidir. Peygamberler aldıkları bu bilgilerle halkı irşat etmekle görevlidirler.
Çünkü halk kendileri için takdir edilmiş kemal mertebesine ancak onların irşadı ile ulaşabilir. Peygamberlerden ‘ulu’l-azm’ derecesinde olanlara şeriat verilmiş iken, İsrail Oğullarına gönderilen peygamberlere şeriat verilmemiş; Hz. Musâ’nın (as) şeriatına uymaları emredilmiştir. Peygamberlik Allah’ın tayin ve tespiti iledir. Allah peygamberi olarak göndereceği kişinin ilm-i ezelîdeki sabit aynını, görevine uygun kabiliyet ile desteklemiş ve donatmıştır. ‘Velâyet’ (velilik) ise, lugat itibariyle ‘yakınlık/kurb’,ıstılahî olarak ise ‘hakka yakın olmak ve ilahî ahlak ile ahlaklanmak’ anlamına gelir; umumî ve hususî olmak üzere ikiye ayrılır. Umumi velayet kapsamına, inanan ve sahil amel işleyen her kul girer. “Allah, inananların dostudur…” mealindeki ayet buna işaret eder. Hususî velayet ise, ancak Allah’ta fena olup bekâ bulanlar içindir. Bu kapsama giren veli, beşerî sıfatlardan sıyrılarak fânî; ilahî sıfatlar ile muttasıf olmak suretiyle bâki olur. Bütün bu anlamları ile nübüvvet zahire , velayet ise batına hitap eder . Bir başka ifade ile velayet nübüvvetin bâtını nübüvvet de onun zâhiridir. Bu durumda her nebi velidir, ancak her veli nebi değildir. Çünkü nebi, nübüvvet özelliği taşımayan her veliden kesinlikle üstündür. Nebinin veliliğinin nübüvvetinden üstün olması bu durumu değiştirmez. Her ne kadar nebi ve veli bazen bir vasıta ile bazen de vasıtasız ilahî hazretten gaybî bilgileri alıyorlarsa da, nebi tebliğ ile memur kılınmış ve verilen bilgileri haber vermekle görevlendirilmiştir; üstelik emredileni yapmakla ve nehyedilenden kaçınmakla mükellef kılınmıştır. “Ey Peygamber, sana Rabbinden indirileni tebliğ et” “Sana düşen sadece tebliğ etmektir” , “Sen ancak sakındıransın(nezîr)” mealindeki ayetler buna işaret eder. Buna karşılık veliye düşen, bağlısı olduğu peygambere zâhir noktasında tam bir mutabakatla tâbi olmaktır, velayet derecesi ne olursa olsun bu onun üzerine bir farzdır.
Şu bir gerçek ki ,dünya ve dünyada olan her şey için bir son vardır. Peygamberlik ve velilik için de son olacaktır. Bu nedenle, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (sav), küllî velayetin sonuncusu Hz. İsa (as), cüz’î velayetin sonuncusu da Muhyiddîn İbn Arabî’dir. Hz. İsa her ne kadar peygamber ise de kıyamete yakın yeryüzüne indiğinde velilik sıfatı ile inecektir. Bundan dolayı o , kıyamet günü bi r ker e peygamber ler le beraber nebi olarak, bi r kere de Hz . Muhammed’in ( sav ) ümmetinden bir fert olarak haşr olacaktır.
Peygamberlerin ve velilerin ilm-i ilâhîden gelen ilimleri, ilm-i ledün olarak isimlendirilir. Bu ilim aynı zamanda ebedi hayatı insanlara bahşeden hayat suyudur (maü’l-hayât/âb-ı hayât). İlm-i ledün, beşerî kirlerden arınmış, zulmet perdelerini kaldırmış kudsî ve nurânî nefislere alîm ve habîr hazretinden feyzin akıtılmasıdır. Allah dostları küllî heyûlâ olan bu ilmi, nefes-i rahmânî olarak da isimlendirir. Aslında haricî alemde var olan her varlık için bir çeşit hayat vardır. “Yerde ve gökte olanlar Allah’ı tesbîh ederler” mealindeki ayet bu tespiti doğrular. Bunu, ancak anılan ilm-i ledünne sahip olan Allah dostları anlayabilir. “Yedi kat gökte, yerde ve bu ikisi arasında olanlar Allah’ı tesbih ederler. Onu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ancak siz bu tesbihi anlayamazsınız” mealindeki ayette işaret edildiği üzere, kendilerine hak ve hakkın sırları perdelenmiş olanlar, bundan gafil ve habersizdirler. Hak ve hakikat sırları kendilerine açılmış gerçek hayat sahipleri bütün mevcudâtın canlı ve tesbih edici olduğunu yakînen görür . İbn Me sud’un ( ra ) “Biz yemek yerken onların tesbih seslerini duyardık” sözü bu görüşü kuvvetlendirici bir tespittir.
Hayatın kendi içinde hissî, basît veya mürekkep şeklinde cismani nefsî, kalbî, ruhânî ve aklî şeklinde mertebeleri vardır. En düşük hayat hissî, en yükseği ise aklî olandır. Nitekim kafirler hissî hayatı yaşamalarına rağmen ‘ölüler’ diye nitelenirler. Çünkü onlar, “sağır, dilsiz, kördürler ve bu yüzden akıl edemezler” mealindeki ayet gereği aklî hayat mertebesinde olanı idrak yeteneğinden mahrumdurlar . Bundan dolayıdır ki , Allah , Hz. Peygamber'e “ Sen ölülere işittiremezsin ve yine arkalarını dönüp kaçtıklarında sağırlara da duyuramazsın” , “Dirilerle ölüler bir değildirler, Allah dilediğine işittirir ve sen kabirde olanlara duyuramazsın” buyurdu. İnkarcılar her ne kadar, hissî hayat düzeyinde göz, kulak ve dil gibi organlara sahip iseler de, aklî düzeyde onlardan bu yetenekler alınmıştır.Bunun sebebi onların cehaleti, şirki ve küfrü tercih etmeleridir. Hızır (as) ilahi emir ile gönderilmiş bir peygamberdir. Ancak şeriat verilmiş peygamberlerden değildir. O şu an mevcuttur, çünkü onun hakiki varlığı, dünyevî cisim halinden Ahiret yurdunun gerektirdiği melekûti cisme dönüşmüştür. Yoksa o, dünyevî unsurlardan müteşekkil ve yemeye, içmeye, dışkılamaya ihtiyaç duyacak şekilde bir bedene sahip olarak mevcut değildir. Bazı sâlih kulların zaman zaman onu g örmüş olması muhtemeldir . Onun bu melekûtî cisme dönüşmesi, Cebrail’in (as) melekûtî cisminin sahabeden Dıhyetü’l-Kelbî suretinde hissi cisme dönüşmesi gibi değerlendirilebilir.
Sonuç
Şahsında Mısır ve Şam gibi dönemin tanımlamasına göre merkez İslam coğrafyası ile Doğu İslam coğrafyasının kültürlerini birleştiren Dâvûd-i Kayserî, eskilerin deyimi ile zü’l-cenaheyn ilim adamlarındandır. Öğrendiği kelam ve fıkıh gibi zâhirî ilimleri tasavvuf zevki ve hikmet ışığı ile harmanlamak suretiyle renkli, düzenli ve pırıltılı bir sistem sunmuştur. Eserlerini mütalaa ederken ona bir sufî demek mümkün olduğu gibi, bir mütekellim veya bir hakîm demek de mümkündür.
Aslında o, bunlardan biri değil hepsidir. Onun düşüncesinde sufî arınmışlığı, kelamcı titizliği ve hikmet pırıltısı bir birine yabancı düşmez, aksine uyum ve güzelliğin göz alıcı tezahürünü oluşturur . Bu belki içinde yer aldığı geleneğin bir sonucudur. Çünkü İbn Arabî, İbn Fârız, Kâşânî’de de aynı düzen ve uyumun tezahürünü görmek mümkündür.