Dâvûd-İ Kayserî ve Genel Hatlarıyla Düşüncesi

Cağfer KARADAŞ

Özet

Davûd el-Kayserî, Save asıllı olmakla birlikte Kayseri’de dünyaya gelmiş, ilk eğitimi orada aldıktan sonra dönemin ilim merkezleri olan Karaman’a ardından Mısır’a gitmiştir. Mısır’da temel dini bilimleri öğrenen Kayserî, İran’a geçmiş ve ölünceye kadar yanında kalacağı hocas Kaşanî ile karşılaşmıştır. Kaşanî’nin ölümü sonrası Osmanlı Sultanı Orhan’ın daveti ile İznik’e gelmiş ve yeni yapılan medreseye hoca tayin edilmiştir.

Tasavvuf, kelam ve felsefe alanında iyi yetişmiş olan Kayserî,hocası Kaşanî gibi İbn Arabî’in takipçilerindendir. Başta Fususü’l-hikem şerhi olmak üzere İbn Arabî düşüncesi çerçevesinde verdiği eserler yıllardır önemini korumuş ve insanları etkilemiştir. Bu gün dahi bu eserler entelektüel çevrelerde önemsenmekte ve izlenmektedir.

Dâvûd b. Mahmûd b. Muhammed er-Rûmî el-Kayserî es-Sâvî

Dâvûd-i Kayserî, kelam, tasavvuf ve felsefe alanında önemli bir isim olmasına rağmen hakkında çok az bilgi bulunmaktadır. İsmi eserlerinde Dâvûd b. Mahmûd b. Muhammed er-Rûmî el-Kayserî es-Sâvî şeklinde geçer. Kayseri’de doğduğundan el-Kayserî, asıllarının Azerbaycan coğrafyasındaki Sâve kenti olmasından dolayı es-Sâvî, Anadolu’da müderrislik yapması dolayısıyla da er-Rûmî nisbesini almıştır.

Dâvûd-i Kayserî, kendi risalelerinde geçtiği üzere Kayseri’de dünyaya geldi. Babasının ismi Muhmûd, dedesinin ismi ise Muhammed’dir. Doğum tarihi hakkında pek malumat bulunmamaktadır. Bazı kaynaklarda doğum yeri olarak Karaman şehri de gösterilir. Ancak bu, kendi eserlerinde verilen bilgilere ters düşer . Çünkü başta Muhyiddin İbn Arabî’nin Füsûsü’l -Hikem adlı eserine yazdığı şerh olmak üzere birçok eserinde doğum yerinin Kayseri olduğu belirtilir. Bunun yanı sıra eserlerinde, asıllarının bugün İran coğrafyasında yer alan Cibâl bölgesinde Hemedan ile Rey arasında ve büyük kervan yolu üzerinde bulunan Sâve kentine ait olduğu belirtilir. Bu da ailesinin zaman içinde Sâve kentinden Anadolu’ya göçtüklerini gösterir. Zaten o dönemde savaşlar ve geçim kaygısı dolayısıyla nüfus sirkülasyonu çok yoğundur. Özellikle Moğol istilası bütün bir İslam dünyasını etkilemiş durumdadır . Sözgelimi Dâvûd-i Kayserî’nin aile yurdu olan Sâve, 617/1220 tarihinde Moğollar tarafından istila edilmiş, yağmalanmış ve tahrip edilmiş, ahalinin birçoğu öldürülmüş, aralarında bölgede benzeri bulunmayan büyük kütüphanenin de bulunduğu çok değerli yapılar yakılmıştır. Dâvûd-i Kayserî’nin ailesinin de bu istila dolayısıyla 617/1220 tarihi civarında baba yurdu olan Save’den ayrılmış olmaları kuvvete muhtemeldir. Öte yandan Mogollar'la Anadolu Selçukluları arasında 641/1243 tarihinde kösedag savaşı vuku bulmuş ve Selçuklu kuvvetleri yenilmiştir. Her ne kadar Moğollar Anadolu kentlerinde büyük oranlı bir tahribat gerçekleştirmemişlerse de, bölge genelinde sıkı bir siyasî ve ekonomik kontrol uygulamışlardır.

Dâvûd-i Kayserî , Kayseri’de doğduğuna göre , ailesinin bu savaştan önceki bir zaman diliminde Kayseri’ye gelmiş olması bir ihtimal olarak görülebilir . O dönemde Sâve ile Anadolu arasındaki ilişkiyi göstermesi bakımından Anadolu da telif edilen ilk eserlerden olan Akâid-i Ehl-i Sünnet yazarı ve Anadolu’ya Sünnî itikat esaslarını yaymak için geldiğini beyan eden Ömer b. Muhammed b. Ali es-Sâvî’nin de Sâve asıllı olması kayda değerdir. Zaten Anadolu’da sayıları onlarla ifade edilecek medreselerde ders veren müderrislerin çoğu bugün İran coğrafyası içerisinde yer alan Cibâl ve Horasan ile Mâverâünnehir gibi doğu bölgelerinden gelmekteydi. Dolayısıyla ilk dönemlerde Anadolu’ya Sünnî karakterli İran kültürü hâkim olmuştur. Öte yandan Dâvûd-i Kayserî’nin babası ve dedesinin Mahmud ve Muhammed isimleri dikkate alındığında kültürlü ve dindar bir aileye mensup olduğu fark edilir. Kendisine Dâvûd isminin verilmesi de ayrıca bu duruma işarettir. Küçük yaşlardan itibaren medrese eğitimine başlatılması, kültür düzeyi yüksek bölgelere eğitim için gönderilmesi ailesinin bu yönünü ele veren diğer delillerdir.

Dâvûd-i Kayserî, ilim hayatına doğduğu yer olan Kayseri’de başlamıştır . Çünkü Kayseri o dönemin en önemli kültür ve ticaret kentlerinden biridir. Çağdaşı olan gezgin İbn Battuta’nın verdiği bilgiye göre Kayseri bölgenin en büyük kentlerindendir. Anadolu Selçukluları egemenliğinde bulunan kent, imar ve iskan faaliyetlerinde çok önemli bir yere sahiptir. Bu yönüyle de yoğun ilmî ve kültürel faaliyetlere sahne olmuştur. Özellikle Sahibiye ve Hunat Hatun medreseleri ile Gevher Nesîbe Şifahanesi gibi bugün dahi ayakta kalmış olan birçok yapı dikkate alındığında kültür düzeyi yüksek bir kent olduğu gerçeği ortaya çıkar. Dâvûd-i Kayserî’nin bu ortamdan istifade etmemiş olması düşünülemez. Daha sonra kent bir Moğol komutanı olan ve Eratna Türklerine mensup bulunan Alaaddin Eretna’nın kontrolüne geçmiş ama önemini yitirmemiştir.

Çünkü İbn Battuta’nın verdiği bilgiye göre Emir Alaaddin’in hanımlarından biri olan ve ‘ağa’ diye hitabedilen Tağa Hatun Kayseri’de bulunmakta ve şehrin idaresi ile ilgilenmektedir. Aynı kaynak bu dönemde diğer Anadolu kentlerinde olduğu gibi Fütüvvet teşkilatının çok güçlü olduğu bilgisini verir. Bu teşkilat şehir ve şehre gelen gezgin ve tacirlerle ilgilenmekte, bir nevi şehirlerin sosyal ve ekonomik düzenini sağlayıcı bir rol üstlenmiş görünmektedir. Dâvûd-i Kayserî’nin ikinci eğitim durağı Karaman’dır.

Karaman’ın seçilmesinin çok önemli nedenleri vardır. Çünkü o dönemdeki adı Lârende olan Karaman, Anadolu’da Anadolu Selçuklularından sonra kurulan en büyük beylik olan Karamanoğullarının merkezi idi. 654/1256 tarihinde Karaman b.Nûre es-Sufî tarafından emirlik haline getirilen Karamanlılar, şehri, kültürel faaliyetlerin ve güzel sanatların merkezi yaptılar. Böylelikle şehir bu alanda çalışmak isteyenler için bir çekim merkezi konumuna gelmiş oldu. İbn Battuta, Karaman beyi Bedreddîn Mahmûd döneminde Lârende’ye geldiğini bildirir. Sözü edilen Bey, 677/1278 tarihinde yönetime geldiğine göre İbn Battuta’nın bu tarihten sonra şehre gelmiş olması gerekir. Muhtemeldir ki, aynı zaman diliminde Dâvûd-i Kayserî de bu şehirdedir. Çünkü bu tarihler 751/1351’de ölen Dâvûd-i Kayserî’nin eğitim dönemlerine tekabül etmektedir.

Dâvûd-i Kayserî’nin eğitiminin üçüncü durağı ise Kahire’dir. Kahire o dönemde bölgenin en önemli kentiydi. Çünkü Moğolların girmediği birkaç İslam kültür merkezinden biri idi. Eyyübîler döneminde mescitler , medreseler , hankahlar yanında sahabe , ehl-i beyt ve alimlerin kabirleri üzerlerine yapılan türbeler ile kentte, ihtişamlı bir görüntü vardı. Çok sağlam bir sosyal yapı
bulunmaktaydı; sultanın ilgisi ile yetim ve fakir çocukların okuyacağı okullar açılmış, bütün insanların refah ve mutluluğu için bir atılım başlatılmıştı. Bu atılımın Memluk sultanları döneminde de devam ettiğini görüyoruz.

Dâvûd-i Kayserî döneminde Sultan olan Nâsırüddîn Muhammed bu tür yapılara önem vermiş ve ilim-kültür hayatını desteklemiştir. Dönemin en canlı bilimsel kurumu Ezher medresesidir. Burada bilim adamları ve öğrenciler toplanır ders okurlar ve bilimsel müzakerelerde bulunurlardı. İbn Battuta, Dâvûd-i Kayserî’nin Mısıra gittiği dönemde çok canlı bir ilim hayatının olduğunu bildirir. Mısır uleması diye saydığı isimler içerisinde Anadolu kentlerinden olan Aksaraylı ‘şeyhu’l-kurrâ’ Mecdüddîn Aksarayî de bulunmaktadır. Bu da o dönemde Anadolu kentlerinden Mısır’a bilimsel seyahatlerin yoğun olduğunu gösterir. çünkü o zamanlar, Şam ve Mısır’da kelam, fıkıh, tefsir, hadîs, tarih, edebiyat ve dilbilgisine dair ilimler üst düzeyde öğretilirdi. Dâvûd-i Kayserî de Kahire’de başta Arapça olmak üzere mantık gibi alet ilimlerinin yanı sıra kelam, fıkıh, tefsîr ve hadîs gibi temel dini bilgilerini geliştirdi. Tahsilinin akabinde Konya’ya uğrayarak memleketi Kayseri’ye döndü.

Kayseri’den tekrar yola çıkan Dâvûd-i Kayserî bu kez güzergâhını doğu olarak belirlemişti. Çünkü o dönemde İran ve Maveraünnehir taraflarındaki medreselerde , riyaziye , hey’et , kelam ve felsefeye dair ilimler revaçta idi. Bu seyahati ile o, naklî ilimlerin yanı sıra aklî ilimlerde de kendisini yetiştirmeyi, eskilerin deyimiyle ‘zü’l-cenâheyn bir konum kazanmayı arzuluyordu. Onun bu tavır ve hareketi dönemin revaçta olan eğitim anlayışına da uygundur. Azerbeycan’ın Sâve kentinde karşılaştığı Kaşânî’den (736/1335) son derece etkilendi ve onun teşvik ve yönlendirmesi ile tasavvufî ilimlere yöneldi. Onu derinden etkileyen hocası/mürşidi Kâşânî, İran’ın Kâşân kentinde doğdu, başta doğduğu kent olmak üzere Sâve, Şiraz ve Bağdat’ta özellikle Sühreverdî şeyhlerinin sohbetlerinde bulundu.

Sühreverdî tarikat silsilesine mensup olmakla birlikte Muhyiddîn İbn Arabî’nin düşüncesine meyleden Kâşânî, bu düşüncenin İran’da kök salmasında ve yaygınlaşmasında büyük emek sarf etti. Dâvûd-i Kayserî’nin kitaplarında onun hakkında sık sık tekrar ettiği “kemal sahibi, kemale eriştiren, asrının biricik dehası ve ariflerin övünç kaynağı” şeklindeki methiye dolu nitelemesi, üzerindeki tesirinin boyutunu anlatmaya fazlasıyla yeter. Ayrıca onun hizmetinde bulunduğu süre içinde birçok feyz ve berekete nail olduğunu vurgular. Huzurunda Kâşânî’nin Kur’an tefsiri olan Te’vîlâtü’l- Kur’ani’l-Kerîm adlı eserini kendisine okuduğunu belirtmesi, hem uzun süre yanında kaldığını hem de ciddî anlamda ondan yararlandığını göstermesi bakımından önemlidir.

Muhtemeldir ki, Dâvûd-i Kayserî, hocasının ölümünden yani 736/1335’ten sonraki bir tarihte tekrar Anadolu’ya döndü. İznik’teki medresede 15 yıl görev yaptığı dikkate alınırsa hocasının ölümü ile birlikte Anadolu’ya geçtiği büyük ölçüde kesinlik kazanmış olur. Çünkü çok sevdiği ve bağlandığı insanın yanından ölümünden önce ayrılması beklenmemelidir. Ancak onun İznik’e hangi vesile ile gittiği bilinmemektedir. Bilinen bir gerçek, kuruluşundan itibaren istikrarlı bir gelişme seyri izleyen Osmanlı beyliğinin ulema için de çekim merkezi olmaya başlamasıdır. Çünkü İznik tarihî geçmişi itibariyle Bizans’ın önemli kentlerinden biri idi. Miladi 325 tarihinde düzenlenen meşhur İznik Konsiline ev sahipliği yapması önemini göstermesi bakımından kayda değerdir. Öte yandan Dâvûd-i Kayserî’nin yerleştiği dönemde İznik’in mamur bir kent olduğunu İbn Battuta bildirir. Surları sağlam ve kapıları muhafızlar tarafından tutulan, etrafı geniş su hendeği ile korumaya alınmış korunaklı bir kenttir. İznik’in fethi ile eğitim alanında da bir girişimin ve atılımın gerekli oldugunu gören Orhan Gazi , burada yaptırdıgı medreseye Dâvûd-i Kayserî’yi müderris olarak atadı . Bu medrese inşaatını 1336 tarihinde bittiği kayıtlarda belirtildiğine göre, bu tarihte onun müderrisliğe getirilmesi söz konusudur. Zaten medresenin açılış tarihi ile hocası Kâşânî’nin ölüm tarihi arasında bir yıl vardır. Demek ki, Dâvûd-i Kayserî hocasının ölümü ile birlikte Anadolu’ya dönüyor,daha huzurlu ve emin gördüğü Osmanlı Beyliğine gidiyor. Oysa ki, Dâvûd-i Kayserî döneminde Karaman Beyliği gibi bazı beylikler birçok bakımdan Osmanlı’dan daha güçlü konumdaydılar. Ancak İbn Battuta’nın bildirdiği dikkate alınırsa, Orhan Gazi ekonomik ve askeri bakımdan batı bölgesindeki diğer Türkmen beylerinin en güçlüsü konumundaydı. Bu gücün, hem yönetim kademesinde hem de sosyal ve bilimsel hayatta istikrar sağlayacağı açıktır. Bu ortam içerisinde İznik’te İstikrarlı bir eğitim faaliyeti yürüten Dâvûd-i Kayserî, Orhan Gazi’nin kurduğu medresede ölümüne kadar on beş yıl müderrislik yaptı. İznik o dönemde ‘alimler yuvası’ unvanını almıştı. Burada yetişen en önemli isim, Molla Fenârî’dir. Dâvûd-i Kayserî’nin Kayseri’den başlayan hayat yolculuğu 751/1351 tarihinde İznik’te vefat etmesiyle son buldu. Nâşı, İznik içerisinde Çınardibi denilen yere defnedildi.

Eserleri

Dâvûd-i Kayserî’nin büyük bölümü günümüze ulaşmış birçok eseri bulunmaktadır. Ona şöhret kazandıran ve eserleri içerisinde en çok tanınan Muhyiddîn İbn Arabî’nin Füsûsü’l-hikem adlı eserine yazdığı Arapça şerhtir. Onun eserlerinde kelam-felsefe-tasavvufu harmanlayarak meselelere küllî ve bu üç ilim dalından kazandığı birikimle bakması eserlerine ciddî bir genişlik ve derinlik kazandırmaktadır.

1. Şerhu Füsûsi’l-hikem: Asıl adı, Matlau husûsi’l-kelim fî ma’âni Füsûsi’l-hikem olan eser, Fusûs şerhleri içerisinde çok önemli bir yere sahiptir. Eserin başında, talep üzerine kaleme aldığını belirtmesi, insanların kendisinde Fusûs’u şerh edecek birikim ve yetenegi gördügünü gösterir . Bu eserin meydana gelmesinde en büyük payeyi de hocası Kaşânî’ye vermesi büyük bir kadirşinaslık örneğidir. Eserin tamamı Tahran’da (nşr. Seyyid Celaleddin Aştiyânî,Tahran 1383); sadece mukaddimesi el-Mukaddemât adı altında Kayseri Belediyesi tarafından hem er-Resâil içerisinde hem de ayrıca Hasan Şahin, Turan Koç ve Seyfullah Sevim tarafından yapılan tercümesi ile birlikte 1997 yılında yayınlanmıştır.

2. Şerhu Kasîdeti’t-Taiyye: İbn Farız’ın Nazmu’s-sulûk adıyla da bilinen el-Kasîdetü’t- Tâiyyetü’l - Kübrâ isimli eserine yazdığı şerhtir.

3. Şerhu Kasîdeti’l-Mîmiyye: Yine İbn Farız’ın Hamriyye veya Nazmu’d-dur adlarıyla da tanınan el-Kasîdetü’l-Mîmiyye adlı eseri üzerine yazdığı şerhtir. Aşağıda er-Resail içerisinde yayınlanmış olan Risâle fî ilmi’t-tasavvuf adlı eser, bu şerhin mukaddimesidir. Dâvûd-i Kayserî’nin mukaddimeleri muhteva ve üslup itibariyle çok önemsendiğinden müstakil risale olarak görülmüş olsa gerektir.

4. er-Resâil: Dâvûd-i Kayserî’nin sekiz risalesini ihtiva eden bu eser Mehmet Bayraktar tarafından hazırlanmış ve Kayseri Belediyesi tarafından (Kayseri 1997) yayınlanmıştır. Eser içerisinde şu risaleler yer almaktadır:

a. el-Mukkaddemât
b. Keşfu’l-hicâb an kelâmi Rabbi’l-erbâb
c. Risâle fî ilmi’t-tasavvuf
d. Risâle fî ma’rifeti’l-mahabbeti’l-hakîkiyye
e. Esâsü’l-vahdâniyye ve mebne’l-ferdâniyye
f. Nihâyetü’l-beyân fî dirâyeti’z-zemân
g. Tahkîku mâi’l-hayât fî keşfi esrâri’z-zulumât
h. Şerhu te’vîlâti’l-Besmele bi’s-sûreti’n-nev’iyyeti’l-insâniyye

Düşünce Serüveni

Kayseri medreselerinde başlayan Dâvûd-i Kayserî’nin eğitim serüveni, önce Güney’e yani Mısır’a, ardından önemli ilim merkezlerinden olan Tebriz, Rey, Save ve Kâşân şehirlerinin bulunduğu ve Cibâl bölgesi olarak isimlendirilen Doğu’ya doğru gerçekleşti. Yukarıda da değinildiği gibi, o dönem gramer, mantık ve dinî ilimler Şam ve Mısır bölgelerinde revaçta iken felsefe, matematik, astronomi gibi ilimler Doğu bölgelerinde revaçta idi. Her ne kadar Moğollar, İslam yurtlarını istila edince kütüphaneleri tahrip ve talan etmişlerse de, ilk İlhanlı sultanı Hulâgû’dan itibaren başta matematik ve astronomi olmak üzere ilimleri destekleyen bir anlayışın onlarda geliştiği görülür. Sözgelimi Hulâgû, dönemin ünlü bilgini Nasîruddin Tûsî’ye (ö. 673/1274) Urumiye gölü civarında İlhanlıların başkenti konumunda bulunan Merâga şehrinde 657/1259 yılında bir gözlemevi kurdurdu. Gözlem evinin yakınına da Bağdat, Rey, Nişabur, Merv ve Sâve gibi yağmalanan kütüphanelerden elde edilen kitaplardan 400.000 ciltlik bir kütüphane tesis etti. Bu gözlemevini yine bir İlhanlı sultanı olan Gazan Han’ın (694-703/1295-1304) Tebriz’de kurdurduğu gözlemevi ile Timur’un torunu Uluğ Bey’in (850-853/1447-1449) Semerkand’da kurduğu Semerkand Gözlemevi takip etti.

Dâvûd-i Kayserî, üstadı Kaşânî’nin ölüm tarihi olan 736/1335 tarihinde önce bu bölgede olduğuna göre, İlhanlıların iki önemli kültür merkezinden olan Merâga ile Tebriz’e uğrayarak buralardaki ilim meclislerinden ve kütüphanelerden onun istifade etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bu bölgelerdeki seyahati esnasında üstadı Kaşânî ile karşılaşan Dâvûd-i Kayserî , ölene kadar hocasının yanında kalmış ve hizmetinde bulunmuştur. Başta onun ünlü eseri Te’vîlâtü’l-Kurâni’l-Kerîm adlı tefsiri olmak üzere bir çok eserini kendisinden okuma fırsatı bulmuştur. “Kainat alimlerinin meliki,manevî ve nazarî (ilmü’l-verâse ve’d-dirâse) ilimlere sahip, ariflere yol gösteren, din ve hakikatte kemale ermiş” şeklinde tarif ve taltif ettigi hocası Kaşânî’den çok etkilenmiş ve onun anılan özelliklerinden istifade etmiştir. Dâvûd-i Kayserî’nin hocası ile olan ilişkisinin derinliğini, ayrıca Kâşânî vasıtasıyla tanıdığı ve eserlerinde de ‘şeyhim’ diye nitelediği Muhyiddin İbn Arabî’ye olan sevgisinin genişliğini Füsus şerhinin başındaki şu ifadelerinde bulmak mümkündür:

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP