ERZURUM'LU İBRAHİM HAKKI'NIN İNSAN ANLAYIŞI

Mustafa YILDIRIM

İbrahim Hakkı konuya insanın ne olduğunu sorarak girmektedir. Ona göre, mevâlîd -i selâse'nin üçüncüsü olan hayvan cinsinin en mütekâmil türü insandır. Her şey insan için, insan ise ibadet için yarıtılmıştır. Bu nedenle insan büyük bir kıymetide haizdir. Çünkü " Allah iki cihanı ve onlarda olanları tamamen insan için varetmiştir. Tâki âlemdeki harika sanatlara bakıp Allah'ı tanısın" .

Görünüş itibariyle insan zerre misali bir hiç hükmündeyken taşıdığı ruhla,kendisine verilen akılla ve kalbinde beslediği istidatlarla varlığı anlamaya ve onu sorgulamaya yetkili tek varlıktır. İbrahim Hakkı'ya göre, insan bu yönüyle okuduğunu anlayarak, düşünerek ve tefekkür ederek gayesine ulaşacaktır.

"Ey insan beni tanımak için kendini tanı" anlamındaki hadisi kudsîden hareketle de kendi özünü bilenin Zorunlu Varlık (vacib-ül vücûd)ı tanıyacağını ifade eder. Ona göre , insanı gerçek insan seviyesine yükselten özellik ilim ve irfandır. İnsanı olgunluğa götüremeyen soyut bilgi, marifet ve irfan sayılmaz, ilim, yol gösterici olmalıdır. Hakiki bilgi ve maarifte mutlaka yol göstericilik vardır. Bu bakımdan o, insanın manen büyümesini sağlayan tefekkürü hep ön planda tutmuş ve insanları düşünmeye teşvik etmiştir. " Bir avuç toprağı güneşinle doldurdun, aydınlattın ve adına insan dedin" . O, bu sözlerle, insanın menşeini ve manen özel olarak donatıldığını, dolayısıyla âdeta okumaya çıkmış çocuk gibi evreni anlamaya, varlığın sırlarını çözmeye memur kılındığını belirtmiştir.

İbrahim Hakkı insanın ruh ve cisim gibi iki temel unsura sahip olduğuna işaret ederek, insanı daha iyi tanıyabilmenin bu iki unsuru ayrı ayrı bilmeye ve anlamaya bağlı olduğunu vurgular. O, insanı bir meyveye benzetir. Ve ona âlem ağacının meyvesi der. Çünkü insan bir ağacın meyvesi gibi bütün şartların hazır olmasından sonra varlığa gelmiştir. Sanki âlemin küçük bir modelidir. Madem insan en son varlığa gelmiştir. O zaman bu varlığa gelişin sırrı nedir, beden nedir ve ruh nedir?

Varlığın esasını "toprak " kabul eden filozofların görüşlerini anımsatırcasına ibrahim Hakkı, " bedenin evveli de, ahiri de topraktır" görüşündedir, aynı zamanda o, bu görüşünü " sizi o topraktan yarattık, yine ona iade ederiz ve sonra yine ondan çıkarırız" mealindeki ayetle de desteklemektedir.

İbrahim Hakkı'ya göre, insanın iki unsurundan sadece bedeni topraktandır. Halbuki insanı yakın cinsi içeriside idğerlerinden ayıran bu yönü değil, ruhî yönüdür. Bununla beraber İbrahim Hakkı önce insanın bedeninin nasıl oluştuğu üzerinde durmakta ve şu görüşleri ileri sürmektedir : " İnsan bedeninin asıl maddesi topraktır. O toprak önce bitkilere gelip ya ekmek veya hayvan yemi olmuştur. Sonra o ekmek ve hayvan insanın gıdası olup, ondan erkek ve kadında üreme nüveleri hâsıl olmuş, sonra ana rahminde nutfe, alaka (pıhtılaşmış kan), mudga (et parçası) olup kemik, sinir, damar ve et ile dolmuştur. Sonra erkek ve dişi olup, ruhu verilip dünyaya gelmiştir" . İbrahim Hakkı'nın bu konudaki görüşlerinin esas dayanağı kuşkusuz Kur'an'ın bu konudaki bazı âyetleridir '.

Ona göre, Zorunlu Varlık (Vacib-ül Vücûd) canlı ve cansız varlıkların yapısını oluşturan atom parçalarını âlemin başlangıcındayaratmış yani yoktan var etmiştir. Bu yaratılış sırasıyla Allah'ın " ilim", "irade" ve " kudret" sıfatlarının tecellisidir. İbrahim Hakkı'run filozofların çokça meşgul oldukları bir problem olan, ruh hakkındaki görüşleri de bize göre oldukça ilgi, çekicidir. O, öncelikle insanın ruhî ve maddî gelişimini soyut cevherden başlayarak ta insanın ihtiyarlık haline kadar geçirmiş olduğu devreleri inceler. Ona göre, " ruh fiilleriyle bedenledir, ancak zâtiyle bedenden ayrıdır. Çünkü ruh, soyut bir cevherdir ve bu haliyle bakidir. Bedense her an değişmektedir ve fânidir" .

Böylece bedenin zaman içerisinde eğittiğinin, ruhun ise her zaman aynı kaldığının, bu ikisi arasıdaki ayırırnîık fark olduğuna işaret eden İbrahim Hakkı, ruhun aynı kalışını ise, onun yüksek âlemden gelmiş olmasına bağlar. Halbuki, "beden aşağı âlem olan kevn ve fesad (oluş ve yok oluş) âleminin bir cüz'üdür. Cüz'ü, küll'e dönmek eğiliminde, küll de cüz'e eğilimlidir. Bedenin ölümüyle toprağa verilişi cüz'ün külle dönüşüdür, o zaman ruh da, yüksek âleme döner" . O bu suretle ruhun ebedîliğini savunmaktadır. O, bu görüşleriyle bize Eflatun'u ve onun yorumcularını hatırlatmaktadır.

Görüşlerini her zaman dinî naslarla destekleyen İbrahim Hakkı bu konuda da " ey habibim sana ruhtan sorarlar, sen deki, ruh Rabbimin emrindedir. Ondan başkası onu bilemez, zira Yüce Allah'ın ilmine nisbetle, size ilimden ancak az bir şey verilmiştir" , mealindeki âyeti zikretmektedir.

İslâm Filozoflarıda ve Mutavsavvıflarında rastladığınız " hayvanî" ve insanî" ruh ayırımım İbrahim Hakkı'da da görmek mümkündür. O, "kan, safra, sevda ve balgam maddelerinden yoğun bir varlık doğar ki, buna organ diyoruz. Yine bunların buharından latif bir cevher doğar ki, buna da tabiî ruh diyoruz. Buna hayvanî ruh da denir" diyor. Hayvanî ruh " Latif bir cevher olup, bedende olan hayat his ve iradî hareketleri taşır" .

Ona göre, her yönüyle en üst makamda yer alan insan, ruhanî bakımdan da eşsiz bir varlıktır. Zorunlu Varlığın ilminden meleküt âlemine, oradan da mülk âlemine inerek insan vücudunda karar kılan bu ruh " Allah'ın bir emridir., şekil, renk, miktar, ölçü, hayal ve suretten arınmıştır 13. Filozofların tabiriyle " nefs-i natıka"da denilen bu ruh, "öyle bir cevherdir ki, kendi zâtında her maddeden mücerret iken âşık olup bağlandığı bedenin işlerini yürütmek için, hayvanî nefsin yeri olan yüreğin ortasında bulunan nokta-ı sevde-i süveyda (süveyda denen siyah noktada) hayvanî nefisle birbirine yaklaşıp, boyun boyuna sarılmışlardır. Onun vasıtasıyla bütün bedende tasarruf eder olmuştur" . Buna " gönül" adı da verilir.

İbrahim Hakkı ruhun " mebde" ve meâdi " problemi üzerinde de durur. Bu konuda filozofların ve astronomların düşüncelerinden hareket ederek önce dört unsur nazariyesini hatırlatmıştır. Bilindiği gibi ateş havanın, hava suyun, su ise toprağın üzerinde yer alır. Bunlar, zaman içerisinde birbirlerine dönüştükleri halde neticede " bu şekilde değişmeye uğrayan anâsır-ı erba'a bir şekilden diğer şekle girerek yine kendine dönerler" .

"İşte ilâhî nur sonsuz feyiz, ehadiyet mertebesinden akıllar üzerine, ondan nefislere , ondan feleklere, onlardan tabiatlara, onlardan unsurlara ve toprağa iner ve fayız bereket olur ki, buna mebde (başlangıç) veya iniş kavsi de derler. Sonra topraktan madene, ondan bitkiye, ondan hayvana, ondan insana, ondan da kâmil insana yükselir ve dönüp kâmil insandan Allah'a erişir. " Her şey aslına rücu eder" anlayışına uygun olarak o nur, aslına döner. Bu geri dönüşe meâd veya yükseliş kavsi de derler" .

İnsanî ruhun ayrımsal özelliği düşünmesidir, bu da adetâ ona çakılan akılla olmaktadır. Dolayısıyla bu konuda aklın ayrı bir yeri vardır. Bu nedenle İbrahim Hakkı akıl konusuna da değinerek şu görüşleri nakletmektedir : İnsan aklı küllî aklın bir parçasıdır. Aklın fonksiyonu " işlerin sonunu sana göstermek ve varlığın sırlarını kavramak, âdeta okumaktır" . Bu nedenle akıl, insana diğer varlıklar arasındaki seçkin yerini kazandıran yegâne özellik olarak görülmektedir. Bundan dolayı O, " akıl özlerin özüdür" diyerek " aklı, kul olduğunu bilmek için kalbde hasıl olan âlet " olarak nitelendirmektedir.

Küllî akıldan dolayı büyük bir değere haiz olan insan aklı, gerçek değerine Zorunlu Varlık'ı bilme ve tanıma ile ulaşacaktır. Çünkü bilme ve tanıma melekesi olan akıl sadece insana hastır. " İnsan onunla Hakk'ı tanır. Onun için herşey insanın hizmetine verilmiştir" . Zira " akıl, insan ruhunun iç yüzüdür ve o, rabbani latif bir cevherdir" .

İnsanın varlığını ortaya koyan iki temel unsur, beden ve ruh anlayışını daima gözönünde bulunduran İbrahim Hakkı kalbi de hem beden hem de ruh açısından değerlendirmektedir. Ona göre, kalbin maddî yanı onun yeridir. Ki, bu yer yürektir. Ancak onun üzeride siyah bir nokta bulunduğnu iddia eden İbrahim Hakkı esas kalbin bu olduğuna işaret eder. Ona göre, bu siyah nokta insana gaybi bilginin sırlarının açıldığı yerdir. O âdeta cihanın ruhu ve insan denen küçük evrenin arşıdır .

O, bu görüşlerini mutasavvıfların şu sözleriyle de destekler : "insanın kalbi Rahmanın kapısı olup, kulun mevlâsı huzurunda durduğu yerdir. Gönül bedenin padişahıdır. Bu nedenle dünya konaklarını geçmek binekle, mânâ konaklarını aşmak kalb iledir" , Beden nasıl duyular vasıtasıyla dış âlemden istifade ediyorsa kalb de akıl vasıtasıyla " bütün ma'kulattan istifade eder" . Kalbin körelmesi insanın, kâmil bir insan olmasını engeller." Gafil kalb, karanlı kzindandan daha korkunç ve dardır. Arifin kalbi" " arş" ve " kürsî" den daha geniştir" .

İbrahim Hakkı'nm yukarıda vermeğe çalıştığımız inşa anlayışından şu sonuçları çıkarmak mümkündür. İnsan maddî yönüyle değil ruhî tarafıyla önem arzeder. İnsan düşünürken vardır. Kendisini sorgularken ayrıcalığını farkeder. Tefekkür ederken görevini yapabilmenin mutluluğuna erişir. Bunun için, insan akıl,kalb, gönül v.s. gibi tanımları pek mümkün olmayan kabiliyetlerle donatılmıştır.

İnsan bu kabiliyetleriyle âlemi tasarruf etmektedir ve âdeta buna yükümlü bulunmaktadır. Bütün bunlarla kendinin ve âlemin nasıl, niçin, neden olduğunu, kim tarafından yaratıldığını sorgulamakta ve bu tip sorularla gittikçe tecessüsü artmakta ve bu düzenli evren karşımda şaşkınlak ve hayranlığını gizleyememektedir. İşte bu özellikleriyle insanın ruhu bedenine üstün gelirken, bedeni de bu özelliklerle deger kazanmaktadır. İşte insanı insan yapan ayrımsal özelliker de bunlardır. Öyleyse insanın bu yönü asla ihmale gelmez. Aksi takdirde onun diğer canlılardan hiçbir farkı kalmaz. Bütün bunlardan sonra İbrahim Hakkı'nın insan anlayışını maddeci bir görüşle değil, spiritualist bi yaklaşımla ele aldığını söylememiz mümkündür.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP