FFELSEFE AHLAKI ÜSTÜNE BAZI İLK DÜŞÜNCELER

AHMET İNAM

Yüzyıldan fazla bir süredir, Batı Felsefesinin, içinde yer aldığı kültürün çok hızlı değişimlerinden dolayı, kendini sık sık sorguladığını görüyoruz: Nedir felsefe ve ne işe yarar? Kimi felsefecilere göre, bu sorgulama hâla gündemdedir; gündemde olduğu sürece de felsefenin kimlik bunalımı sürüp gidecektir. Ne var ki bu bunalımı abartmaya gerek yoktur; çağımız felsefesi değişik felsefe ortamlarında sürüp gitmektedir; felsefi araştırmalar, çözümlemeler, görüş ortaya koyma çabalan, ardı arkası kesümeksizin gerçekleştirilmektedir; felsefeci işinin başındadır.

Yakınmalar bitmemiştir. Felsefe yapmaya başlayalı beri felsefeden yakınmış durmuştur insanoğlu. Ne yaptığının bilincine varmak, felsefe etkinliğinin kendisini anlamak isteyen felsefeciler, felsefenin kendisini felsefe sorunu haline getirmişlerdir. Üst-fefsefe (Meta-Philosphy) çalışmaları bunu gösteriyor. Bu yazımda, kıyısından köşesinden bir kaç ipucu vererek ele alacağım felsefe ahlakı konusu da, kültür ve yaşama dilimleri içinde felsefenin yerinin saptanması, yoklanması, bu yerle ilgili önerilerin tartışılması olarak anlaşılabilir.

Batı kültürü içinde oluşturulmuş, başka kültürlerden de yer yer etkilenmiş felsefeyi Türkçe düşünmeğe çalışan bir felsefeci olarak sorun yapmam, bir bakıma, felsefe çalışmalarım sırasında görmezlikten gelemeyeceğim düşünce rahatsızlıklarından kaynaklanıyor. Benim gibi felsefenin oluşturulup yürütüldüğü ortamların uzağında olanların felsefi yönelimlerini belirieyebümeleri için bu çabalar kaçınılmaz görünüyor.

Yaşayışımızın felsefesizleşmesi olgusuyla başlayalım. Kimbilir belki de felsefenin toplumumuzda, giderek Batı toplumlarında da kurumsallaşmasındaki aksaklıklardan kaynaklanıyor, bu durum. Felsefeye gönül vermiş felsefeciler olarak felsefeyi yaşayalım istiyoruz. Felsefeyle kaynaşmış bir toplum özlüyoruz. (Ne demekse o, "yaşama" dediğimiz! Sezgisel düzeyde anlaşılır olduğunu umarak, bu yaşımda üstüne varmayacağım, bu canalıcı kavramın.)

Deniyor ki, Amerika'da felsefecilerden hukuk, yönetim alanlarında yararlanılıyormuş; yani, felsefeciler kullanılıyormuş, bir işe yanyorlarmış. Bu "kullanılmadan" oldukça tedirgin olduğunu belirtmeliyim. Felsefenin başlangıçta işlevi bu dedi. Yoksa, yüzyıllar sonra, değişen toplumsal koşullar, toplumdaki iş bölümünün farklılaşmasıyla, böyle bir göreve mi getiriliyor? Ben felsefeci olarak, hangi patronun hizmetinde olacağım? Hangi toplumsal kurumu ne adına savunacağım? Kimlerin avukatlığını, kimlerin savcılığını yapacagım. Ne işe yarayacak felsefe? Felsefeci hep, örneğin, bilim adamlarının konuşmalrını bekleyip onlardan sonra mı konuşacak? Kimin tazısı olacak? Neleri kovalayacak? Felsefeyi özgü birşey kalmadı mı kültürümüzde, kültürlerde? Felsefe neyin hizmetindedir? Yoksa, felsefe, bu hizmetçilik görevini sürdürecek kendi kendine ortadan mı kaldıracak? Bütün felsefe sorunlarını bilim adamları-sanatçılara, tarihçilere, din adamlarına, kültür adamlarına devredip, çekip gidecek miyiz? Yalnızca, onun bunun hizmetinde düşünceler, tartışmalar üreten kavram çözümlemeleri yapan kişiler mi kalacağız? Bu, felsefenin tahribi degil midir?

Evet, tahribidir. Ben böyle bir felsefeden yana değilim.

Felsefenin kendine özgü bir alanı olmalı diye düşünüyorum. Felsefenin gücü olmalı. Felsefecinin içinde bulundukları kültürde düştükleri yılgınlıktan kurtaracak bir gücü olmalı. Felsefî düşünmenin gücü. Bu gücü, yaratıcı felsefeciler ortaya koyacaklardır. Koymalılar. Felsefeyi kültür içinde etkin duruma getirmeliyiz. Bu da, bir açıdan, felsefenin durumunun felsefece tartışılmasından kaynaklanabilir. Felsefe gücünü nereden alıyor? Örneğin, bilimin gücü, çoğunlukla, yaşayışımızı etkileyen teknik, pragmatik sonuçlarından, açıklayabilme,önceden görebilme becerisinden geliyor.

Felsefenin, felsefece düşünebilmenin yaşayışımızda hiç mi etkisi yok? Bu etkiyi nasıl yeterli duruma getirebiliriz? Felsefenin yaşayışımızla, diğer kültürel etkinliklere ilişkisini felsefece sorgulayarak başlayabiliriz. İşte, felsefe ahlakı bu bağlamda önemli oluyor.

Felsefenin nasıl bir etkinlik olduğunu, giderek olması gerektiğini olgusal araştırmalara açabiliriz. Felsefecilerin ruh çözümlemeleri, felsefeciler topluluğunun toplum bilimsel çözümlemeleri yapılabilir erkinliğinin bilimsel incelemesi gerçekleştirilebilir. Böylece, felsefeciler olarak kendimizin farkına varmada bilimden yardım alabiliriz.

Bu arada sanatçıların, din adamlarının, bilim adamlarının, günlük yaşayışı insanların felsefeden ne beklediklerini, ne anladıklarım saptayabiliriz. Bu veriler ışığında, felsefe sorunlarıyla haşır neşir olmuş mantıkçılardan felsefece düşünmeyi, felsefeyi düşünceyi, türlü kaygüar içindeki felsefeci meslektaşlarımızdan felsefenin kendisini nasıl kavrayıp anladıklarım öğrenebiliriz.

İşte, felsefe ahlakçısı (Batı felsefesinde sık sık yapılan "ethik-moral" ayrımını görmezlikten gelmiyorum. "Ethik"i moral yaşayışımızın üstünde felsefece dövünme olarak anlıyorum ve buna, bu yazımda, ahlak diyorum.) yukarıda ön-çalışmalardan öğrenebildiklerinden işe koyulacak ve ahlakın temel sorularından olan "Nasıl yaşamalıyım? "sorusuna paralel "Nasıl bir felsefi etkinlik içinde olmalıyım?" sorusuyla başlayabilecektir.

Felsefe ahlakçısının, tarihsel, mantıksal, kavramsal çalışmalara yaslanan, bu alanlarda yapılıp edilenlere son derece duyarlı araştırmalar peşinde olan bir felsefeci olduğunu söylemeliyim. Olgusal, empirik verilerle, özellikle kendi gözlemleri ışığında bilimin bulgularından elde edilebilecek sonuçlarla, felsefî kişiyi, felsefe tarnşıbüen, felsefe yapabilen, sorular sorabilip, olanaklı yanıtları irdeleyerek eleştirebilen kişiyi, ruhsal ve toplumsal açılardan anlayabilecektir. Bu konulardaki görüşlerini olguların ışığında sınayabilecektir. Felsefecinin kültürüyle, yaşayışla ürünleri arasındaki örtük bağı sorgulayabilecektir. Burada, kültür ve felsefe tarihi olanca zenginliğıyle, ayrıntısıyla bir malzeme hazinesi sunucaktır ona. Görüşlerini yargılayıp, pekiştirebileceği ya da çürütebileceği bir ham madde görevi görecektir. Felsefe ahlakçısı, ahlak alanının yaşamayla olan ilişkisini ortaya çıkarırken, felsefe açısından, bu alanın yaşamayla olan ilişkisini ortaya çıkarırken, felsefe açısından, bu alanın felsefenin diğer alanlarıyla olan bağlarını da gözden geçirmek durumundadır. Bilgi kuramı, ontoloji, dil felsefesi, ruh beden ilişkisinin yoklandığı felsefe tartışmaları kaçınılmaz olarak gündemine girecektir. Buradaki sorunlarla, ahlak alanındaki sorunlarını belli bir üst-felsefe anlayışıyla geliştirdiği felsefe çerçevesi içinde, elinden geldiğince titiz,sınırını bilen mantıksal, kavramsal araştırmalarla ele alacaktır.

Felsefe ahlakının konusu içine ne gibi tartışmalar girebilir? Felsefe ahlakının kendini sorgulaması sürekli gündemde kalacaktır: "Felsefe ahlakı nasıl mümkündür?" Ahlak alanı insan eylemlerinin felsefece incelenmesinin bir alam olduğuna göre, bu alanın değişik yüzleri, cepheleri (aspects) olacaktır. Felsefeciler topluluğu bu yüzlerden en önemlisi. Felsefî kişi, felsefe topluluğunda nasıl yaşayacaktır? Felsefeciler topluluğunun ahlakının özellikleri nelerdir? Nasıl olmalıdır? (Ahlak alanında, olgulara dayalı normatifim çalışma yaptığımız unutmamalıdır.) Örneğin, felsefeciler nasıl tartışmalıdır. Ürünlerini yayınlarken, değerlendirirken ne gibi ilkelere dayanmalıdırlar? Bu topluluğun liderliği, liderlerin otoritesi, topluluğa kabul, topluluktan uzaklaştırma, topluluk içindeki sıradüzeni (hiyararşi),topluluğun örgütlenmesi gibi sorunlara nasıl yanıtlar aranmalıdır? Topluluk içi eğitimin yürütülmesi, düzenlenmesi, nasıl başarılmalıdır? Felsefe ahlakının tartışacağı diğer bir konu da, felsefecinin felsefe topluluğu dışındaki yaşamı, bu yaşayışındaki görüşleri, inançları, davranışları, kişiliği,değerleri olacaktır.

Daha genel bir soru da, felsefeciler topluluğunun toplum, toplamlar arasındaki yeri olsa gerek. Felsefeciler topluluğunun kültür alanına egemen olan diğer topluluklarla ilgisi, olanlar karşılıklı etkileşmeleri, felsefe eğitiminin, toplum kültüründe söz sahibi olacak aydınların kafa yapılarının oluşup gelişmesindeki yeri bu bağlamda ele alınabilecektir.

Buraya kadar, felsefe ahlakının ruhbüimsel, toplumbilimsel yanı üzerinde durduk. Bir de deyip yerindeyse,Felsefî düşüncenin ahlakı var. "Felsefî Düşünce ahlakı" birçok okuru rahatsız edebilir bir söz. düşüncenin de ahlakı olur muymuş denebilir. Şöyle düşünüyorum: Felsefî kişi çeşitli durumlarda, davranışlarda bulunan bir kişi. Örneğin, iki felsefecinin, Sokrates'le Gorgias'ın tartışrnalan bir durum içindedir. Her durum bir tarihsel, fiziksel, ruhsal, toplumsal yapı taşıyan çevre tararından kuşatıhr. Yine her durum, "ideal" düşünce dünyasının bir parçası olan ortam içinde oluşur. Sokrates'le Gorgias'ın tartışmaları o zamanki Yunan dilinde, Yunan kültüründe, M.Ö. 4. yüzyılda, diğer kent devletleriyle belli toplumsal, kültürel, ekonomik ilişkiler içindeki Atina'da, örneğin Homeros'dan başlatabileceğimiz belli düşünce ve inanç birikimiyle bu tip tartışma durumlarının oluştuğu ortam bağlamında geçmektedir.

Öyleyse, her durum olgusal bir çevre ve düşünce ortamtndadıi. Bu ortamlardaki felsefeciler, felsefi kişiler, bu ortamların tabanında bulunan genel yaşama dünyasının (Lebenswelt) etkisiyle, temel görüşlerinden kalkarak görüşler ileri sürerler; tartışmalarında bu görüşlere dayanırlar. İşte benim bu yazıda savlarımdan biri de, bu temel görüşlerimin, felsefe ötesi temel inançlara, görüşlere dayandığıdır; çünkü felsefi düşünceye, düşünmenin içinde yer aldığı ortama çevresel öğelerin sızdığını düşünüyorum. Felsefî düşünme, salt düşünce içinde kalan, salt düşünceden kaynaklanan bir uğraş değildir. Yazık ki, bu nokta, zaman zaman felsefe tarihinde unutuluveriyor.

Felsefeci, düşüncesinde bağımsız, özerk olmak istiyor. Düşünce içinde kalırsa, düşüncesini kendisi çekip çevirir ve yönlendirirse, ussal (rasyonel) olduğunu düşünüyor. Bu kaygısında haklıdır. Hangi düşünür, nasıl işlediğini bir türlü bilemediği felsefe ötesi çevresel etkenlerin oyuncağı olmak ister? Burada, felsefe adına korkulacak bir şey yok, bence felsefe ötesi belirleyicileri, fizyolojik, ruhsal, psikiyatrik, toplumsal, tarihsel,politik, ekolojik etkileri felsefenin gündemine alıp sorgulayacak felsefenin dışındaki güçleri, felsefenin gündemine alıp sorgulayacak felsefenin dışındaki güçleri, felsefenin malı, felsefe içi konular haline getirebiliriz. Buna felsefeyi içselleştirme diyorum. Bu da, bir anlamıyla, genel olarak felsefenin, özel olarak da felsefecinin kendini bitmesi sorunudur. Eski Yunanlıların o çok önem verdiği kendini bil (Gnöthi Seavton) deyişini unutmayalım. Kendini bilmenin, felsefî kişi üzerinde sayılamayacak denli, belki bilincine varamıyacağı etkilerin olduğu düşünülürse, ne denli zor olduğu anlaçılabilir. Bir dereceye kadar çağımız felsefesi bunu başarmak durumundadır.

Temel görüşlerinden kalkan felsefeci kişi belli kaygılar taşır. Bu kaygılar öncülüğünde belli bir tavır ya da tutum (einsteîlung) içindedir. (Bu yazıda bu iki kavram arasındaki ayırımı kurcalamayacağım.) tşte, belli ortamlarda felsefî kişi, belli temeî görüşlerden, kaygılardan kalkarak, belli tavır ve tutumla eyler. Tartışır. Düşünür. Düşüncenin dile getirilmesini, sözlü ya da yazılı olarak, bir eylem biçimi olarak anladığım için düşünce ahlakından söz edebiliyorum. Düşünce ahlakı açısından, benim felsefe çerçevem içinde, felsefî kişinin içinde bulunduğu topluluğa, ya da topluluklara bağlanmasından ortaya çıkan iki temel yükümlülükten hemen söz etmeliyim.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP