FELSEFE AHLAKI ÜSTÜNE BAZI İLK DÜŞÜNCELER (...devam )

Birincisi, felsefî temel görüşlerimizin ve onların arkasında yatan felsefe ötesi temel görüşlerimizin farkına varmak yükümlülüğüdür. (Olağan ki, elimizden geldiğince, becerebildiğimizce) İkincisi, bu farkına vardığımız temel görüşlerimizi önce kendimize, sonra, uygun olursa, hele hele becerebilirsek, karşımızdakilere itiraf edebilmektir. Çünkü, felsefe tarihi açısından, açık sözlü olmak (parresia) bir erdemdir. Felsefecinin, kesinlikle karşısındakini ne pahasına olursa olsun ikna etmeye çalışan bir retorikçi (horetör) değil, çıkmazlarını, zayıf noktalarım, çaresizliklerini, temel inançlarını açıkça söyliyebilen (ho parrèsiastès) bir kişi olduğuna inanıyorum. Bunu başarabilmenin felsefe namusu adına gerekli olduğunu sanıyorum.

Felsefî kişiye yukarıdaki yükümlülükleri uygun görürken, fazlaca katı bir tutum içinde miyim diye düşünüyorum.

Felsefî kişi felsefe yapabilen, görüş bildirebilen, kavram tartışması, yeniden düzenlemesi, yorumlaması, çözümlenmesinin üstesinden gelebilen, felsefe duyarlığına sahip felsefe işçisi değil miydi herşeyden önce? Felsefe sorunlarının kendi içlerinde, bir iç işleyişi yok mu? bütün bu işleyişi kavrayabilip, bunlara katkıda bulunup da, andığım yükümlülükleri yerine getirmeyen birini felsefî ahlaksızlıkla suçlamak da felsefî ahlaksızlığın, dar görüşlülüğünün bir belirtisi değil mi? Sakın onlara haksızlık ediyor olmayayım?Özellikle çağımızda felsefenin giderek incelmesi, uzmanlık alam haline gelmesi, bu işin işçiliğini yapmayı becerenlere saygı duymamı önler mi? Hoş görülüyüm onlara karşı. Saygıyla izliyorum onları. Ama bu saygım, felsefî ahlak anlayışımı değiştirmeme yol açmıyor. Ben kaygısı olanlara seslenmek istiyorum. Kaygılarımdan kaygı duyanlara. Benim felsefe çerçevem böyle bir ahlak anlayışım bildiriyor. Başka ahlak anlayışım taşıyan felsefe çerçevelerine, bu çerçevelerin, düşünce yapılarının oluşturduğu ortamda saygılıyım. Yeter ki, temel görüşlerine uygun işçiliklerinde başarılı olabilsinler. Saygılı olmak, görüşlerimden ödün vermek değildir. Felsefede hoşgörünün yanı sıra, ölçülü bir ısrarın çok gerekli olduğuna inanıyorum.

Yukarıdaki yükümlülükler, yalnızca temel görüşlerimizin değil, bunlara dayalı, felsefî savlarımızın, tutumlarımızın, kavram işçiliğimizin cay andığı bir bütünlük olan çerçevemizin farkına varmayı da gerektiriyor. Yine bu yükümlülükler, çerçevemizin karşısında olduğu, onayladığı onaylamadığı, belli bakımlardan benimsediği diğer çerçeveleri de, ortamı da tanımaya götürüyor bizi, çevrenin, yaşayışımızın, başka yaşayışların anlaşılmasının, yorumlanmasının, kavranmasının önemli olduğunu gösteriyor.

Yükümlülük, bizim felsefî çerçevemizle, belli kaygı ve tutumla, felsefeciler topluluğuna katılmamızın, belli değerlere, ilkelere bağlanmamızın bir sonucu. Bu bağlanmamızın bir biçimi var. Bağlanma tutumu var. Bu tutum, bizim kaygılarımızın bir sonucu ya da başka türlü kaygılarımızın bir başlatıcısı olabilir. Biraz sonra yine sözünü edeceğini; böyle bir kaygımız yokmuş tutumu da bir tutum. Bu tutum bizim feisefî işçiliğimizin bir ölçüde belirler. Şunu ileri sürüyorum: Bağlanma tutumlarımız felsefî kararlarımızı düzenler. Çevresini, ortamını düşünelim. Kaygılarını göz önüne alalım. Tutumunu buralardan çıkarabiliyor muyuz? Bu açıdan Sokrates'e bakabilmek, diyologlanndaki tartışma biçiminiz, neleri görmezlikten gelip, nelerin peşinden gittiğini anlamamıza yol açabiliyor mu? Bence, yanıt evet. Felsefe tarihçileri Sokrates'i böyle anlayabiliyorlar. Bu kaygıların olmadığı, yok sayıldığı bir tutumla, örneğin, 1920'lerin başlarında Mantıksal Positivizmin ya da Empirisizm'in tutumuyla, yapılacak felsefe çalışması, dil çözümlemelerine, mantıksal araştırmalara sıkı sıkıya bağlı kalıyor.

Bir olası yanlış anlaşılmaya da değineyim. Ne yaptığımızın farkına varma kaygısı, bu kaygıdan çıkan bir ahlak tutumu işimizi engellemez mi? Felsefi bir paranoyaya sürüklemez mi bizi? Sağlıklı bir felsefeciyi, felsefi kişiyi, hayır! Kaygılarımızdan, felsefî yaşayışımızdan nasıl yararlandığımız önemli burada. Kendimizi tahrip etmeye götüren kaygılardan değil, eksik gediğimizi onarmaya yarayacak, bize felsefî coşku verecek kaygılardan yanayım. Bunun kolay başarılacak bir şey olmadığını da biliyorum. Belki, bir şair için bu farkına varma yükümlülüğü önemli değildir; belki de engelleyicidir. Burada bile kuşkularım var ya, neyse!) Felsefeci farklı bir kültür adamıdır.

Baştan beri, yaşama, düşünme, düşünce, dile getirme, eyleme ilişkisinin, bu ilişkiyi oluşturan öğelerin birbirine ne denli sıkı sıkıya bağlı olduğunu vurgulamaya çalışıyorum.

Düşünce ahlakında, genişlik, derinlik, coşku ve bağlanmanın ne denli önemli olduğunu da belirtmeliyim. Genişlik, ele aldığımız sorunun diğer sorunlarla ilgisini görebilmeyi, diğer felsefe çerçevelerinin bu soruna bakışlarına önem verip anlamayı gerektiriyor. Derinlik, bir anlamda, sorunun işçiliğinin doyurucu bir biçimde başanlabilmesi demek oluyor. Genişlik ve derinlik taşıyan felsefe uğraşımız, görüşlerimizin bedelini ödemeye hazır olmayı, onların hesabını vermeyi, onlara bağlanmayı, gereksiz yere ödünler vermemeyi, onlardan felsefî coşku duymayı da gerekli kılıyor.

Yazımı, felsefe ahlakı açısından karşımıza çıkan, çıkabilecek bazı kaygı ve tutumlara göz atmakla bitireceğim.

Felsefi kaygılan, bu yazımda görülebildiğince, üç öbekte ele alıyorum. Düşüncemize ilişkin kaygılardan başlayayım. Düşünürken, bilgi eksikliğimiz olduğu, öğrenmemiz gereken şeyler bulunduğu, bunları bilmeksizin ele aldığımız felsefe sorunu üzerinde konuşamayacağız kaygısı bunlardan birisi. Dile getirme kaygısı bir başkası. Acaba, düşüncemi gerektiğince anlaşılır bir dille anlatabildim mi? Başka türlü söylenseydi daha belirgin olur muydu? Düşünce kaygılarından biri de, düşüncelerimizin tutarlılığı sorunudur. Acaba çelişkiye düştüm mü? Sonsuz gerileme içinde miyim? Savlarımın dayanaklarını gereğince belirtebildim, onlan yeterince destekleyebildim mi?

İkinci öbekteki kaygılar, felsefi kişiliğimize, giderek yaşayan kişiliğimize ilişkin kaygılardır. Bu tür kaygılar, felsefede ileri sürdüklerimizin kişiliğimizle ne denli uyuştuğu sorusuyla ilgilidir. Belli bir yaşama biçim, felsefe yapma biçimini benimsemiş kişi olarak, felsefede ortaya koyduklarımız, kişiliğimizle, yaşamayla olan bağlan içinde ortaya çıkmaktadır.

Üçüncü öbekteki kaygılar, felsefi topluluktaki yerimizle, bu topluluk karşısındaki tutumumuzla ilgilidir. Meslektaşlarımın felsefecilerin felsefeyle olan bağına ilişkin sorulardan çıkıp gelen kaygılardır bunlar. Son iki öbekteki kaygıların iç içe olduklarım, kimi zaman birbirlerinden kolay kolay ayrılamayacağını söyleyebiliriz. Örneğin, güvensizlik, yetersizlik, aşın güven duygularıyla ortaya çıkan, çekimser ya rta saldırgan oluşumuz gibi değişik tutumlarımızın arkasında
yatan kaygılardan bunu görebiliriz.

Burada, kaygılar ile tutumlar konusunda duyduğum "aşırı" kaygılanma biçimini eleştirilebilir. (Bu konudaki uyarılan için Sayın Tomris Mengüşoğlu'na teşekkür ederim.) Bu kaygılan sergilemeye, bu kaygılarla uğraşmaya ne gerek var? Bunların doğrudan felsefeyle ilgili olabilir mi? Bu kaygılar, söylenmemesi gereken şeyler değil midir? Kaygılarımızın iki de bir felsefe çahşmalannda ortaya atılması, bir anlamıyla bizi "sübjektivizm"e götürmez mi? Bu da bir kaygı.

Bu kaygıya karşı da daha önceden temel "yükümlülük" konusunda söylediklerime benzer bir tutum içindeyim. Saygılıyım. Şimdilik, felsefe mutfağının sergilenmesinin, kaygılarımızı başkalarına söylemenin, gözü yaşlı, vesveseli ya da özürlerimizi saklamayan bir kalkan kullanma tutumu olmadığını samyorum. Bu bir felsefî kişilik sorunudur. "Öznellikten" neden korkayım? Başkalan, ben söz konusu etmesem de, çalışmalarıda bu kaygıları bulacaklardır. Ben yerine,"biz" diyerek ya da edilgin bir çatı kullanarak felsefe yapmanın her zaman daha sağlıklı daha olumlu olmayabileceğini düşünüyorum. İsteyen böyle yapabilir,olağan ki. Ben kaygılarını itiraf eden felsefeden yanayım. Öznelliğinin farkında olup, bunu okurken saklamayan işçiliği yeğliyorum. Bu tutumun işçiliğimde belki çarpıklığa yol açabilir. Felsefe çalışmalarımı sağlıklı biçimde yürütmemi engelleyebilir. Bütün sorun bunun ölçüsünü, kararını bulmaktır.

Benim kaygım sağlıklı felsefe yapma çabasının kaygisıdır. Okurun bana yakıştıracağı kaygılar,benim kendimde farkına vardığım kaygılarla karşılaşnniabilir. Bu da en azından, felsefi düşüncemin işleyişinin anlaşılmasında büyük ölçüde yardımcı olur sanıyorum. Hiç değilse kaygılarını ikide bir okurun başına kakar gibi görünen felsefe çalışmalarının neden işlemediğini göstermesi açısından, bir öğreticiliği olsa gerekir. Bu saydıklarımın yeterli olmadığım biliyorum. Dedim ya, her yiğidin bir yoğurt yeyişi vardır. Özellikle bizim kültürümüzde, kendini saklamayı iş edinmiş kültür adamarının tutumuna karşı bir tavırm geliştirilmesini savunuyorum. "Kaygılarını çalışmalarına karıştırma, yoksa çalışamazsın" eleştirisi, benim,felsefeciler olarak bizim, bu kaygıları çalışmalarımıza nasıl karıştırdığımıza bakılarak yapılmalıdır. Düzmece "nesnellik" tutumundan kaçınmalıyız. Doğru olanı bir tek ben görüyorum, gördüğüm tek doğrudur tutumu, çağımız felsefesinde terkedilmesi gereken bir tutumdur diye düşünüyorum. Bu demek değildir ki , söylediğim her şey, birinci tekil şahısla söylendiği için özneldir, başkalarınca paylaşılmayacak denli yalnız bana özgüdür. Dedim ya burada bir "üslûp" söz konusudur. Değişik kaygılardan ve görüşlerden kaynaklanmış bir üslûp.

Kaygılarımızın uzantıları olan tutumlara duyulan kayıtsızlık, felsefi kişilerin tutumlarından biridir, demiştim. Böylesi bir tutum karşısında benim tutumum şöyle olacaktır. Bu tutumuyla, bu kişi neyi başarabiliyor? Bu tumunun arkasında ne gibi kaygılan var? Bu tutumuyla, biricik doğru tutum içinde olduğunu mu sanıyorum? Nesnel olduğuna, ussal olduğuna mı inanıyor? Bu kayıtsızlığı "her savaş mubahtır" anlamına mı geliyor? Kendi tutumundan aşırı memnunluk mu duyuyor? Felsefeyi bir oyun olarak mı görüyor? Bu oyunda kendisini bir oyun ustası (Magister Ludi) olarak mı kavrıyor? Buna benzer sorularla yola çıkacağım. Kendi kaygılarımı ona anlatarak, onunla diyaloga girmeye çalışacağım.

Kaygıların ortaya dökülmediği bir felsefi diyalog mümkün müdür? Sanmıyorum. Aşırı kaygılar, bizi onlan saklamaya götürmemeli diye düşünüyorum. Kaygısızlık, bizi nesnelnüşiz gibi bir tutum içine sokabilir ya da felsefe bir oyundur tutumuna, belki ilk tutum, ulu felsefe inancıyla, çok çok önemli çalışmalar yaptığımız vehmine sürükleyebilir bizi. Bakın bu tutuma da karşı değilim. Hesabı verilmelidir diyorum, yoksa, felsefî hınzırlık tutumundaki,çağımızda ve felsefe tarihinde örneğine çok rastladığunız, yer yer felsefeyi ortadan kaldırmaya yol açan kişilerle diyaloga giremeyiz. Oysa, çoğu felsefi tutumsuzluk olarak ortaya çıkan hınzırlık tutumuyla yapılan felsefe eleştirilerinden öğreneceğimiz çok şey vardır diye düşünüyorum.

Kaygılarımızı, tutumlarımızı, başkalarının kaygı ve tutumlarını felsefeyle ilgili görmeyen gözü kapalı felsefe çalışmalarının çoğalması, yazımın başında andığımız gibi, çağımızda felsefenin yaşayışımız üzerindeki etkinliğim yitirmesine yol açabilir. Yaşayışımızın felsefesizteşmesine izin vermeyecekse, felsefeye saygımız varsa, onun yüzyıllardır süre gelen tarihine yakışır biçimde sürdüreceksek,felsefe ahlakı üstünde düşünmeliyiz diyorum. Bu yazımda baa saptamalar yaptım. Felsefe yapmadım. Bu saptamaların ülkemizde ve dünyada felsefenin geleceği için önemli olduğuna inanıyorum.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP