AYDINLANMA FELSEFESİ VE SİYASAL MUHAFAZAKARLIK

Dr. Mehmet VURAL

İnsan, bilinçli olarak eylemde bulunabilen bir varlık olarak, kendisini ve çevresini birtakım amaç-değerler doğrultusunda değiştirme irade ve imkanına sahiptir. Bu iradeyle yapılan siyaset amaçlı bir etkinliktir. Siyaset, toplum halinde yaşayan insanlar için ampirik bir zorunluluktur. Siyaset felsefesi ise siyaset üzerine yapılan refleksiyonlu düşüncedir. Genel olarak felsefe, özel olarak ta ahlâk, siyaseti bir inceleme konusu olarak aldığında ortaya siyaset felsefesi çıkmaktadır. İnsanlar iyi hayat ve iyi toplum hakkında bilgiye ulaşmayı açık amaçlan haline getirdiklerinde, siyaset felsefesi ile ilgili bir etkinlik içerisine girmişler demektir. Bu anlamda siyaset felsefesini "topluma uygulanan ahlâk" olarak tanımlanmaktadır.

Çağdaş siyaset felsefelerinin birçoğu gibi muhafazakârlık da, kaynağını büyük oranda Aydınlanma dönemindeki büyük çalkantı ve ardından gelen istikrarsız durulma süreçlerinde bulur. Muhafazakâr siyaset felsefesinin temellerini anlamaya ve muhafazakâr düşünce geleneğinin omurgasını oluşturan değer ve ilkeleri analiz etmeye yönelik her çalışma tarihsel dönem olarak Aydınlanmaya gitmek zorundadır.

Aydınlanmanın ön plana çıkardığı felsefî düşüncelerin birçoğunun köklerini Antik Yunan'a kadar götürebilmek mümkünse de, yeni bir insan ve evren tasarımını inşa edecek biçimde ortaya çıkan, tarihsel süreç olarak Aydınlanmanın özel bir konumu vardır. Bu nedenle muhafazakâr düşünce geleneği içinde değerlendirilebilecek her filozof, Fransız Devriminden önce, onu ürettiğine inandıkları Aydınlanma ile felsefî bir hesaplaşmaya girişmişlerdir. Fransız Devrimi ile birlikte son iki yüzyıla damgasını vuracak olan diğer birçok devrimci dönüşümün ve bu süreçte yaşanan acıların müsebbibi olarak gördükleri Aydınlanma değerlerine yönelttikleri eleştiriler, zamanla bir siyaset felsefesi olarak belirginleşecek olan muhafazakâr düşünce geleneğinin temel ilgi odağını oluşturmuştur. Muhafazakâr siyaset felsefesinin omurgasını oluşturan kavram ve ilkele de bu odaktan hareketle biçimlendirilmiştir.

Kant (1724-1804) için de Aydınlanma, insanın başkalarının rehberliğine ihtiyaç duymaksızın önyargı ile bozulmamış olan aklını kullanarak kendisini maruz bıraktığı olgunlaşmamışlıktan kurtarmasıdır. Bu anlamda Aydınlanma aklının en belirgin özelliği, insan aklına duyulan sınırsız bir güveni yansıtmasıdır. Bu akıl kavrayışı Onsekizinci Yüzyıl insanına, beşeri hayatı kendi zihnindekine uygun tarzda biçimlendirme gücünde olduğuna ilişkin mutlak bir güven vermiştir (Niemeyer, 1995:46). Bu yüzyıl, Berlin (1961:14)'e (1909-1997) göre, Batı Avrupa tarihinde insanın her şeyi bilebileceği idealinin ulaşılabilir bir hedef olarak görüldüğü son devri ifade ediyordu.

Aydınlanma düşüncesinde evren içerisinde insanın konumu özel bir öneme sahiptir. Bu düşüncede, mükemmel ve akıllı bir varlık olarak insan merkeze alınmıştır. Aslında Batı düşüncesindeki mükemmeliyet kavrayışının köklerini Antik Yunan'a hatta daha gerilere kadar götürmek mümkündür. Platon'a (M.Ö. 427-347) göre mükemmeliyet, estetik anlamda parçanın ruhla, yani bütünle dengeli birleşmesini ve en üstün olan "iyi ideası"na ulaşmasını ifade ediyordu. Aristoteles'e göre ise mükemmeliyet, şeylerin kendi doğal amacına, insanlar için de nihai amaç olan mutluluğa ulaşmaktı. Hıristiyan teolojisinde bu kavramın Tanrının iradesine itaat etmeyi gerektiren bir anlamı bulunmaktaydı (Muller, 1985:4-5). Aydınlarıma döneminde ise mükemmelleşebilirlik, ilerleme kavramının da eklenmesiyle, bireysel ve toplumsal olarak insanın, fiziksel, zihinsel ve ahlâkî mükemmelliğe doğru sonsuz ilerleme kapasitesini ve bu kapasitenin doktrinini ifade eden bir anlam kazanıyordu. İlerleme kavramı ise, "aklın, kendi kendisini düzeltici doğasının ve bilimsel yöntemin yardımıyla desteklenen zorunlu ilerlemesi" (Müller, 1985:6-7) demekti. Başka bir ifadeyle, aklına dayanarak kendisini ve evreni anlayabilen insan, ilerleyebilecek ve mükemmelleşebilecekti. Aydınlanma filozofu Cabanis'e (1757-1808) göre "kötüler yanlış akıl yürütenlerden başkaları değildiler." (Haag, 1995:71). Bu akıl insanı "ilk günahın yükünden bile kurtarabilirdi;" zira "Descartes'in matematiksel evreninde günah neredeyse bir aritmetik hatasına indirgenmişti." (Hampson, 1991:25). Bu akıl sayesinde insan olgunlaşmamışlıktan kurtulabilecek, hurafe ve mitolojiden sıyrılabilecekti. Yine "Akıl Çağı" düşünürlerinden Condorcet (1990)'e (1743-1794) göre; "tarih, insanın kendi kendisini keşfedişinin öyküsüydü."

Akla biçtikleri bu merkezi konumdan ötürü Aydınlanma filozoflarını rasyonalist olarak tanımlamak mümkündür. Şu anlamda ki, "bu düşünürler felsefeyi boş inançlar ve dogmalar zincirinden kurtarmak için akla ve akıl yürütmeye umut bağlanmışlardı." Felsefenin anlamı ve alanı da artık doğa bilimlerindeki göz alıcı gelişimin etkisini taşıyordu. Bunun anlamı, felsefenin gözlenebilir ilişkileri ve o/gulan gerçek uğraş alanı kabul eden bir doğa bilimi veya bir tür bilimsel fizyoloji olarak anlaşılmaya başlanmasıydı. La Mettrie (1709-1751) filozofu bir cihaz olarak insan zihninin parçalarını bir araya getirebilen bir "mühendis" gibi görürken, Voltaire (1694-1778) onu, insan bedeninin hareketlerini açıklayabildiği gibi, insan aklını da açıklayabilen mükemmel bir anatomi uzmanı olarak tanımlıyordu (Berlin, 1961:19-20).

Aydınlanma aklının egemen anlaşılış biçiminin, -içerdiği farklılıkları bir Ölçüde göz ardı ederek tanımlamak gerekirse- Kartezyen rasyonalizm olduğunu söylemek mümkün olmakla birlikte, gerek Rousseau (1712-1778) gibi Kıta Avrupa'sı düşünürlerinin özgünlüğü ve gerekse Locke'un ampirizminin, Hume'un şüpheciliğinin ve genel olarak İskoç Aydınlanmasının belirleyiciliği, yine Aydınlanma içinde aklın farklı algılanış biçimlerine ve buna bağlı olarak Kartezyen rasyonalizmin çerçevesi içinde yer alması mümkün olmayan farklı bir akıl anlayışına da kapı açmıştır. Özellikle bütünsel bir kuşkuculukla amaçsız bir determinizm arasında ilkini temsil eden Hume'un felsefesi ve onun içinde yer aldığı öteki Aydınlanma, hem akla dayalı olarak bütünün bilgisine ulaşılabileceğine ilişkin Kartezyen iddiayı, hem de aynı bilgi üzerinde hak iddia eden dinin dayandığı zemini çürütmüştür (Hampson, 1991:92).

Aydınlanma farklı epistemolojileri ve metodolojileri içerisinde barındırmasıyla birlikte, filozofların birçoğunda gördüğümüz ortak özellik, farklı bir evren tasarımına kaynaklık etmeleriydi. Evren, en azından maddî boyutuyla anlaşılabilir bir nesne idi, aşkın bir boyut ya yoktu veya varsa bile anlaşılamazdı. Keith Thomas için dünyanın büyüsünün bozulduğu bir zaman olan Aydınlanma, "dünyayı gizemli bir kozmos kılan, büyülü ve manevi kudretlerle dolu olarak gören bakış açısının çökmesiydi." (Outram, 1995:319).

Batı düşüncesinde kartezyen aklı tahtından indiren ve en rafine biçimde Kant'ta somutlaşan bu ayrılışın siyasal anlamlarından belki de en önemlisi Aydınlanmanın sekülerizmiydi. Aydınlanmanın Deizmini eleştiren Gay (1966:31)'e göre "dini Onsekizinci Yüzyılın yaşamının merkezinden dışarı iten olumsuzluklardan belki de hiçbiri dinin bizzat kendisinin yükselen sekülerleşmesinden daha güçlü değildi." Niemeyer (1995:44)'in ifadesiyle "artık akıl insan ruhu ile İlahî ilham arasındaki bir beraberlik olarak kabul edilmiyordu." Din bu işlemden geçirilmiş haliyle, yani kendisine inanılmayı haklılaştıracak ölçüde sınırlarına çekilmiş haliyle Aydınlanmanın dünyasına dahil ediliyordu (Çiğdem, 1997:50). Onun dogmaları sorgulanmıyor, yaşamın tabi olacağı en üstün ilkeleri belirleme gücünü kapıda bırakmayı kabul ettiği sürece ve o ölçüde Aydınlanmanın belirlediği modernitenin dünyasında kendisine bir yer açılıyordu. Tanrı ile insan arasındaki ilişkinin tersine çevrilmesi ve Tanrınınjnsana bağımlı olarak düşünülmesi, "yeni teoloji"nin yükselişini ifade ediyordu.

Yine bu dönemde bilgi de Antik dünyadaki veya klasik dönemdeki anlamlarından ayrı bir nitelik kazanmıştır. Mutlak olanın bilgisi artık Platon'daki gibi bir hatırlama'dan (anamnesis) veya Kilise'nin temsil ettiği vahiy aracılığıyla edinilecek bireysel insanı aşan üstün bir gerçeklikten değil, insan zihninden geliyordu. İşte Aydınlanma Çağındaki bu yeni ontoloji ve epistemoloji, muhafazakârlığın kendisine muhalif olarak biçimle-neceği bir siyaset felsefesi türünü ifade ediyordu. Muhafazakârların asıl karşı oldukları rasyonalizmin kaynağı işte bu tür bir epistemoloji ve ontoloji ile ondan türeyen evren tasarımları ve siyaset felsefeleriydi.

Aydınlanma felsefesinin ayırt edici özelliği olarak, tenkit, akılcılık, dine, Katolik Kilisesine karşı olma gibi fikir faaliyetleri sayılmaktadır. Bu felsefeyi savunan düşünürler, aydınlanma öncesi devirleri ise "karanlık çağ" olarak nitelemektedirler. Oysa yapılan araştırmalar göstermektedir ki, insanlık geçmiş dönemlerinde de çok parlak dönemler geçirerek, pek çok ünlü filozof ortaya çıkarmışlardır. Aynı şekilde bu çağm dine karşı olduğu tezi de oldukça tartışmalıdır. Zira bu dönemde din her toplumun çoğu kesimlerinde bugün olduğundan çok daha etkiliydi. Bu yüzden Baykan (1996:12-19), aydınlanma diye bir felsefenin olmadığını, aydınlanma diye anlatılan şeylerin entel hurafesi, tarihî bir illüzyon ve bir efsaneden ibaret olduğunu iddia etmektedir. Çünkü ona göre, aydınlanma diye bize takdim edilen felsefede bir tutarlılık yoktur. Hem dindar hem de ateist, hem rasyonalist hem de ampirist, hem deist hem de materyalist olunamayacağı gerçeğine aykırı olarak bu dönemde bir çok filozof, kendi iç çelişkileri ile beraber Aydınlanma filozofları olarak tanıtılmaktadır.

Aydınlanma ve onun rasyonalizmi, farklı felsefî ve siyasî tercihleri olan kesimler tarafından, kimi zaman muhafazakâr delillerle de örtüşecek bir yönde eleştirilmiştir. Fransız Devriminin ardından yaşananlar, bayraktarlığını yaptığı ideallerden dolayı Aydınlanmayı hararetle desteklemiş olan liberallerin yol ayrımını açıklamak için yeterliydi. Fransız Devriminin ve devrimci ideallerin ateşli savunucusu Thomas Paine'nin bile, kendisini adadığı devrimin önderlerince mahkum edilmiş olması, bu trajik kopuşun bir simgesi gibiydi. Demokratik idealleri tüketen kitlelerin yönetimi, bireyin haklarını kolektivitenin iradesinin altında ezilmesi, ilerlemeci umutlarla medeniyetin tahrip edildiğine ilişkin kaygılar ve tüm bunların üstüne gelen devrimin terörü, liberallerin Aydınlanmayı sorgulamalarını gerektiriyordu. Bu sorgulamanın sonucunda Burke, Fransız Devrimini şu şekilde özetlemiştir: "katliam, işkence, idam! İşte sizin insan haklarınız bunlardır!" (Hirschman, 1994:24-25).

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP