Felsefe Üzerine


Çetin Veysal


Felsefe tekrar doğabilimlerine, doğa
bilimleri de felsefeye bağlanmak zorundadır.
L. Feuerbach

Bu çalışmada, felsefenin neliği hakkında ileri sürülen bazı düşünceler ele alınmaktadır. Felsefenin düşünsel ve toplumsal boyutları, ilgileri, ilişkileri problem olarak nitelikleri söz konusu edilmektedir. Felsefenin yalnızca düşünsel veya pratik olup olmadığı hakkında değerlendirmelere gidilmektedir. Düşünsel ya da pratik yaşam içinde gürünüşe çıkması bağlamında felsefenin etkinlikleri ve yönelimleri üzerinde, farklı bakış açılarının kavrayışları ele alınmaktadır. Felsefenin bir bütün olarak tarihselliği ve insanlığa yönelik etkinlikleri, içerik ve anlamlarıyla soruşturulmaya çabalanmaktadır.


“Felsefe” teriminin “bilgi sevgisi“ne karşılık gelmesi çok anlamlıdır. Felsefe, bilgiye duyulan sevginin, insanın evrende anlam ve amaç arayışının anlatımıdır. İnsanda nesnel bilincin oluşması, çevreyi ve kendini tanımasına bağlıdır. Düşünce, anlam ve bilginin araştırılması, varolanın ne’liğinin sorgulanması, hakikatın irdelenmesi etkinliklerinin dayanağı bilgi sevgisidir. Ancak bu bilgi sevgisinin kökeninde, sevginin toplumsallığa dayanması türünden bir toplumsallığa dayanma, yani toplumsallığın temellerini oluşturan, elbirliği, yardımlaşma ve birlikteliğin gereklilikleri söz konusudur. Insanın bilme isteği ve sevgisi, umut ve merakından kaynaklanır. Toplumsal yaşamın gelişmesine önemli katkıları olan felsefe, bilimsel araştırmaların temel sorularını kendi soruları içine alan çok yönlü bir uğraştır. İnsanın, felsefe yapmasındaki temel toplumsal güdü (itki), karşılaşmış olduğu şeylerden ortaya çıkan, şaşma ve meraktan doğan, insanın kendini ve evreni tanıması gizil itkisidir. Bu gizil itki, insanlaşma sürecinde ortaya çıkmaktadır ve toplumsallık, emek ve çalışmaya dayandırılabilir. Toplumsal gizil güdü, felsefi etkinliğin özü/temelidir.

Felsefe, ilkçağdan bugüne, toplum yaşamının değişik gereksinimleri ve sorunları üzerinde durarak bunların giderilmesine çalışmıştır. Süreç içerisinde toplumsal gereksinimlerin, bilme isteği ve elde edilen bilgilerin çeşitlenmesi ve artması sonunda, belli bir bilimsel alana ilişkin bilgiler bütünü, yeterli olgunluğa ulaştığında kendi bilimsel alanını belirginleştirmiştir. Bununla birlikte, felsefenin her tür bilim alanına yönelik soruları ve kuşatıcılığı ise ortadan kalkmamıştır. Çağlar boyu, elde edilen bilgilerin ayrıntılanması, yoğunlaşması ve bu bilgilerin değerlendirilmesinden görülmektedir ki, insanın düşünme yeteneği, felsefi merakın araştırma konusu olan tüm alanlara açıklık getirememektedir. Bu anlamda, bilimler inceleme alanlarını belirleyip sınırlayarak kendi alanlarına yönelmişlerdir.

Genel olarak hümanist açıdan bakılırsa, tüm bilim adamlarının hedefi, toplumsal yaşamın kolaylaştırılmasıdır. Ama bilginin motivasyon ve yönetimi salt toplumsal yaşamın koloylaştırılması değildir de. Arı merak ile araştırma isteği, bilimsel çalışmaları yönlendiren etkenlerden biridir. Türsel varlığını sürdürme itkisiyle diğer canlılarla ortak organik özellikleri olan insan, tüm yaşam etkinliğini mutlu olmaya -kendini gerçekleştirme de mutlu olmaya çabalamanın bir yoludur-, yöneltir. Bu yönelim bütün canlı varlıklar için doğal ve zorunludur. Çünkü tüm canlılar nasıl mutlu oluyor ve bunu sürdürüyorsa, öyle davranmaya, içinde bulunduğu koşulları kendi mutluluğuna uygun olarak etki altında tutmaya ya da ortama uyarlanmaya çabalarlar. Bugün sapma veya dogma olarak tanımlanan Sadist eğilimden Mazoşist eğilime değin, ulaşılmaya çabalanan nokta organizmanın mutlu edilmesidir -ancak bu ifade de sapkınlığın haklılığı değil, itkisel yönelimin amacı göz önüne getirilmek istenmektedir-. Toplumsal olarak ise kitleler, yaşamlarında kendilerini gerçekleştirmeyi (çünkü ancak böyle mutlu olabilirler) amaçlayıp, değişik etkinliklere başvurarak, kendi varlıklarını anlamlı kılmaya çabalayararak mutluluğa ulaşırlar. Canlının bu genel yönelimden farklı olarak insan, evrenini bilinçli düşünselliklerle pratikte çevreleyerek gerçekleştirir. Bu etkinliğin en üst düzeyde ifadesi kendini felsefi düşüncede göstermektedir. Yaşamı boyunca mutluluğu -bu mutluluk fiziksel olduğu denli düşünseldir de- amaçlayan varlık, bu erekselliği kısmen de olsa genetik yapısına borçludur.

Şimdiye kadar ulaştığı yer neresi olursa olsun, insan doyuma ulaşmamıştır. Nedeni, genel olarak insanlığın istediği ereğe, kendi özünü gerçekleştirme, dışlaştırma ereğine ulaşamamış olmasıdır. Insan tam bir mutlluluğu yakalayamamıştır. Dolayımlı bir mutluluk ise onun özlediğinin, umut ettiğinin uzağında kalmaktadır. Mutlu insan kendini gerçekleştirmiş insandır. Düşündüğü gibi yapabilen insan mutludur. Kendi mutluluğu, çok az da olsa başka insanlara acı veren, başka bir özgür varlığın olanaklarını dolaylı ya da dolaysız belirleyen-denetleyen insan gerçekte mutlu olmamaktadır. Tüm insanlığı içine alan duruma göz atıldığında; bir bölümünün, diğer büyük bir bölümünü baskı altında tuttuğu ancak egemenlerin de, yönetilenlerin de (egemenlerin egemen, baskı altında olanların da baskı altında oldukları için) özgür olamadığı bir gerçekliğin içinde bulunulduğu -Fukuyama vb. bazı yazarların, özgür bir toplumsallığın yaşandığı iddialarına karşın- görülmektedir. Bu türden bir yöneten/yönetilen etkileşiminin varlığına Hegel, „Tin’in Görüngübilimi“ adlı eserinde “Köle-Efendi Diyalektiği” ilişkisini ele alırken değinmişti. Özgürlüğü efendinin eline geçen köle bağımlı olurken, köleyi kendi eğemenliğinde yönlendiren ve kölenin çalışması aracılığıyla dolayımlı olarak özgürleşen, kendini gerçekleştiren efendinin tam bir özgürlüğünden söz edilemiyeceğini vurgulamıştı. (Hegel 1937, 139-171)

Felsefe, insanın mutlu olmasının, birey olmasının ve kendisini gerçekleştirmesinin yollarını arar. Gizil olanaklarını (yeteneklerini) nasıl ortaya çıkartabileceğini ya da kısaca; insan olmanın nasıl olanaklı olduğunu bulmaya çabalar. Felsefe tek başına herhangi bir tanımlama yoluyla da sınırlandırılmamalıdır. Insanın, evren ve öteki varlıklar arasındaki değişik etkileşimlerinin anlamlarını değişik boyutları ve yanlarıyla yine felsefe ele alır. Genel olarak insanlığa yönelmemiş, insanlığı -ve kendini- gerçekleştirmeyi amaçlamayan mutlluluğa yönelim gerçekçi değildir. Böyle bir mutluluk isteği ya da mutluluk elde etme, kendini gerçekleştirmede yanılsama olmaktan ileri gitmez. Mutluluk özgürlük demektir. Çünkü her türden mutluluğun kaynağı, insanın barındırdığı, gerçekleşme olanağı taşıyan istek, yetenek ve olanakların gerçekleşmesine dayanır. Özgürlük, insanın düşünme ve çalışma etkinliğinin tam uyum içerisinde olmalısıdır. Mutlu ve özgür olmak, ancak gerçeklerin felsefe aracılığıyla çözümlenerek irdelenebilmesi ile olanaklıdır.

Hemen hemen tüm felsefecilere yöneltilmiş olan, ünlü, “Felsefe ne işe yarar?” sorusu Aristoteles’e de yöneltilmiştir. Aristoteles “başkalarının yasa korkusuyla yaptığı şeyi hiç zorlanmadan ve kendiliğimizden yapmamıza yarar” demiştir. Bu temel belirleme felsefenin bütün işlevini ortaya koymamakla birlikte, genel bir betimleme olanağını da vermektedir. Elbette felsefenin tek yararı bu değildir. Bu yanıttan çıkarılması gereken sonuç şudur: Toplumun hemen tüm üyelerinin onaylayabileceği ortak davranış ilkelerinin, yaptırımlarla değil de, bireyin kendi özbilinciyle yaşama geçirilmesi olanağını yaratan kaynak, felsefedir. Felsefe toplumun bilinç sınırlarını zorlar. Bilimlerle yakın ilişkileri olması, yaşamın bütün alanlarını çevreleyen sorgulayıcı etkinlikte bulunması bu niteliğine dayanmaktadır.

Bilimsel ve felsefi çaba, insan problemleri üzerinde yoğunlaşıyorsa, somut ve yararlı olma içeriğine sahiptir. En karmaşık, soyut ve insan ile ilişkisi yok gibi görünen düşünceler bile insanlık açısından yararlanılabilir düşünümlerdir ve gelişmenin dinamikleri olarak ele alınabilirler. Ancak, temel olarak, ilerletici çaba: gerçekliğin doğrudan insanal yansıtılmasını işleyerek insanlığın gelişmesinin önünü açan çözümlemelerdir. Bu anlamda, bugünün felsefesi, özellikle toplumsal sorunların çözümlenmesine yeni düşüncelerle, olgusallıktan soyutlamalara doğru bilimsel yaklaşımlarda bulunan, çelişkilerin giderilmesinde etkin ve belirleyici olan çabalardır.

I.

Felsefe yalnızca doğal dünyayı değil, insanın doğal olmayan -ama yine de doğal - kurgusal evreninin açıklamasını da üstlenmektedir. Aristoteles: “...felsefenin, ilk nedenlerin ve en yüksek anlamda bilinebilir olan şeyin bilimi olarak tanımlanması bakımından ...” (1993; s.162) derken; felsefenin ne’liğine vurguda bulunmaktadır. Yine aynı eserde (Aristoteles 1993) “felsefeyi hakikatin bilgisi” (s.150) olarak adlandırmakta, bilim ve deneyden ayrı olarak, felsefenin ilk nedenleri, eylemimizi yöneten nedenleri ele aldığını da bildirmektedir (s.85). Aristoteles, “O halde‚ adil işler yaparak kişi adil, ölçülü işler yaparak kişi ölçülü olur’ sözü yerindedir. Bunları yapmayınca da hiç bir zaman iyi olması söz konusu olamaz. Ne var ki insanların çoğu bunu yapmıyor, söze sığınıp felsefe yaptıklarını, böylece de erdemli olacaklarını sanıyorlar” demektedir (1997; s.29).

Hegel (1976) felsefeyi, “..önce genel olarak, şeylerin düşünce ile araştırılması” (s.18) şeklinde dile getirir. Ona göre felsefenin, “...içeriği gerçeğin gene kendisidir” (1976; s.18). “Felsefenin ortaya çıkması için özgürlük bilinci gereklidir ve felsefenin içinde başladığı halk, ilke olarak özgürlüğe sahip olmalıdır. Pratik olarak bu gerçek, özgürlüğün gelişip serpilmesine bağlıdır” (Hegel 1976; s.18). Hegel felsefeyi sağduyudan da ayırmaktadır. Ona göre felsefe, “sağduyu”dan daha ilerilere gider, sağduyu felsefe değildir (1976; s.222).

Hegel, “felsefe yüceltici olmayı istemekten kaçınmalıdır” derken, felsefenin işlevini açıkça ortaya koymaktadır. Buradan anlaşılması gereken şudur: felsefenin önemli bir yanı da ötekiler karşısında yüceltici olmaktan kendini ve ötekini yüceltmekten uzak durmaktır. Çünkü, yüceltici olmak, hem ben hem de öteki açısından sınırlamalar getirmekte, böylece kendini gerçekleştirmenin önünü kapatmaktadır. Hegel, felsefenin ancak özgürlük içinde ve özgürlüğün bilincinde olarak gerçekleşebilir olduğunu belirtmektedir.

Felsefe, bireyin özgürlük bilincine sahip olduğu zaman edimselleştirilebilir bir etkinlik olarak tanımlanmaktadır. O halde, yeniden özgün olarak üretme ve yaratma, değiştirme ve geliştirme olarak felsefe ancak, özgür toplumsal yapıların yerleştiği, bireysel özbilinçlerin kendini gerçekleştirmeye evrildiği yerlerde ortaya çıkabilir. Ona göre felsefe, „Gerçekten de felsefe sözcüğün tam anlamıyla öyle öğretidir ki, insanı soylu erek ve niyetlerin sonsuz kalabalığından özgürleştirerek onlara karşı ilgisiz kılar, böylece bu tür şeylerin olmaları ya da olmamaları gibi bir sorun onun için bütün anlamını yitirir“ (Hegel 1991; s.127).

Feuerbach (1991), felsefenin görevini, “Felsefenin, genel olarak bilimin görevi bu nedenle, duyusal yani gerçek şeylerden uzaklaşmak değil, onlara yaklaşmaktır; nesneleri düşüncelere ve tasarımlara dönüştürmek değil, görünmeyeni sıradan gözler için görünür, yani nesnel hale getirmektir” (s.127), şeklinde özetleyerek şu düşünceyi vurgular: duyusal, nesnel, yani katışıksız olana dönülmelidir. O, insanın nesnel dünyanın bir parçası olması nedeniyle, dinsel, doğaüstü ve spekülatif düşünmelerin insanı felsefeden ve görevlerinden uzaklaştırdığı görüşündedir.

Marx, felsefeyi bütünüyle kılgısal bir etkinlik olarak ele almaktadır. Ona göre nesnel evrenin bir parçası olan insan bu evrenden ayrı olarak düşünülemeyeceği gibi, evrenden ayrı bir düşünsel kılgısal yaşam da sürdüremez. O, insanın ve felsefenin, çevre ve içinde bulunulan koşullardan ayrık tutulamayacağı görüşündedir. Feuerbach üzerine tezlerinin ikincisinde “Nesnel (gegenstaendliche) hakikatin insan düşüncesine atfedilip edilemeyeceği sorunu, bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. Pratikte, insan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini tanıtlamakla yükümlüdür.

Pratikten ayrılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçek-olmayışı konusundaki anlaşmazlık düpedüz skolastik bir sorundur.” Demektedir (Marx 1976; s.24) demektedir. Yine Marx (1958), bütün felsefesinin genel bir özetini veren Feuerbach üzerine ünlü onbirinci tezinde; “Filozoflar dünyayı yalnızca farklı (biçimlerde) yorumladılar, artık onu değiştirmek gerekir” (s.7) diyerek, felsefenin felsefecinin görevinin toplumsal ve tarihsel yaşam içinde etkin bir özne olmasının gerekliliğinin altını çizmiştir. Felsefenin gerçek çıkış noktasının, tüm düşüncelerin temeli olan duyumlanır dünya olması (1976a; s.24) gerektiğini belirten Marx, felsefede öznenin özünün zorunlu açınlanması olan nesneden yola çıkan düşünceden başka geçerli düşünce olamayacağını da vurgulamaktadır.

Ele alınan bu üç filozoftan yüzelliyıl önce Locke (1996), felsefenin “şeylerin doğru bilgisinden başka bir şey” (s.54) olmadığını söylemişti. Çağımız filozoflarından Gasset ise (1995), “... felsefe bir bilim değildir, belki saygısızlık biçimi olduğu da söylenebilir, çünkü şeyleri ve kendi kendisini çırılçıplak soymak, salt tenleriyle -salt neyseler ve neysem öyle- bırakmaktır. İşte bu nedenle, -olanaklıysa- sahici bilgiyi sunar, ... felsefe gerçektir, korkunç ve ıssız, yapayalnız gerçeğidir şeylerin ... felsefe saymaca şeylerin eleştirisi oluyor, buna insanın kendi yaşamı da özellikle dahil” (s.108-110) olduğu düşüncesini ileri sürmektedir. Camus (1995), Feuerbach’ın felsefeye ilişkin olarak, “Gerçek felsefe felsefenin yadsınmasıdır. Hiçbir dindir benim dinim. Felsefem de hiçbir felsefe” (s.142) düşüncesini aktarmaktadır.

Felsefi kavrayışın, kendi savlarının eleştirisine yönelmeyi benimsemesi gerekliliğini öne çıkaran Adorno (1997), felsefenin iknaya değil tartışmaya, olumsuzlanması olanaksız mutlak savlar ortaya koymaya değil, kendi kendini de yargılamaya yönelmesini, doğrulukları sorgulayan bir tutumu, diyesi, kendine değin uzanan eleştiriyi benimsemesini olumlamaktadır (s.78-79). Horkheimer, felsefenin görevini, “Zamanımızın gerçek bireyleri, kitle kültürünün şişirilmiş kişilikleri değil, direnişlerinde ele geçmemek ve ezilmemek için acınının ve alçalışın cehenneminden geçmiş kendilerini feda eden şehitlerdir. Bu şarkısı söylenmemiş kahramanlar, başkalarının toplumsal süreç içerisinde bilinçsiz olarak maruz kaldıkları acılara, terörist imhaya karşı bilinçli bireyler olarak kendi varoluşlarını koyarlar. Toplama kamplarının, kendilerini feda eden bu adsız kahramanları, doğmaya çabalayan insanlığın simgeleridirler. Felsefenin görevi, bu kahramanların sesleri zorbalık tarafından susturulmuş da olsa, onların yaptıklarını işitilebilecek bir dile dönüştürmektir” (1991; s.164) şeklinde betimlemektedir. Ona göre, felsefe, yöntemsel ve ısrarlı şekilde aklın dünyaya egemen kılınması denemesidir ve “felsefenin gerçek toplumsal işlevi, varolanın eleştirisinde bulunmaktadır” (1985; s.401).

Yine Horkheimer felsefi düşünmenin (burada vurgusu pozitivizme ve pragmatizmedir), antagonizmi uzlaştırmaya veya unutmaya çabaladığını belirtmekte, böylelikle de ben ve doğa arasında oluşmuş tehlikeyi arttırdığını vurgulamaktadır. Kant’ın düstüru olarak kabul ettiği, “bugün hala açık olan tek yol, eleştiri yoludur” düşüncesini geçerli kabul etmektedir. Horkheimer (1991) felsefenin, “tarihte, düzeltici rol” üstlenebileceğini, “insanlığın, hastalıkları tanımasına yardımcı olabilirse, büyük bir hizmette bulunmuş olacağını” dile getirmektedir (s.185-186).

Felsefeye en uygun dilin (Yunanca ya da Almanca’nın veya genellikle Batı dillerinin felsefe dili olduğu yargısı pek yaygındır), Adorno örneğinde ifade edilirse, Almanca olduğu vurgulanmaktadır. Ama her hangi bir dilin felsefe dili olması ve diğerlerinin olmaması söz konusu mudur? Bu önyargı Batı’nın düşünce dünyasıyla içiçeliğinden ortaya çıkmaktadır. Evet, özgür düşünmenin olmadığı yerde felsefe yapılamamaktadır. Ancak buradan çıkarılması gereken sonuç, özgürleşmemiş toplumların dillerinin düşünme ve sorgulama dili olamayacağı değildir. Tersine, onlar da toplumsal ve bireysel özgürleşmeleriyle bağlantılanarak dillerini felsefi düşünmenin esnekliğinin içine çekebilirler.

Felsefeyi özümsemiş, toplumsal yaşamdaki insan ilişkilerinde benimsemiş olan uluslar, gelişmeyi ve ilerlemeyi başarabilmişlerdir. Yanlış anlamadan kaçınmak amacıyla şurası vurgulanmalıdır: fen bilimlerinin gelişmesi için felsefe ve sosyal bilimlerin gelişmişliği zorunluğu kılınmıyor ama; bu iki bilim alanının birbirlerini atbaşı etkilemeleri ve birlikte gelişme olanaklarının yaratılması gerektiği vurgulanmak istenmektedir. Tarihsel süreçte toplumsal gelişmeler incelendiğinde, sosyal anlamda ilerleme göstermeyen toplumların teknikte ve doğa bilimlerinde de gelişme gösteremediği, birçok alanda tıkandığı görülmektedir. Felsefe, insanlığın gelişmesinin önünü açan ve insan özniteliklerini geliştiren, genişleten çaba ya da etkinliktir. Felsefe, özgür düşünmenin ortaya çıkardığı alan olarak, kavramın kavranmasına, şeyin özüne ulaşmak istemektedir. Görünenin arkasında ve temelinde ne olduğunu araştırmaktır. Felsefe, bireyin olduğu gibi insanlığın da kendini onda gerçekleştirebileceği, çevremizdeki şeylerin insan ile ilişkileri başta olmak üzere, olay ve olguların ne’liğinin araştırılması etkinliğidir. Şeyin neyi ifade ettiğini, ne anlama geldiğini ve içerdiğini açık seçik anlaşılır kılma, bilgisine ulaşma çabasıdır.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP