İBN RÜŞD'E GÖRE DİN-FELSEFE İLİŞKİSİ

Murtaza KORLAELÇİ

fon Rüşd (Kurtuba, 1126-Marrakeş, 1198)'ün felsefe iie ilgili birçok telif ve tercüme eserleri varsa da, asıl felsefî fikirleri şu dört eserinde yer almaktadır. Bunlar: Tehafütu't-Tehafut, Faslü'I-Makâl, Kitabü'l-Keşf ve el-İttisal'dır .

Bunlardan ilk üçü günümüz Türkçesine çevrilmiş bulunmaktadır. Filozofumuz, Din- Felsefe ilişkisini daha ziyade Faslü'l-Makâl ve Kitabü'1-Keşf isimli eserinde incelemektedir.

îbn Rüşd, Halife Ebu Yakub Yusuf tarafından, Aristoteles'in eserlerini şerhetmekle görevlendirilir . Oysaki filozof Latince veya Grekçe bilmiyordu. Ru şerhleri, kendinden önce hicrî üçüncü asırda, Huneyn bin İshak, İshak bin Huneyn, Yahya bin Adiy, Ebu Bişr Matta gibi ediblerle, Farabi ve îbn Sina tarafından yapılmış olan Arapça tercümelerden yararlanarak yazmıştır .

Düşünürümüzün, Afistotels'in (-384-322) eserlerine üç türlü şerh yazdığı bilinmektedir. "Büyük, orta ve küçük. Büyük şerhler, Kur'an tefsiri model alınarak, -tesfir olarak isimlendirilmiştir. (...) Küçük şerhler ise telhis adını taşır, (...) Aristoteles'e ait olan bu eserlere yazdığı şerhlerden hareketle, İbn Rüşd'ün kendi felsefesini ortaya koymanın mümkün olduğu söylenebilir ."

Dominique Sourdel'in ifadesi ile "Avrupa'da Aristoteles'in "yorumcusu" olarak bilinen fon Rüşd, Aristoteles'in gerçek doktrinini yeniden kurmaya çalıştı , yaptığı şerhlerle Aristoteles'e karşı hayranlığı gitgide artan düşünür, Tabiiyyat (fizik) kitabına yazdığı önsözde Aristoteles'in, mantığın da, fiziğin de, metafiziğin de hem kurucusu, hem de tamamlayıcısı olduğunu belirttikten sonra şöyle söylüyor: "... Kurucusu dedim; çünkü ondan evvel, bu ilimlere dair ortaya konulan kitapların hepsi onun eserinin yanında anmaya bile değemez. Tamamlayıcısı dedim; çünkü ondan sonra yaşayan feylosoflann cümlesi o zamandan bugüne kadar, yani binbeşyüz yıldan beri onun meydana koyduklarına bir şey ekleyemedikleri gibi onda yanlışlık da bulamamışlardır. Bir insanda bu kadar ilmin toplanması şüphesiz hayret verecek bir haldir. Ona beşer değil, ilahî bir melek denilse yeridir. İşte bunun için eskiler onu, ilâhî Aristoteles diye anarlardı ."

Etienne Gilson (1884-1978)'a göre Aristoteles'e karşı bu şekildeki bir hayranlık, bir bakıma Aristoteles uşaklığıdır. Bu şekildeki bir uşaklık, Hak din inancı ile engellenebilir. Alberd Le Grand (1193-1280) ile S. Thomas d'Aquin (1228-1274)'i Hıristiyan inancı, kelime kelime Aristoteles uşaklığından kurtarmıştır . Gilson görüşünü şöyle devam ettiriyor: "İbn Rüşd şöyle düşünüyor ve diyor ki saf ve lahit hakikat, felsefe ve aklın ulaştığı hakikattir. Şüphesiz vahyedilmiş dinde de hakikatin dereceleri vardır; fakat bu açık olarak aşağı ve bağımlıdır. Felsefe ile Vahyin metni arasında bir çatışma olduğu her defasında, yorumlanması gereken vahyin metnidir ve yalnızca tabii akılla gerçek anlamı çıkarmak uygun düşer ."

Orta çağ felsefesinde, en kuvvetli İbn Rüşd'cü olarak bilinen Brahant'lı Siger (1235?-1281- 84) 'nin bile böyle bir hataya düşmediğini belirten düşünür şu ifadeleri kullanıyor: "Brabant'lı Siger, açık olarak bize böyle bir şey takdim etmiyor. O bize, felsefenin neticelerini (conclusions) belirtmek ve özellikle vahyedilmiş hakikatin üstünlüğünü doğrulamakla yetiniyor. Eğer vahiy ile akıl arasında bir çatışma olursa, burada söz sahibi akıl değil vahiydir. (...) Eğer Ortaçağda çift hakikatli bir doktrin varsa bu da ona ait değil sadece îbn Rüşd'e aittir ."

İbn Rüşd'ün, felsefi açıdan bağnazlığa varan Aristoteles hayranlığı, düşünürümüz ve benzeri İslam Filozoflarının içine düşmüş gibi gördükleri bunalımların başlıca sebeblerinden birisini teşkil ediyor kanısındayız.

Bugün bir kısım yanılgılar ihtiva ettiği açık olarak bilinen Aristoteles'in fizik ve metafiziği, İbn Rüşd zamanında bu kadar net bilinmese de Aristoteles'in, insanlık tarihi içinde bir başlangıç değil, binlerce yüzyılın birikiminin bir sonucu olduğu en azından İbn Rüşd tarafından da vurgulanmalıydı.

Kur'an ile sünnetin felsefe ve ilme temas eden hükümlerini, Aristoteles rasyonalizmini esas alarak açıklamaya çalışmak, Muhammed İkbal (1873-1938)'e, haklı olarak şunları söyletiyor: "Grek felsefesi Müslüman düşünürlerin görüş açılarını bir hayli genişletmesine rağmen genellikle onlann Kur'an ile ilgili görüşlerini karartmıştir." İkbal'e göre Gazali (1058-111 l)'nin muhalifi İbn Rüşd Aristoteles'in "faal aklın ölümsüzlüğü doktrini" olarak bilinen esasa bağlanmıştır. İkbal bu husustaki görüşünü şöyle dile getiriyor: "Kanıma bu doktrin Kur'an'ın, insan benliğinin değeri ve kaderine dair anlayışının tam bir inkarıdır. Netice itibarieyle İlin Rüşd, İslam'ın çok büyük ve yararlı bir düşüncesinden habersiz kaldı. O, insanın bizzat kendisine, yaralanma ve dünyasına bakışını karartan temeli zayıf bir dünya görüşünün gelişmesine, farkına varmadan sebeb oldu. Daha yapıcı tutum içinde olan Eş'ari düşünürler ise kuşkusuz doğru yolda idiler ve idealizmin daha modern şekillerini sezebildiler . (...) Gazali'nin başardığı iş, tıpkı 18. yüzyıl Almanyası'nda Kant'ın ki gibi fevkalade idi ."

Friedrich Albert Lange (1828-1975)'da İbn Rüşd hakkında şöyle bir değerlendirmede bulunuyor: "Batılıların, adını çoğunlukla hemen Aristoteles'in adının arkasından andıkları İbn Rüşd, hiç bir zaman İslam felsefesinin göklerinde birinci dereceden parlak bir yıldız olmamıştır. Onun bütün değeri son büyük temsilcisi olduğu Arap Aristoteles'ci felsefesinin sonuçlarını özetlemesi ve bu sonuçlarıAristoteles üzerine olan yorumlan ile birlikte batı dünyasına geçirmesidir ."

Aristoteles'in Tannlaştırdığı İbn Rüşd'ün de son derere önem verdiği akıl konusunda Ayesbeyoğlu şu ifadeleri kullanıyor: "Kur'an'da akıl kökünden gelen birçok sigalar, hitaplar vardır. Bazı hadislerde de akıl çok değerlendirilmiştir. Fakat Kur'an'da da, hadiste de akıl sarih bir tarife bağlanmtş değildir. Kur'an'da akıldan ne kasdedikliğini yine Kur'an'ın bütünlüğü içindeki "taakkul ve tefekkür sisteminden" çıkarmak bu sistemle "vahy" hadisesi arasındaki münasebeti deyine Kur'an'da araştırıp ortaya koymak lazımdır.

Kur'an'da aklın yanıbaşında bir de "gaybe iman" cehpesi vardır ki yirve Kur'an'daki akıl mefhumuyla bu gaybe imanı da karşılaştırıp aralarındaki münasebeti bulmak gerekir ." Bu durum İslam dünyasında ilkin Gazali tarafından detaylı olarak incelenmiş , yüzyıllarca sonra Kant tarafından son derece sistemli bir şekilde yeniden ortaya konmuştur.

İnsan denen varlık söz konusu olduğu zaman bu varlığın bir bütün halinde düşünülmesi en gerçekçi yaklaşım olur. "Bilim, din ve felsefe, üç farklı alanı teşkil eder. İnsan, içinde yaşadığı toplumla birlikte var olan bu farklı yönleri bir biriyle uyumlu hale getirmenin bir yolunu bulmak zorundadır; Aksi taktirde kişiliği parçalanacaktır. Bilim medeni birtoplumda yaşayan herkesin refahı için zorunludur. Bu, insanların maddi var oluşu, ilmi bilgisinin seviyesi ile ilgili, ona bağlıdır. Din ise insan toplumları için çok daha temelli bir müessesedir. Bergson'un dediği gibi, "geçmişte ve bugün, bilimsiz, sanatsız veya felsefesiz insan toplumları bulabiliriz, fakat asla dinsiz bir topluma rastlayanlayız." Felsefe, hakikatin araştırılmasıdır.

İnsanın metafizik bir canlı olduğu doğrudur. Eflatun, Aristoteles, İbn Sina, Gazali, ibn Rüşd, Descartes, Kant. vs, gibi ünlü filozofların büyüklüğü bu üç disiplinden her birini, hem bilgi hem eylem alanında ait olduğu sınırlara yetiştirmelerinde yatar. (...)

Hakikata ulaşmayı amaçlayan bir filozof olarak sahip olduğu kapasite içinde İbn Rüşd, bu görünürde birbirinden farklı üç alanı birleştirdi. Kur'an-ı Kerim'» akli bir yoruma tabi tutarak din ile felsefe arasında uyumu tesis etmeye giden gerçek yolu Kur'an'da belirtildiği şekliyle dine açmaya çalıştı ."

Fakat Sourdel'in dediği gibi, fon Rüşd, anlaşmazlık konusu olan bazı meselelerde vahye bağlandığını açıklamasına rağmen, sisteminin mantığı, akla aşkın sırların varlığını hiçte kabul etmez gibi görünüyor. Dinsizlikle suçlanıp eserlerinin yakılması da bundan dolayıdır'".

Bu açıklamalardan sonra İbn Rüşd'ün, orjinal olduğu oranda çok önemli olan,din felsefe ilişkisi hakkındaki görüşlerini belirtmenin yararlı olacağı inancındayız. İbn Rüşd din-felsefe ilişkisini niçin ele aldığını şöyle ifade ediyor: "Doğrusu, bu sözden maksadımız seri bakış açısı ile felsefeye ve mantık ilimlerine bakmanın şeriata göre mubah mı, yoksa yasaklanmış mı, yoksa emredilmiş mi olduğunu araştırmaktır. Emredilmiş ise mendub olarak mı, yoksa vacib olarak mı emredilmiştir?"

Problemi bu şekilde ortaya koyan filozofumuz, çözümünü gayet tutarlı bir şekilde açıklıyor. Eğer felsefenin görevi var olanlara bakmaktan ve varlıkların Sani'a delaleti bakımından, onları değerlendirmekten öte bir şey değilse; şeriat da, Sani'in sanatının ne kadar mükemmel olduğunu anlamak için, varolanları değerlendirmeyi mendub sayıp bu hususta teşvik etmişse, pek tabii olarak felsefe teriminin delalet ettiği konunun bilinmesi şeriat açısından ya vaciptir veya menduptur .

Bu husustaki görüşlerini ayetlere dayandıran tbn Rüşd'ün, üzerinde düşündüğü ayetlerden bazıları şunlardır: Yüce Allah: Ey basiret sahipleri! iyice düşünüp değerlendirin." (Haşr 3) buyurmaktadır. Bu ayetteki "el İtibar" terimi, sadece spekülasyon veya teemmülden daha öte bir anlam taşıyan Kur'an terimidir. Kuran-ı kerim'in "İtibar" şeklinde belirttiği düşünce biçimi, mantıki ifadelerle bdirtilirse istidlal denilen akıl yürütmenin en mükemmel biçimi olan "burhan"a ulaşır.

Diğer bir ayet-i Kerime'de "göklerin ve yerin melekutuna ve Allah'ın yarattığı şeylere bakmazlar mı?" (A'raf, 184) buyurulmaktadır. Görüldüğü gibi bu ayet, bütün varolanlara ibret nazarıyla bakıp değerlendirmeyi teşvik etmektedir.

Başka bir Ayet-i Kerime'de, "Bakmazlar mı deveye nasıl yaratılmıştır? Gök nasıl yükseltilmiştir?" (Gaşiye, 17) buyurulurken, öbür Ayet-i Kerime'de de, " Onlar göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler" (Al-i İmran 191) denilmektedir. Düşünürümüze göre Allah, yukarıda geçen ayetler gibi birçok ayetlerde, varolanları akıl ile değerlendirmeyi, onlara akıl vasıtasıyla bakmayı zorunlu kılmaktadır.

Şeriatın zorunlu kıldığı bu değerlendirmenin de, bilinenden bilinmeyeni çıkarmaktan öte birşey olmadığı kesindir. Bu rnetod ise kıyas ile gerçekleşir. Öyle ise biz insanların varolanlara aklî kıyas ile bakmamız varibtir .

O halde şeriata inanıp, onun varolanları düşünme konusundaki emrine uyan bir kimsenin; varolanları düşünmeden önce; düşünmek için -bir iş yapmakta kullanılan aletler gibi- alet olan şeyleri bilmesi vacibtir. Nasıl bir fıkıhcı hükümleri derinliğine anlamak (tefekkuh) emrinden, çeşitli türleriyle fıkhî kıyasları (Kriterleri) ve bunlardan kıyasi olanlarla, kıyası olmayanları bilip ayırdetmesi gerektiği hükmünü çıkarıyorsa; aynı şekilde arif kişinin de varolanları düşünme emrinden; aklî kıyas ve kıyasın türlerim bilmek gerektiği hükmünü çıkarması icab eder.

İbn Rüşd'e göre "hiçbir kimse akli kıyas türüyle düşünmenin, asr-ı saadette bulunmadığı için bidat olduğunu söyleyemez. Objektif olarak düşünüldüğü zaman fıkhi kıyas ve çeşitleri üzerindeki düşünme tarzı da asr-ı saadetten sonra ortaya çıkartılmış olduğu halde bidat olarak görülmemektedir. Akli kıyası düşünmeyi de aynı şekilde kabul etmemi?, gerekir ."

Şeriat açısından fıkhî kıyaslar üzerinde düşünmek gerekli olduğu gibi, akli kıyas türleri üzerinde düşünmek de gereklidir. Konunun mükemmel olarak bilinmesi için önceki nesillerin bu hususta yaptığı çalışmaların incelenmesi gerekir. Zira herhangi bir kimsenin bu konuda kendiliğinden, muhtaç olduğu her şeyi üstlenmesi zor ve imkansızdır. Bu bakımdan bizden önce gelen, bu konuda ilmi olan, kim olursa olsun onun ilminden faydalanmamızın üzerimize vacip olduğu apaçıktır. Bu salında otorite olanların bizim dindaşımız olup olmaması bir anlam taşımaz. Zira kurban kesmeye elverişli bir alet bulunursa, bununla kurban kesmenin sahih olması için, bu aletin bizimle aynı dine mensup bir kimse tarafından yapılmış olmasına önem verilmez. Yeter ki bu aletle kesmek için gerekli şartlar bulunsun.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP