PLATON ve ARİSTOTELES’TE BİLGİNİN OBJESİNE UYGUNLUĞU PROBLEMİ
|
Nevzat CAN
Bilginin objesine uygunluğu problemi bir doğruluk sorunudur. Doğruluk, bir
düşüncenin, önermenin, yargının, iddianın realiteye denk düşmesidir.
Platon’da doğru bilgi idealara uygun bir bilgidir. Bunun adı epistemedir ve
doksadan ayrılır.
Aristoteles’e göre bilgi varlığın bilgisidir. Doğru bilgi objesine uygun
bilgidir. Doğru ve yanlış birleşme ve ayrılmadan ibarettir. Birleşme ve
ayrılma şeylerde değil, düşüncededir.
Felsefenin en eski problemlerinden birisi de bilginin objesine
uygunluğu ya da doğruluk (hakikat) problemidir. Çünkü, felsefenin yaygın
olarak yapılan tanımlarından birisi de felsefe, doğruluğu ya da hakikati
arama çabasıdır şeklindedir. Doğruluk sorunu sadece filozofların,
felsefecilerin değil, bilgiyle uğraşan, bildiklerinin dış dünyayı ne derece
ifade ettiğini merak eden her insanın araştırması gereken bir sorundur.
Çünkü her bilgide ulaşılmak istenen asıl amaç, o bilginin doğruluğudur.
Doğruluk sorunu hem teorik anlamda hem de pratik anlamda insanın
uğraşmaktan vazgeçemeyeceği bir sorundur. Bu sorun ilkçağ, ortaçağ ve
çağdaş felsefede birçok filozofu uğraştırdığı gibi bugün de önemini
korumaktadır.
Biz de, bu yazımızda Eski Yunan Felsefesi’nin iki büyük filozofu
olan Platon ve Aristoteles’in bilginin objesine uygunluğu ve daha genel
anlamda doğruluk konusundaki görüşlerini açıklamaya çalışacağız. Ancak,
bu iki filozofun bu konudaki görüşlerine geçmeden önce, “uygunluk” ve
“doğruluk” kavramlarıyla neyin kastedildiğini kısaca izah etmenin
konumuzun anlaşılması açısından yararlı olacağı kanısındayız. Doğruluk, bir
önermenin, bir inancın, bir düşüncenin veya kanaatin gerçekle uyuşması ya
da bazı ölçütlere ve temellere göre doğru olma özelliğidir . Doğruluk,
değişik alanlarda farklı anlayışlara göre farklı tanımlanmasına karşın, o
“bilginin objesine uygunluğu” anlamında ise şu şekilde özetlenebilir: Bir
düşüncenin, önermenin, yargının, iddianın doğruluğu, onun gerçeklikle
uyuşmasından, betimlediği realiteye denk düşmesinden meydana gelir. Bu
durum da bize göstermektedir ki, bir önerme ya da yargı, onun işaret ettiği,
kendisine karşılık geldiği şey varolduğu zaman, doğrudur . Doğruluk, bilgi
birimlerine yani ifadelere, önermelere, iddialara ve kuramlara ilişkindir.
Doğruluk, varlığını bir var olana ilişkin bildirimde bulunan bir özneye
borçludur .
Yukarıda dile getirdiğimiz gibi her bilgi ve bilim doğru olanı
amaçlamaktadır. Ancak filozoflar doğruluğun özünün ne olduğunu, kendinde
doğruluğun ne olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Bu nedenle belirli
türden bilgiyi diğerlerinden ayırarak, onu daha sağlam ve güvenilir bulan
filozofların bunun sonucu olarak ya bu tür bir bilgi edinmeye çalıştıklarını,
ya da bu tür bilgiye giden yolları araştırdıklarını görüyoruz. Bu bilgi,
Platon’da ideaların bilgisi ya da episteme, Aristoteles’te ilk nedenlerin
bilgisi ya da doğru, ilk ve doğrudan doğruyalık özelliklerine sahip öncüllere
dayalı olarak kurulan bir kıyas yoluyla elde edilen bilgidir.
Eski Yunan felsefesinde, bir bilgi sorunu olarak doğruluk sorunu, ilk
kez Platon ve Aristoteles’in görüşlerinde yerini bulur. Platon, gerek bilgi
türleri arasındaki farka dikkat çeken bilgi görüşüyle, gerekse bu farklılığı
dayandırdığı varlık görüşüyle bilgi felsefesi tarihinde ilk büyük filozof
olarak kabul edilmektedir. Ona böyle bir konumu kazandıran, hem bilgiye,
doğru-kesin bilginin olanağına ilişkin yaptığı analizler, hem de bilgi ile
varolan ya da bilginin doğruluğu ile bilginin konu edindiği varolanın yapı
özelliği arasındaki bağlantıya, dolaylı bir biçimde de olsa işaret etmiş
olmasıdır. Bizce, onun idealar temeli üzerine kurulu varlık görüşüne ya da
yalnız ideaların bilgisinin kesin bilgi (episteme) olacağını iddia eden bilgi
görüşüne ne kadar karşı çıkılırsa çıkılsın, bu iki görüş arasında “bilgi” türü
ve niteliği ile “bilinenlerin” türü ve niteliği arasında kurduğu bağlantı
öneminden bir şey kaybetmez. Bu nedenle Platon’un Aristoteles’ten de
önce bilgide ontolojik temelli bir bakışın, ontik temelli bilgi görüşlerinin
başlatıcısı olarak kabul edilmesi; onun bilgi felsefesi tarihindeki yerinin
doğru tesbit edilmesi gerekmektedir .
Platon’un, bilginin objesine uygunluğuna ilişkin görüşleri ontolojik
temelli bilgi görüşüne dayanmaktadır. Çünkü O’nun kavranılabilir-
düşünülebilir dünya ile duyulabilir dünya ayrımı beraberinde kesin bilgi
(episteme) ve sanı (doxa) ayrımını getirmektedir. Duyulabilir dünyadaki
şeyler, kendilerinin varlık nedenleri olan idealara bağımlıdırlar. Yani
duyusal bir nesne ancak kendisinden pay aldığı ideaya referansla
tanımlanabilir. Oysa duyusal şeylere göre tam bir yetkinliğe sahip olan ve
kendilerine “asıl varlık” denilen idealar bütünüyle bağımsız varlıklardır.
Onların, duyusal şeylerin özelliklerinin kendileriyle ölçüldükleri,
paradeigma, standard ya da yetkin örnekler olarak, kendileri dışında başka
hiçbir ideayla ilişkisi yoktur. Bileşik olmayan basit varlıklar olarak idealar
diğer tüm idealardan yalıtlanmışlardır . “Yine onlar değişmez, ezelî-ebedî
olduklarından, idealar zamansal ve mekânsal tüm koşullardan
bağımsızdırlar. Onlara ilişkin yargılar ezelî-ebedî doğrulardır. İdealar her ne
ise o oldukları, olduklarından başka türlü olmayan varlıklar oldukları için de,
onlara ilişkin doğrular zorunlu doğrulardır. Ve bunlar, Platon’un
epistemolojik realizmine göre, bilen insan zihninden tümüyle
bağımsızdırlar” . İmdi, iyi ideasından kaynağını alan idealar, tikellerden
bağımsız, kendi başlarına olmaları nedeniyle onları kavrayışımız olan bilgi,
duyulabilir nesnelere ilişkin sanı’dan kesin olarak ayrılır.
Platon’a göre bilen birisi bir şeyi bilmek zorundadır ve varolmayan
bir şeyi bilmek olanaksız olduğu için, onun bildiği şey varolan bir şey
olmalıdır. Buradan hareketle, mutlak bir biçimde varolanın mutlak olarak
bilinebilir olduğu, buna karşın hiçbir şekilde varolmayanın mutlak olarak
bilinemez olduğu sonucu çıkarsanabilir. Bu arada hem var olan ve hem de
varolmayan şeyler söz konusu olursa, onlar bu ikisi arasında yer alacaklardır.
Böylelikle, bilgiden söz edildiğinde olanaklı üç nesne gündeme gelir: Mutlak
varlık, mutlak yokluk ve bu ikisi arasındaki hem varolan , hem de
varolmayan şeyler. Bu nesnelerden her biri ayrı bir biliş tarzını, yokluk
mutlak bilgisizliği, varlık asıl bilgiyi, mutlak varlıkla mutlak yokluk arasında
kalan bu üçüncüsü de sanı ya da inancı belirler . Gerçek olan, gerçekten
varolan akılla anlaşılabilir olandır, kendisinde karşıtları barındırmayan,
değişmez ve kendi kendisiyle özdeş olandır. Bu özellikleri taşıyan idealar
bilginin, duyular üstü kavrayış düzeyinin nesneleridir. Oysa duyusal
dünyadaki nesneler karşıt yüklemelere konu olup, kendi kendileriyle özdeş
olmayan ve değişen nesnelerdir, dolayısıyla duyusal dünya gerçek değildir.
Bununla birlikte, onun hiçbir biçimde, hiçbir anlam içinde gerçek olmadığını
söylemek olanaksızdır, çünkü o bizim içinde yaşadığımız bir dünya olarak,
yanılsama olabilmek için bile, bir şekilde varolmalıdır. Onun hiçbir anlam
içinde gerçek olmadığını, hiçbir şekilde varolmadığını söylemektense, Platon
başka bir almaşığı seçer: Varlık ve gerçeklik dereceleri anlayışı. Duyusal
dünyanın nesneleri sanının (doxa) nesneleridirler; onlar bütünüyle, tam
anlamıyla gerçek değildir. Demek ki, sanının nesneleri mutlak gerçeklikle,
tam bir yokluk arasında kalmaktadır . Bu nedenle değişenlerin, yani
tikellerin bilgisi yoktur, olsa bile değişenlerin bilgisi sanı düzeyinde kalır.
Sanı ise bilgi kadar güvenilir ve kesin olmadığı gibi düşünmeye ve akıl
yürütmeye de dayanmaz; daha çok ikna etmeye dayanır. Sanıda her zaman
hata söz konusudur; oysa bilgi de, hata söz konusu değildir. İşte bu
bağlamda Platon, doğru ve yanlışla ilgili olarak, Kratilos adlı diyaloğunda
hocası Sokrates’i şu şekilde konuşturur:
“Sokrates: Peki, söyle bakalım; doğru söylemek , ya da yanlış söylemek
diye bir şey var mı sence?
Hermogenes: Var (kesinlikle)
Sokrates: Öyleyse ifadeler (sözler) doğru ve yanlış olabilirler değil mi?
Hermogenes: Şüphesiz öyledir.
Sokrates: Olan şeyleri oldukları gibi dile getiren ifade doğru, olmadıkları
gibi söyleyense yanlış, değil mi?
Hermogenes: Evet, başka bir cevap olanaklı mı?
Sokrates: Bir ifade, parçaları doğru olmadan bütünü doğru olabilir mi?
Hermogenes: Hayır, bütünü doğru olanın parçaları da doğrudur.”
Buradan da anlaşılacağı gibi doğru söylemek, yanlış söylemek diye
bir şey olduğuna göre, sözler doğru ve yanlış olabiliyor demektir. Sözün
bütünü doğru ise, parçaları da doğru olacaktır. Platon’a göre konuşma da
bir eylemdir. İnsan rast gele konuştuğu zaman değil; doğal olarak söylemek
ve söylenmek yollarına uyarak konuştuğu zaman doğru konuşur. Dokumak
için mekik kullanıldığı gibi, adlandırma için de söz kullanılır. Çünkü söz de bir
çeşit alettir, öğretmeye ve bir şeyin asıl oluşunu ayırt etmeye yarayan bir
alettir. Tornacı mekik yaparken kırık mekiğe değil, onu yaparken göz
önünde tuttuğu şeye, özde mekiğe (form olarak mekiğe) bakar. Dokunacak
kumaşın inceliğine, kalınlığına, keten veya yün oluşuna göre, mekiklerin
özel şekilleri vardır. Her dokumanın ona uygun bir mekiği olur. Öteki aletler
için de bu böyledir. Alet hangi iş için yapılıyorsa, ona elverişli bir madde
seçilir ve ona uygun bir şekil verilir . Demek ki asıl bilgi, doğru bilgi,
objesine uygun olan ve objesini olduğu gibi ifade eden bilgidir.
Bilginin objesine uygunluğu problemi bir doğruluk sorunudur. Doğruluk, bir
düşüncenin, önermenin, yargının, iddianın realiteye denk düşmesidir.
Platon’da doğru bilgi idealara uygun bir bilgidir. Bunun adı epistemedir ve
doksadan ayrılır.
Aristoteles’e göre bilgi varlığın bilgisidir. Doğru bilgi objesine uygun
bilgidir. Doğru ve yanlış birleşme ve ayrılmadan ibarettir. Birleşme ve
ayrılma şeylerde değil, düşüncededir.
Felsefenin en eski problemlerinden birisi de bilginin objesine
uygunluğu ya da doğruluk (hakikat) problemidir. Çünkü, felsefenin yaygın
olarak yapılan tanımlarından birisi de felsefe, doğruluğu ya da hakikati
arama çabasıdır şeklindedir. Doğruluk sorunu sadece filozofların,
felsefecilerin değil, bilgiyle uğraşan, bildiklerinin dış dünyayı ne derece
ifade ettiğini merak eden her insanın araştırması gereken bir sorundur.
Çünkü her bilgide ulaşılmak istenen asıl amaç, o bilginin doğruluğudur.
Doğruluk sorunu hem teorik anlamda hem de pratik anlamda insanın
uğraşmaktan vazgeçemeyeceği bir sorundur. Bu sorun ilkçağ, ortaçağ ve
çağdaş felsefede birçok filozofu uğraştırdığı gibi bugün de önemini
korumaktadır.
Biz de, bu yazımızda Eski Yunan Felsefesi’nin iki büyük filozofu
olan Platon ve Aristoteles’in bilginin objesine uygunluğu ve daha genel
anlamda doğruluk konusundaki görüşlerini açıklamaya çalışacağız. Ancak,
bu iki filozofun bu konudaki görüşlerine geçmeden önce, “uygunluk” ve
“doğruluk” kavramlarıyla neyin kastedildiğini kısaca izah etmenin
konumuzun anlaşılması açısından yararlı olacağı kanısındayız. Doğruluk, bir
önermenin, bir inancın, bir düşüncenin veya kanaatin gerçekle uyuşması ya
da bazı ölçütlere ve temellere göre doğru olma özelliğidir . Doğruluk,
değişik alanlarda farklı anlayışlara göre farklı tanımlanmasına karşın, o
“bilginin objesine uygunluğu” anlamında ise şu şekilde özetlenebilir: Bir
düşüncenin, önermenin, yargının, iddianın doğruluğu, onun gerçeklikle
uyuşmasından, betimlediği realiteye denk düşmesinden meydana gelir. Bu
durum da bize göstermektedir ki, bir önerme ya da yargı, onun işaret ettiği,
kendisine karşılık geldiği şey varolduğu zaman, doğrudur . Doğruluk, bilgi
birimlerine yani ifadelere, önermelere, iddialara ve kuramlara ilişkindir.
Doğruluk, varlığını bir var olana ilişkin bildirimde bulunan bir özneye
borçludur .
Yukarıda dile getirdiğimiz gibi her bilgi ve bilim doğru olanı
amaçlamaktadır. Ancak filozoflar doğruluğun özünün ne olduğunu, kendinde
doğruluğun ne olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Bu nedenle belirli
türden bilgiyi diğerlerinden ayırarak, onu daha sağlam ve güvenilir bulan
filozofların bunun sonucu olarak ya bu tür bir bilgi edinmeye çalıştıklarını,
ya da bu tür bilgiye giden yolları araştırdıklarını görüyoruz. Bu bilgi,
Platon’da ideaların bilgisi ya da episteme, Aristoteles’te ilk nedenlerin
bilgisi ya da doğru, ilk ve doğrudan doğruyalık özelliklerine sahip öncüllere
dayalı olarak kurulan bir kıyas yoluyla elde edilen bilgidir.
Eski Yunan felsefesinde, bir bilgi sorunu olarak doğruluk sorunu, ilk
kez Platon ve Aristoteles’in görüşlerinde yerini bulur. Platon, gerek bilgi
türleri arasındaki farka dikkat çeken bilgi görüşüyle, gerekse bu farklılığı
dayandırdığı varlık görüşüyle bilgi felsefesi tarihinde ilk büyük filozof
olarak kabul edilmektedir. Ona böyle bir konumu kazandıran, hem bilgiye,
doğru-kesin bilginin olanağına ilişkin yaptığı analizler, hem de bilgi ile
varolan ya da bilginin doğruluğu ile bilginin konu edindiği varolanın yapı
özelliği arasındaki bağlantıya, dolaylı bir biçimde de olsa işaret etmiş
olmasıdır. Bizce, onun idealar temeli üzerine kurulu varlık görüşüne ya da
yalnız ideaların bilgisinin kesin bilgi (episteme) olacağını iddia eden bilgi
görüşüne ne kadar karşı çıkılırsa çıkılsın, bu iki görüş arasında “bilgi” türü
ve niteliği ile “bilinenlerin” türü ve niteliği arasında kurduğu bağlantı
öneminden bir şey kaybetmez. Bu nedenle Platon’un Aristoteles’ten de
önce bilgide ontolojik temelli bir bakışın, ontik temelli bilgi görüşlerinin
başlatıcısı olarak kabul edilmesi; onun bilgi felsefesi tarihindeki yerinin
doğru tesbit edilmesi gerekmektedir .
Platon’un, bilginin objesine uygunluğuna ilişkin görüşleri ontolojik
temelli bilgi görüşüne dayanmaktadır. Çünkü O’nun kavranılabilir-
düşünülebilir dünya ile duyulabilir dünya ayrımı beraberinde kesin bilgi
(episteme) ve sanı (doxa) ayrımını getirmektedir. Duyulabilir dünyadaki
şeyler, kendilerinin varlık nedenleri olan idealara bağımlıdırlar. Yani
duyusal bir nesne ancak kendisinden pay aldığı ideaya referansla
tanımlanabilir. Oysa duyusal şeylere göre tam bir yetkinliğe sahip olan ve
kendilerine “asıl varlık” denilen idealar bütünüyle bağımsız varlıklardır.
Onların, duyusal şeylerin özelliklerinin kendileriyle ölçüldükleri,
paradeigma, standard ya da yetkin örnekler olarak, kendileri dışında başka
hiçbir ideayla ilişkisi yoktur. Bileşik olmayan basit varlıklar olarak idealar
diğer tüm idealardan yalıtlanmışlardır . “Yine onlar değişmez, ezelî-ebedî
olduklarından, idealar zamansal ve mekânsal tüm koşullardan
bağımsızdırlar. Onlara ilişkin yargılar ezelî-ebedî doğrulardır. İdealar her ne
ise o oldukları, olduklarından başka türlü olmayan varlıklar oldukları için de,
onlara ilişkin doğrular zorunlu doğrulardır. Ve bunlar, Platon’un
epistemolojik realizmine göre, bilen insan zihninden tümüyle
bağımsızdırlar” . İmdi, iyi ideasından kaynağını alan idealar, tikellerden
bağımsız, kendi başlarına olmaları nedeniyle onları kavrayışımız olan bilgi,
duyulabilir nesnelere ilişkin sanı’dan kesin olarak ayrılır.
Platon’a göre bilen birisi bir şeyi bilmek zorundadır ve varolmayan
bir şeyi bilmek olanaksız olduğu için, onun bildiği şey varolan bir şey
olmalıdır. Buradan hareketle, mutlak bir biçimde varolanın mutlak olarak
bilinebilir olduğu, buna karşın hiçbir şekilde varolmayanın mutlak olarak
bilinemez olduğu sonucu çıkarsanabilir. Bu arada hem var olan ve hem de
varolmayan şeyler söz konusu olursa, onlar bu ikisi arasında yer alacaklardır.
Böylelikle, bilgiden söz edildiğinde olanaklı üç nesne gündeme gelir: Mutlak
varlık, mutlak yokluk ve bu ikisi arasındaki hem varolan , hem de
varolmayan şeyler. Bu nesnelerden her biri ayrı bir biliş tarzını, yokluk
mutlak bilgisizliği, varlık asıl bilgiyi, mutlak varlıkla mutlak yokluk arasında
kalan bu üçüncüsü de sanı ya da inancı belirler . Gerçek olan, gerçekten
varolan akılla anlaşılabilir olandır, kendisinde karşıtları barındırmayan,
değişmez ve kendi kendisiyle özdeş olandır. Bu özellikleri taşıyan idealar
bilginin, duyular üstü kavrayış düzeyinin nesneleridir. Oysa duyusal
dünyadaki nesneler karşıt yüklemelere konu olup, kendi kendileriyle özdeş
olmayan ve değişen nesnelerdir, dolayısıyla duyusal dünya gerçek değildir.
Bununla birlikte, onun hiçbir biçimde, hiçbir anlam içinde gerçek olmadığını
söylemek olanaksızdır, çünkü o bizim içinde yaşadığımız bir dünya olarak,
yanılsama olabilmek için bile, bir şekilde varolmalıdır. Onun hiçbir anlam
içinde gerçek olmadığını, hiçbir şekilde varolmadığını söylemektense, Platon
başka bir almaşığı seçer: Varlık ve gerçeklik dereceleri anlayışı. Duyusal
dünyanın nesneleri sanının (doxa) nesneleridirler; onlar bütünüyle, tam
anlamıyla gerçek değildir. Demek ki, sanının nesneleri mutlak gerçeklikle,
tam bir yokluk arasında kalmaktadır . Bu nedenle değişenlerin, yani
tikellerin bilgisi yoktur, olsa bile değişenlerin bilgisi sanı düzeyinde kalır.
Sanı ise bilgi kadar güvenilir ve kesin olmadığı gibi düşünmeye ve akıl
yürütmeye de dayanmaz; daha çok ikna etmeye dayanır. Sanıda her zaman
hata söz konusudur; oysa bilgi de, hata söz konusu değildir. İşte bu
bağlamda Platon, doğru ve yanlışla ilgili olarak, Kratilos adlı diyaloğunda
hocası Sokrates’i şu şekilde konuşturur:
“Sokrates: Peki, söyle bakalım; doğru söylemek , ya da yanlış söylemek
diye bir şey var mı sence?
Hermogenes: Var (kesinlikle)
Sokrates: Öyleyse ifadeler (sözler) doğru ve yanlış olabilirler değil mi?
Hermogenes: Şüphesiz öyledir.
Sokrates: Olan şeyleri oldukları gibi dile getiren ifade doğru, olmadıkları
gibi söyleyense yanlış, değil mi?
Hermogenes: Evet, başka bir cevap olanaklı mı?
Sokrates: Bir ifade, parçaları doğru olmadan bütünü doğru olabilir mi?
Hermogenes: Hayır, bütünü doğru olanın parçaları da doğrudur.”
Buradan da anlaşılacağı gibi doğru söylemek, yanlış söylemek diye
bir şey olduğuna göre, sözler doğru ve yanlış olabiliyor demektir. Sözün
bütünü doğru ise, parçaları da doğru olacaktır. Platon’a göre konuşma da
bir eylemdir. İnsan rast gele konuştuğu zaman değil; doğal olarak söylemek
ve söylenmek yollarına uyarak konuştuğu zaman doğru konuşur. Dokumak
için mekik kullanıldığı gibi, adlandırma için de söz kullanılır. Çünkü söz de bir
çeşit alettir, öğretmeye ve bir şeyin asıl oluşunu ayırt etmeye yarayan bir
alettir. Tornacı mekik yaparken kırık mekiğe değil, onu yaparken göz
önünde tuttuğu şeye, özde mekiğe (form olarak mekiğe) bakar. Dokunacak
kumaşın inceliğine, kalınlığına, keten veya yün oluşuna göre, mekiklerin
özel şekilleri vardır. Her dokumanın ona uygun bir mekiği olur. Öteki aletler
için de bu böyledir. Alet hangi iş için yapılıyorsa, ona elverişli bir madde
seçilir ve ona uygun bir şekil verilir . Demek ki asıl bilgi, doğru bilgi,
objesine uygun olan ve objesini olduğu gibi ifade eden bilgidir.