VARLIK SORUNSALI VE JEAN-PAUL SARTRE
|
ŞAHİN YENİŞEHİRLİOĞLU
«Geleceği görüyorum. İşte orada, sokakta. Şimdiden daha silikçe. Daha ne bekliyor gerçekleşmek için sanki? Gelecek, bu ihtiyar kadına daha fazla ne sağlayabilir ki? İhtiyar kadın topallayarak Uzaklaşıyor. Aniden duruyor. Başörtüsünden sarkan aklaşmış bir tutam saçı yana doğru itiyor. Yeniden yürümeye koyuluyor. Demin oradaydı, şimdi ise burada... Hiç anlıyamıyorum içinde bulunduğum durumu: Hareketlerini gerçekten görebiliyor muyum, yoksa onları tahmin mi ediyorum? Şimdiyi gelecekten hiç ayırt etmiyorum artık.
Çünkü, sürüp gidiyor bu, yavaş da olsa gerçekleşiyor; ihtiyar, koskocaman erkek ayakkabılarını sürüye sürüye ilerliyor ıssız sokakta. Budur işte zaman, hem de çırılçıplak zaman, yavaşça varoluyor. Kendini beklettirir ve geldiğinde de tiksinti verir. Çünkü, zaten, uzun süredir onunla birlikte bulunulduğunun farkına varılır. İhtiyar, sokağın köşesine yaklaşıyor. Ufacık kara bir kumaş yığınından başka bir şey değildir artık o. Evet, doğru, bu, yeni bir şey. Demin orada değildi. Ama bu, insanı şaşırtmayan tatsız ve silik bir yenilik. Sokağın köşesini dönmek üzere ihtiyar kadın, dönüyor işte... bitmek bilmeyen bir süreden beri.
Pencereden söküp atıyorum kendimi. Sallana sallana odada başlıyorum dolaşmaya; birdenbire aynaya yapışıp kalıyorum, kendime şöyle bir bakıyorum, tiksiniyorum kendimden: Hâlâ bitmez tükenmez bir süre daha. Sonunda, bu görüntümden kurtulup yatağın üzerine yığılıyorum. Tavana bakıyorum, bir uyuyabilsem.
Sakinlik, sessizlik...>>
Bulantı adlı romandan alınan bu kısa parçada, olgulara dayanan varoluşa ilişkin bir temanın varoluşçu bir anlatım biçiminin özelliklerini buluyoruz.
Bütün sorun nedir varoluşçulukta? Ayrıca, bu sorunun bir sorunsal oluşturması söz konusu mu? Bu iki ayrı-ama gerçekte, mantıksal ve özsel bir biçimde birbirine bağlı - soruya yanıt vermek gerekiyor ilkönce. Sonra da varoluşçuluk ve Jean-Paul Sartre bağlantısına girilebilir.
Birinci soruya gelince: Varoluşçuluktaki bütün sorun, «varlık»ın («'letre»)ne olduğu sorunudur. Ayrıca, bu sorun yanıtını ararken, «varlık»ın ne olacağı sorununu da doğurur yapısında doğal olarak. Bu, aslında, bir tür, varlığın bilgikuramsal yapısını felsefî alanda biçimlendirmektir. Örneğin, Sartre'da, bu konuya ilişkin olarak - aynen Heidegger'de olduğu gibi-bir varlıkbilim (ontoloji) kaygusu, bu kaygunun yanısıra bir «hiçlik» (ede neant») düşüncesini çözümleyerek inceleme isteği vardır. Çünkü, böyle bir istek, bir gereksinim sonucudur Sartre felsefesinde. İşin ilginç yanı, «hiçlik» düşüncesi, onda, Heidegger'den çok, Hegelci bir anlamda ele alınmaktadır.
Buna karşın, Sartre yine de, «hiçlik» düşüncesi üzerinde uzun uzadıya durur. Çünkü «varlık» ı tanımlamak Sartre'a göre, onun tam karşıtı olan «hiçlik» i de hesaba katmaya ve onların bir bütünün ayrı birer yansımaları olduğunu kabul etmeye bağlıdır. İşte, tam bu noktada «varlık» ı ele alma Hegelci bir tutum içeriyor.
Kısacası, varlığı iki yönlü olarak tanımlar Sartre; «kendinde-olan» («l'en soi») ile «kendi-için-olan» («le pour-soi»). Bunlar, bir aynı varlık içinde bulunurlar gerçekte. Bu birlikte bulunmadan dolayı da, «varlık», sürekli olarak, (hep) kendine özdeş olandır. «Kendinde-olan», Descartes'ın «uzam»ı («etendue») gibidir bir çeşit. Oysa, «kendi-için-olan», Hegelimsi bir biçimde, sürekli bir devim olarak, varlığına sahip olan - ya da öyle anlaşılabilen - düşünceyi karşılar.
Satre şöyle tanımlıyor «varlık»ı, Varlık ve Hiçlik adlı kitabında: «Ama, varlık, kendine doğru bir ilişki değildir, o doğrudan doğruya, kendisidir. Gerçekleşemeyen bir içkin olmadır.» Ya da şöyle çevirelim: «Varlık, benliğin kendisine doğru yönelen bir ilişki değildir; o, doğrudan doğruya, bu benliğin kendisidir. Gerçekleşemeyen bir içkinlik, olumlanamayan bir olumlama, etkinlenemeyen bir etkinliktir. Çünkü, o, kendisiyle o denli doludur ki, sanki her bir şey, varlığın içinden, benliğin kendini olumlamasını çıkarıp kurtarmak için, varlığın bu doluluğunun giderilmesi gerektiğini göstermektedir. Yalnız, bunu, varlığın kendini, benliğinin özelliklerinden soyutlayarak farksızlaştırması olarak anlamayalım: Çünkü, kendinde-olan'ın farksızlaşması demek ise, bu belirlemenin ötesinde, kendi benliğini olumlama olgusunun herhangi bir sınır tanımaması demektir. Zira, bir sürü kendini olumlama biçimleri vardır. İşte, elde edilen bu ilk sonuçları kısaca özetlersek, o zaman, varlık, benliğin kendinde olması'dır denebilir. Ama, eğer, varlık, benliğin kendinde olması ise, bu varlığın yeniden kendini, kendi benliğine göndermediğine işaret eder, aynen, benliğin bilinci'nde olduğu gibi: Varlık, bu benliğin kendindeliği'dir işte.»
Varlık ve Hiçlik'in. bu tümcelerini buraya aktarmamızın nedeni olduka açıktır: Sartre, varlığın tanımını verirken, Hegelimsi bir belirleme biçimine başvurmaktadır. Bunu da, bir tür yöntem olarak kullanmaktadır aslında. Çünkü, Hegel için de varlık, «kendinde-olan» («l'en-soi»), «kendi-olan» («de soi») ve «kendi-için olan» (le pour-soi») durumların, sürekli bir devim çerçevesinde birbirlerine geçişleri, dönüşümleri, bütünleşmeleri ve birbirlerinin içinde erimeleridir . Bu ise, varlığın tarihini oluşturmaktadır. Tarih ise, varlığın yapısıyla birlikte, değişiminin ve başkalaşımının nesnelliğini hazırlamaktadır. Bu, aynı zamanda, bilincin tarihidir de: «Şu halde bilincin tarihi - Tin'in Fenomenolojisi - onun [varolma] deneyiminin tarihidir, tinsel tözün, yavaş yavaş Benliğe doğru ilerleyen açınımıdır.» J. Hyppolite, Hegel'in Fenomenoloji'sini açıklamak için, bu savı dile getirirken, gerçekte, Hegel'in şu belirlemesinden yola koyulmaktadır: «Bilinç, deneyimlerinin içinde varolanın dışında hiçbir şeyi bilemez ve kavrayamaz; sonuçta, bu deneyimdeki şey, yalnızca tinsel töz'dür. O da, gerçekte, kendi öz Benliği'nin nesnesidir.» Bu nesnelleşme ise, varlığın varlık -bilimsel yapısının (ontolojik yapısının) tarihselleşmesinden başka bir şey değildir.
Bu nesnelleşerek tarihsellik kazanma ya da tarihselleşerek nesnelleşme sürecine bir üçüncü öğe olarak bilgi girmektedir. Böylece, varlık ve bilgi, Hegel diyalektiğinde birbirlerini sürekli olarak güdümleyerek «kavram» («concept») ve kavrayış devinimini ortaya koyarlar. İşte Sartre, bu noktadan kalkarak «varoluş ideolojisbmi bu tür bir temele oturtmak ister: «Varoluş ideolojisi, kendisini yeniden canlandıran Marksçılıktan, Marksçılığm Hegel'den türetmiş olduğu iki isteri kalıt olarak almıştır: Eğer insanbilimde [antropolojide] Doğruluk [«Verite»] diye bir şeyin olması gerekiyorsa, bu olmuş olan bir doğruluk olmalı ve kendini bütünleyiş yapmalıdır. Söylemek bile fazla ki, bu çifte ister, Hegel'den beri diyalektik diye bilinen varlık ve bilgi (ya da kavrayış) devinimidir. Nitekim ben de Yöntem Araştırmaları'nda, böyle bir bütünleyişin Tarih ve tarihsel Doğruluk olarak sürekli bir akış halinde bulunduğunu benimsedim. Bu temel uzlaşım noktasından yola çıkarak, felsefel insanbilimin iç çelişkilerini gün ışığına çıkarmaya giriştim ve kimi kurumlarda da, seçmiş bulunduğum yöntembilimsel düzlem üzerinde, bu güçlüklere getirilebilecek gecici çözümlerin bir taslağını yaptım. Ancak yine söylemek bile fazla ki, eğer Tarih ile Doğruluk bütünleyici değilseler, eğer olgucuların [pozitivistlerin] ileri sürdükleri gibi, yalnızca Tarih'ler ve Doğruluklar varsa, o zaman çelişkiler ve bireşimsel aşmalar bütün anlamlarını yitirirler. Bu nedenle, eldeki yapıtı kaleme alırken şu temel sorunu ele almak bana gerekli göründü: bir insan Dostluğu var mı?»
Demek ki Sartre, Varlık ve Hiçlik'te «varlık» ı tanımlarken, bu kez de Diyalektik Us'un Eleştirisi'nde bu varlığın bir «varoluş ideolojisini saptamak istiyor yukarıdaki soruyu sorarak: «Bir insan Doğruluğu var mı?» («Gerçekliği var mı?») Aslında bu soru, bir insan gerçekliğinin olup olmadığının sorusudur. Çünkü, «insan», «varlık» olarak bir varoluş kazanabilmek için, ilk önce, bir «gerçekliğe» sahip olmak zorundadır. Zira, bu gerçeklik çerçevesinde ve bu gerçeklik tarafından «insan» ancak bir varoluş elde eder. Ve onu biçimlendirir. İşte, bu biçimlendirme işinde, varlığın, bu gerçeklik dolayısıyla - yaratmış olduğu gerçeklik dolayısıyla - «proje» ler yapması ve onlara göre bir varolma çizgisi çizmesi söz konusudur.
Salt bu nedenle Sartre, «varlık» ı tanımlarken, onda, «benliğin kendisine doğru yönelen bir ilişki»den çok, «...doğrudan doğruya bu benliğin kendisi» ni bulmuştur. Çünkü, varlığın içinde bulunduğu sorun, onun, «kendi benliğini olumlama olgusu» dur. «Olumlama olgusu» ise, kabullenmek ve yadsımak olgularının arasında sürekli bir gidiş geliş, sürekli bir devimdir. Bu gidiş geliş, bu devim, varlığın gidiş geliş ve deviminden başka bir şey değildir. Onlar, belirli bir süreç oluştururlar. Bu süreç ise, varlığın oluşma sürecidir. Oluşma ile birlikte bu süreçte, varlık, gerçeklik kazanmaktadır. Gerçeklik kazanma olgusu, birçok gerçeklik kazanma biçimlerini ve yollarını yapısında barındırır doğal olarak. O zaman, ortaya, başka başka gerçeklikler çıkmakta ve herbir gerçeklik ise kendini, bir «benlik» olarak olumlamaktadır. Bu «benlik», iki ayrı yapıdan oluşmakta olup, sürekli bir biçimde birbirlerine geçişi öngörmektedir. Bu geçişler, varlığın devimidir. İşte, bu nedenle, biraz yukarıda da belirttiğimiz gibi, Sartre, «Varlık»ı iki yönlü tanımlamaktadır: «kendinde-olan» ile «kendi-için-olan». Bu iki yön, bu iki tip varlık, aynı varlığın bir ve tek «benlik» olarak ifadesidir. Bu nedenle, Sartre'ın varoluşçu felsefesinde, varlığın diyalektiği, aynı Hegel'in Fenomenolojisi'nde olduğu gibi, «kendinde-olan» ile «kendi-için-olan»ın diyalektiğidir. Aralarındaki dönüşüm ve geçişler diyalektiğinden dolayı da varlık, sürekli bir devimsellik yansıtır. Bu devimsellik, onun gerçekleşmesi, kendi benliğinin birçok uygulama alanında somutluk kazanmasıdır.
Çünkü, bu uygulamalarda gerçekleştirmek istediği erekler vardır. Onlar, varlığın kendine daha önceden öngördüğü ereklerdir. Onları gerçekleştirirken de, amacı, kendini gerçekleştirmektir. Bu nedenle, iki ayrı yanla yüzyüze geliyoruz varlıkta: Yalın bir varlık, «kendinde-olan-varlık» ve gerçekleşmesi sözkonusu olan, bir «proje» varlık. O da, «kendi-için-olan varlık»tır. Kendi benliğinde-olan-varlık ise, bu her ikisini, kendi yapısında bir bütün olarak ortaya koyan varlıktır. Aynı, Sartre'ın da dediği gibi; «benliğin bilincinde olduğu gibi.»
Sartre felsefesinde, «varlıksın bu denli parçalanışı ayrıca bu bir parçalanma mı? bu da tartışılması gereken ayrı bir sorun -acaba, onun, herhangi bir yana daha çok önem verdiğini mi göstermektedir? Yoksa, bunlardan herhangi birinin daha önce mi geldiğini aramaktadır? Yani, hangisi önce geliyor; «kendinde-olan» mı? Yoksa, «kendi-için-olan» mı? Sartre'm felsefesinin, Jean Wahl'in de belirttiği gibi, «çözülmesi en güç olan sorunlar» ından «biri bu» . Bu noktada, varlığa hem «idealist» ve hem de «realist» «kendinden olandır dediği zaman, daha çok bir realist oluyor, ken kendinden olandır dediği zaman, daha çok bir realist oluyor, kendi için derken de, idealist»'.
Aslında, Sartre'm, nerede «idealist», nerede «realist» olduğu bizi pek ilgilendirmiyor. Çünkü, tanımladığı «varlık», gerçeklikle, düşlenen durumların içinde ve arasındaki geçişlerde oluşumunu, durumların bir olumlaması olarak yaşamakta ve gerçekleştirmektedir. Ancak, bu noktada «kendinde-olan» ile «kendi-için-olan» ın birliğini elde etmektedir. Demek ki, bu iki varlık türü, daha doğrusu aynı varlığın bu iki ayrı yanı, hem görünüşte ve hem de temelde bütün özellik ve nitelikleriyle böylesine birbirlerinin karşıtı olmalarına karşın, hiç kuşkusuz, aynı varlığın değişik ve farklı durumlardaki kendisidir.