YALNIZLIK VE DAYANIŞMA ( ... devam )

Nasıl ki yalnızlık temel bir gerçeklikse, öteki olmak ya da ötekinin varlığının gerçekliği de "temel bir niteliktir". Benim insan adını almam, Hegel'in ifadesiyle bir özbilinç varlığı haline gelmem, başkası tarafından kabul görmeme, başkasının da aynı özbilinç haline gelmesi ben tarafından kabul edilmesine bağlıdır. Hatta "bir özbilinç bir özbilinç için vardır; Ben, ki Bizdir, Biz, ki Bendir". Öyleyse, "insan sözcüğünün anlamı bir kişinin diğeri için varolmasını gerektirir". Çünkü insanın temel gerçekliği yalnızlık olsa da, o kendi yalnızlığı içinde ortaya çıkamaz. Başkası da, benim gibi bir iç dünyası, mahremiyeti olan ve temel gerçekliği yalnızlık olarak belirlenendir. Birbirine yabancı iki yalnızlık bir arada nasıl bulunabilecektir? Ya da bu şekilde niteliklere sahip iki yalnızlık varlığının bir arada bulunabilmesinin, aralarında bir diyalog geliştirebilmelerinin zemini ve sonuçlan neler olacaktır? Acaba bir arada bulımmayı istemek, kendimizi başkasına, başkasını da kendimize taşımak, kendimize yabancılaşmak ve kendimizden uzaklaşmak gibi bir sonucu da -tıpkı Schopenhauer'de olduğu gibi- doğurmayacak mıdır?

Bu şekilde ortaya konulan sorulara, varoluşçu filozofların çoğu açısından doyurucu, daha da doğrusu insanı yalnızlıktan kurtarıcı bir cevap vermek pek olanaklı değildir. Örneğin Heidegger'e göre insan, hem doğal dünya ile hem de başkalarıyla birlikte bulunma ilişkisine sahiptir. Yani onun dünyası "bir Mitsein, bir birlikte-varlıktır. Benim dünyam bir Mitwelt, bir birlikte-dünya'dır". Biz dünyaya fırlatılmışız ve "bizim dünya-içre-varlığımız bir 'fırlatılmışlık'tır". Ancak, ben, kendi Dasein deneyiminde, yalnız değil, başkalarıyla birliktedir. Çünkü "dünya-içre-varlik bir birlikte-varlıktır". Ayrıca, "başkalarının şimdi-varlığını anlamak varolmaktır". Bu varolmak, birlikte varolmaktır. Ama başka biri ile varolmak suretiyle kendi Dasein'ımızı canlandırmakla, "biz kendimiz olmamaya başlarız" . Bu durum, kendimin kendime yabancılaşması, anonimleşmesi, doğal dünyanın herhangi bir objesi biçimine dönüşmesi ve yaşamımın günlükleşmesi, ben'imin şahsiliğini, özgürlüğünü, kendiliğini yitirmesi demektir. Steiner'in Heidegger'den aktardığı şu cümleler bu yabancılaşmayı çok güzel ifade etmektedir.

Biri kendini başkalarına bağlar ve onların kudretini arttırır. Birinin zorunlu olarak kendini onlara bağlaması olgusunu örtbas etmek için, birinin böylece özgiilleştirdiği bu 'başkaları', yaklaşık ve çoğunlukla, gündelik bir başka biri ile varlık olarak 'orada var', olan kimselerdir. Bu 'kimse' bu biri değildir, su biri değildir, kendi değildir, bazıları değildir ve bunların tümünün toplamı da değildir. Bu 'kimse'yansızdır, bu 'onlar'dır..

Bu yabancılaşmanın sonucunda hiçkimse kendisi değil, herkes başkasıdır. Yabancılaşmış Dasein, "Gayri-sahici" Dasein artık, kendi gibi değil, onların yani başkalarının yaşadığı gibi yaşar. Steiner'in ifadesiyle, "neredeyse hiç yaşamaz bile. Dayatılmış anonim değerlerin göçük iskelesinde 'yaşatılır'". Öyleyse, başkalarıyla birlikte varolmak, varoluşun zorunlu bir sonucu olmasına rağmen küçültücü ve başkalarının köleliğine girmek gibi birşeydir. Bundan dolayı da, bütün insanların birlikte bir dayanışmasının sağlam temellerini Heidegger'de bulmak oldukça zordur.

Ben ve başkası ilişkisi, bir varoluşu başka bir varoluşla birleştirme çabasıdır. Ben'i solipsizmden kurtaracak ve başkasıyla kurulacak ilişki sonucunda ben'i başkalarıyla dayanışma ve birlikte olmaya götürecek şey, ilişki kurabileceğim, "başkasıyla ilgili bir Cogito'nun varolması gerekir". Sartre'a göre bu, Descartes'in Cogito'sudur. Sartre, solipsizme karşı direniş noktalarını da
başkasıyla ilgili böyle bir Cogito'nun varlığında bulur.

Aslında, Heidegger'de olduğu gibi Sartre'a göre de, "insan, kendi başına bırakılmıştır. Ne içinde dayanacak bir destek vardır, ne de dışında tutunacak bir dal". Tanrı olmadığı için "yalnız ve özürsüz (mazeretsiz) kalmışızdır". İnsanın bu özelliğinden ötürü tek başımıza beliriyor, tek başımıza karar veriyoruz. Ama, diğer Cogito'lann durumu da aynı. Acaba bu ikisi arasında nasıl bir ilişki gerçekleşiyor? Başkasının varlığı bir gerçek. Başkası, başlangıçta benim gördüğümdür. O da beni görendir. Ben, başkasını bir nesne-başkası, nesne haline getirilmiş, şeyleştirilmiş bir nesne-başkası olarak görüyorum. Aynı görme, özne-başkası tarafından da bana çevriliyor ve özne başkası tarafından bir nesne olarak görülüyorum. Karşılıklı olarak birbirimizi kendisi-için varlık olmaktan çıkarıp, başkası-için varlık durumuna düşüyoruz. Çünkü "başkası sadece benim gördüğüm değil, ama beni görendir. Ben başkasıyla, diğer nesneler arasında bir nesne olarak yer aldığım, ulaşılması olanaksız tecrübelerle bağlı bir sistem olarak ilgileniyorum". Başkası için varlık haline gelmek özgürlüğümün, şahsiliğimin, varoluşumun başkası tarafından çalınması ve benim köleleştirilmem demektir. Bu anlamda, Gizli Oturum'un konusu olan "cehennem başkalarıdır" tezi gerçeklik kazanır. Aynı şekilde Bulantıda da kahraman, başkası karşısında kendini başkası için bir hammadde olarak görmekten de kurtulamaz, Bu olumsuzluktan kurtulmak için çıkar yol var mıdır? Sartre, aşk, arzu gibi yolları dener. Ama aşk, başkasıyla bir diyalog arzusu değil, beni köleleştiren efendi üzerinde "bir zafer istencidir". Daha da açıkçası aşk, "başkasının hürriyetini köle gibi kullanmak için bir girişimdir." Aşkla birlikte cinsel arzu da başkasının ve kendimin özgürlüğünü sağlayamaz. Başkasını özne olarak yakalamaya çalıştığım her durumda kendimi özne olarak ortaya koyduğumdan başkası hemen nesne haline döner. Kendimi başkasına özne olarak sunmaya çalıştığım her durumda da, kendim onun öznelliği önünde donuklaşır. Öyleyse, bir özne-biz'in varlığı reddedilir. "Başkası, prensip olarak yakalanamazdır". Öznellikler bir arada bulunması olanaksız olan "ve kökten biçimde ayrılmış olarak kalırlar".

Çünkü, aralarındaki ilişki, bir birlikte varlık değildir. Sartre'a göre bu ilişki, bilinçler arasında bir mücadele ilişkisinden başka bir şey değildir. Bundan dolayı da, Mounier'nin de belirttiği gibi, "iki kişinin bir biz oluşturamadtğt yerde, başka bizler de yoktur. Yalnızca her bir insanın kendisine olduğu kadar başka herkese de yabancı olduğu bir lânetliler dayanışması vardır".

Yüzeysel bir bakışla da olsa, açıkça görünmektedir ki, Hıristiyan varoluşçular, diğerlerine göre, birlikte yaşamak konusunda, ben ile öteki arasındaki ilişkinin daha tatmin edici bir açıklamasının yapılabileceği konusunda daha iyimserdirler. Onlara göre de, Augustinus, Pascal ya da Kierkegaard'da olduğu gibi insan bu dünyada sürgündedir, günah yüzünden düşmüştür; teklik, yalnızlık, sır gibi kategoriler insanı belirleyen kategorilerdir. Onun kurtuluşu, bu dünyayı bir inanma zemini olarak görmek ve Tanrı'ya inanmakla sağlanabilir. Bu dünyada da başkalarıyla birlikte bir biz oluşturmak olanaklıdır. Örneğin Gabriel Marcel'e göre insan, kendi başına yeterli değildir. Hatta "Onun anlayışına göre, felsefî düşünce, soyut epistemolojik bir süje yahut aşkın bir 'ben' solipsizminden kendini kurtarmalıdır. Benim varlığım, başka benlerle birlikte yaşamakla ortaya çıkar".

Dahası, başka benlerle birlikte olmak, daha fazla varolmaktır ve ben-merkezcilikten kendimizi daha fazla kurtarmak demektir. Başkasıyla birlikte olmak, başkasını bir sen olarak kabul edebilen bir ben tarafından sağlanabilecek bir durumdur. Ben ve sen, asıl varlık olan Biz'in görünümleridir. "Varlık, biz (nous)dir". Öyieyse biz, başkalarıyla birlikte varolmaktır. Kısacası "biz (nous)'in ben(je) ve sen(tu)'den önce geldiğini ve 'ben' ile 'sen'i kurduğunu bilmek gerekir".

Karl Jaspers'te de durum Marcel'den pek farklı değildir. İnsan varoluşu için ferdilik esastır. Bu ferdilik, başkası tarafından temsil edilemez. Bu anlamda insan için bir yalnızlıktan bahsedilebilir. Ancak bu ferdilik içerisinde hiçbir insan kendi ekzistansımn hakikatine ulaşamaz. Çünkü hiçbir insan kendi kendine yeten değildir ve bu nedenden ötürü de başkasına muhtaçtır. Öyleyse Jaspers'e göre, "birlikte bulunma, insanlığın ayrılmaz bir özelliğidir. Bir kimse soyut bir fert olarak, insanlığını yaşayamaz. O, ancak başkaları vasıtasıyla ve başkalarında varolur; ve karşılıklı insanî bağlarla bir arada bulunma sayesinde, egzistenz'ın hakikatine erer".

Varoluşçu filozoflarda sözkonusu edilen birlikte bulunma ve ben'in öznelliğinin aşılarak başkasıyla birlikte varolma hali gerçekleşmiş olsa bile, bu durum bir dayanışmayı ifade etmez. Çünkü buradaki birlikte bulunma, daha çok ben'in kendi varlığını garantiye almak istemesi gibi bir amacı gözetir. Kısacası birlikte olmak, ben'in kendi kendine yetememesi sonucunda, varlığının tehlikeye düştüğü yerde, kendi varlığının keşfedilmesi açısından bir yararı göz önünde bulundurur. Oysa dayanışma, bir yarardan değil, evrensel yalnızlığın evrensel bir sonucu olarak ortaya çıkmalıdır. Dayanışma, sadece bir arada bulunan insan topluluğunun ortaya çıkardığı bir toplumsal hal değildir. O, biz duygusuna sahip insanların ortak bir değer adına, ortak davranışlarının bir adıdır. Dayanışma halindeki insanların yalnızlığı, antitezine dönüşerek, insan hem kendi varlığını hem de başkalarının varlığını onaylar. Bu anlamda, yalnızlık ve dayanışmayı en iyi değerlendiren Albert Camus'dür.

Camus'ye göre insan kendine, topluma ve doğaya yabancıdır. Bilinci ile yasamı arasında sürekli bir kopuş vardır ve her şey sürekli olarak monotonluk arzeder. Ölümle birlikte de her şey yok olup gider. Bu insan, aynı zamanda saçma bir insandır. Yabancı adlı romanın kahramanı hem bu saçmalığı, hem yabancılığı hem de yalnızlığı yaşar. Camus'nün düşüncelerinin bu aşamasında, saçma tecrübeyi yaşayan insanın acısı bireyseldir. Ama sürekli bu saçma halinde kalmak mümkün değildir. Çünkü saçma, bir hareket noktasıdır. Bu bireysellik ve saçmalık dayanışmada ortadan kaikar ve dayanışmada, bu acının ortak olduğunun bilincine varılır. Çünkü dayanışmayı oluşturan başkaldırmadır ve başkaldırmada insan, kendi bireysel değerini, evrensel insan niteliğini ve nihayet insanlar arasındaki dayanışma fikrini bulur. Bundan dolayı da Camus, "Başkaldırıyorum, öyleyse varız" der.'

Saçma olana başkaldırmayan ve dayanışmayı tanımayan yalnızlığından kurtulamaz ve ayrıca saçmaya da yenik düşer. Bu, intihardan farksızdır. Çünkü intihar da, saçma olana boyun eğmenin ve yenik düşmenin sonucunda ortaya çıkar. Oysa başkaldırma sayesinde, bütün insanlar için ortak olan bir değerin bilincine varılır. Bu bilinç, insanlık durumu evrensel olarak ortak olan ve aynı ortak kadere sahip insanların saçma olana karşı savaşmalarıdır. Bu savaş, insanî değerler içindir. Dayanışmayı tanımayan ve insanî değerleri reddeden insanların düştükleri durum, Malentendu adlı tiyatro eserinde tasvir edilir: Anne ve kızı Martha mutlu olmak istemektedirler. Anne, insanî değerlerin gerçekliğini, özel olarak da dayanışmayı tanımadığı için özgürlüğünü kaybetmiş ve sonunda intihar etmiştir. Martha da, mutlu olmak istiyordu, ama bu mutluluk başkalarının ölümü üzerine kurulmuş bir mutluluk olduğu için o da intihar etti. Öyleyse, saçma olana yenilen ve kurtuluşu başkalarının inkârında gören bir tutum, başkaldırmaya yönelik bir tutum olmadığı için dayanışmaya ve hakikî aşka ulaşamaz. Malentendu adlı oyundaki anlatılanın tam tersi bir durum Veba'da yaşanır. Veba, evrensel bir kötülüktür ve Oran şehrindeki bütün insanlar için bu salgın hastalık ortak bir kaderdir. Bu ortak kader, saçmalığın da ta kendisidir. Bu trajedi karşısında, bireyciliğin ortadan kaldırılıp, tek başına mutlu olmanın utanılacak bir şey olduğu düşüncesiyle, bütün Oran halkıyla özdeşleşmek, Dr. Rieux'nün yaptığı gibi, dayanışmanın şartıdır. Dayanışma, kötülüğü ve saçma olanı mutlak anlamda ortadan kaldırıcı değil, evrensel insanlık durumuna bir başkaldırı ve yaşama bir anlam yüklemedir.

Kanaatimizce, insan kendi kendine yeten ve kendi bireyselliği içerisinde kendini gerçekleştirebilen bir varlık değildir. Ufkumuzda başkası belirdiği an, başkasıyla kendimiz arasında hiçbir farkın olmadığını da görüyoruz. Durumu ortak olan insanların yapabileceği tek şey, ortak davranıştır. Bunun adı da, dayanışmadır.

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP