TOPLUMSAL DÜZEN OLUŞTURMAYA İLİŞKİN ÜÇ YAKLAŞIM: KANT, POPPER VE SARTRE
|
Ogün ÜREK
Bu yazı, aklı merkeze alarak toplumu düzenlemeyi amaçlayan üç farklı yaklaşımın ortaya koyduğu toplum tasarımlarından hangisinin ya da hangilerinin bilgisel bir temele sahip olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Bu amaçla, aklı biçimsel bir yapı olarak gören Kant’ın, aklı içerikli bir yapı olarak gören Popper’ın ve “dialektik akıl” olarak nitelendirdiği akıl anlayışıyla aklı bilgiyle varlık arasındaki ilgi olarak gören Sartre’ın toplum tasarımları serimlenerek, bu tasarımlardan Kant’ın toplum tasarımı önplana çıkarılacaktır.
Kant’ın toplumsal düzen anlayışını dile getirdiği “amaçlar krallığı” düşüncesinin temeline koyduğu aklın ürünü olan ahlâk yasası, akıl sahibi olan bütün varlıkların istemelerini belirleyebilecek nitelikte olan bu tek yasa, onun toplum anlayışının bilgisel temelini oluşturur. Çünkü, Popper ve Sartre’dan farklı olarak, Kant’ta ahlâk yasasının varlıksal temeli olan akıl, nesnel geçerliliğe sahip olan, yani her insanda ortak olarak bulunan, insanı insan yapan biçimsel yapıdır. Başka bir ifadeyle Kant, nesnel geçerliliği, herkes için geçerliliği, toplum anlayışının merkezinde olan aklın temel özelliği olarak görür. Bununla da Kant, nesnel geçerliliği, bir varlık tarzı olarak düşüncede varolanlara ilişkin yargıların bilgiler olup olmadığının sınanabilmesi için bakılacak yer, temel yapar.
Felsefe tarihinde ortaya konan görüşler arasındaki fark, büyük ölçüde filozofların görüşlerinde kullandıkları temel kavramlara yükledikleri farklı anlamlardan kaynaklanır. Temel bir felsefe kavramı olan “akıl” kavramı merkezinde bakıldığında, filozoflar “akıl nedir?” ya da “aklın yapısı nedir?” sorularına verdikleri farklı cevaplarla, öncelikle varlık ve bilgi anlayışlarını, bunun dolaylı sonucu olarak da etik ve toplum anlayışlarını şekillendirdikleri söylenebilir. Toplum anlayışları söz konusu edilerek filozofların “aklın yapısı nedir?” sorusuna verdikleri cevaplarla toplumsal düzeni nasıl şekillendirdiklerine bakıldığında ise, bu noktada üç farklı yaklaşım ön plana çıkarılabilir. İlki, aklı biçimsel bir yapı olarak görüp bu merkezde toplumsal düzene bakan Kant’ın yaklaşımı; ikincisi, aklı içerikli bir yapı olarak görüp bundan hareketle topluma bakan Popper’ın yaklaşımı; üçüncü ve son olarak, bu iki yaklaşımdan farklı olarak Sartre’ın “dialektik akıl” olarak adlandırdığı akıl temelinde toplumsal düzen oluşturmaya ilişkin yaklaşımı önplana çıkarılabilir.
Kant’ta insana ilişkin söylenebilecek ilk ve en temel şey, insanın akıl sahibi varlık olduğudur. Kant’a (1905; s.5) göre, akıl sahibi varlık olarak “insanın aklı, bilgilerinin bir türünde özel bir kaderle karşı karşıyadır. İnsan aklı bu bilgisinde öyle sorular tarafından rahatsız edilmektedir ki, akıl onları ne cevaplandırabiliyor, ne de yadsıyabiliyor”. Aklın sormaktan kendini alamadığı sorular ise üç şeye, Kant’ın ifadesiyle aklın ürünü olan üç ideye ilişkindir. Bu ideler özgürlük, Tanrı ve ölümsüzlük ideleridir. Aklın ürünü olan bu ideler mümkün deneyin sınırlarının ötesinde olan, transzendent ilkelerdir; yani bu idelerin gerçeklikleri teorik aklın alanında, bilme alanında değildir.
Kant’a (1994) göre bu ideler yalnız pratik aklın alanında, eylem alanında gerçekliğe sahiptirler. Kant için özgürlük kavramı sisteminin bütün yapısının kilit taşını oluşturur. Çünkü ona göre “özgürlük aynı zamanda, teorik aklın bütün ideleri içinde, doğrudan doğruya kavrayamasak da olanaklılığını a priori olarak bildiğimiz tek idedir; çünkü özgürlük ahlâk yasasının koşuludur” (Kant, 1994; s.4). Ahlâk yasası ise akıl sahibi olan bütün varlıkların istemelerini belirleyebilecek nitelikte olan tek yasadır ve şu şekilde dile getirilebilir. “Öyle eyle ki, senin istemenin maksimi, hep aynı zamanda genel bir yasamanın ilkesi olarak da geçerli olabilsin” (Kant, 1994; s.35). Kant, “ahlâk yasası” dediği bu yasayı temele alarak “pratik buyruğu”da şu şekilde ortaya koyar:
Her defasında insanlığa, kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun (Kant, 1995; s.46).
Kant, 1795’te yazdığı “Sürekli Barış Üstüne Felsefi Bir Deneme” de ifade ettiği türden kalıcı bir barış durumunun, başka bir ifadeyle ideal bir toplum düzeninin kurulmasının olanaklılığının temelini ahlâk yasasında, dolayısıyla da “pratik buyruk” da görür. Çünkü ona göre, akıl sahibi bir varlığın eylemlerinin ahlâksal değerini belirleme niteliğinde olabilecek tek yasa ahlâk yasasıdır. Ahlâk yasası ise aklın bir “olgusu”dur. “Çünkü istemenin kaçınılmaz olan, ama aynı zamanda deneysel ilkelere dayanmayan bir belirlemesine olgu” (Kant, 1994; s.62) denir. Bu durumda Kant’a (1994; s.36) göre “saf akıl kendi başına pratiktir ve (insana) ahlâk yasası diye adlandırdığımız genel bir yasa verir”. Aklın bu olgusu, yani pratik yasanın bilinci yadsınamaz. Bunu insan eylemlerinin ahlâka uygun olup olmadığı üzerindeki yargılama biçimlerinde açıkça görebiliriz. Çünkü ahlâk yasası aklın bir ürünü olduğundan, insan kendi öz varoluşunu zorunlu olarak bu yasaya göre tanımlar. Yani, başka bir ifadeyle “istemenin ahlâksal olarak iyi olması için ne yapmak gerektiğini bulabilmek için, keskin derinlere ulaşan bir bakışımın olması gerekmez” (Kant, 1995; s.19).
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Kant’ta ahlâk yasası aklın bir olgusu olduğundan, yani biçimsel bir niteliğe sahip olduğundan, yalnız akıl sahibi varlıkların istemeleri için bir ölçü olabilir. Kant’a göre, ahlâk yasası insan eylemlerinin “yapma” olarak adlandırılan kısmına ilişkin değildir. Kişi, her durumda neyin yapılması gerektiğini kendisi bulmak zorundadır. “Çünkü ahlâksal değer söz konusu olduğunda, sorun olan, gördüğümüz eylemler değil, eylemlerin görmediğimiz o iç ilkeleridir” (Kant, 1995; s.23).
Etiğinde attığı bu temellerin ardından Kant, bu temeller üzerine “amaçlar krallığı” düşüncesini koyar :
Kendini ve eylemlerini yargılayabilmek için her akıl sahibi varlığın, istemesinin bütün maksimleri aracılığıyla kendini genel yasa koyucu olarak görmesini gerektiren bir akıl sahibi varlık kavramı, ona bağlı olan çok verimli bir kavrama, bir amaçlar krallığı kavramına götürür (Kant, 1995;s.50).
Başka bir ifadeyle Kant, akıl sahibi bir varlığın eylemlerinin ahlâksal değerini belirlemek için ortaya koyduğu ahlâk yasasını, ahlâklı bir toplumsal düzen, ya da aynı anlama gelecek olan bir ifadeyle sürekli barış içinde olan bir toplumsal düzenin kurulması için de temel yaparak, yani bu düzenin olanaklılığı için ölçü yaparak “amaçlar krallığı”nı bir ideal olarak ortaya koyar. Kant (1995; s.51) ‘krallık’ derken ise, çeşitli akıl sahibi varlıkların, ortak yasalar aracılığıyla kurulan sistematik birliğini” anlar. Kant’a (1995) göre araç olarak değil, kendi başına amaç olarak görülmesi gereken akıl sahibi bir varlık, bu amaçlar krallığında genel yasa koyucu olarak bulunduğu ve bu yasalara kendisi de bağlı olduğu zaman, bu krallığın bir üyesidir. Yasa koyucu olarak başkasının hiçbir istemesine bağlı olmadığı zaman ise, bu krallığın başıdır. Kant “Sürekli Barış Üstüne Felsefi Bir Deneme” de bu düşüncesini başka bir şekilde şöyle ifade eder:
Temel sözleşme düşüncesinden doğmuş tek anayasa olan cumhuriyetçi anayasa, bir ulusun bütün yasalarına temel olmalıdır. Cumhuriyetçi anayasa, ilkin, bir toplum üyelerinin insan olmaları bakımından özgürlük; ikinci olarak, aynı zamanda uyruk olmaları bakımından da tek ve or tak bir yasa koyucuya bağlılık; üçüncü olarak da, uyruğun devletin üyeleri olmaları bakımından paylaştıkları eşitlik ilkesine dayanan tek düzendir (Kant, 1984; s.234).
Kant’a göre, amaçlar krallığında her şeyin ya fiatı vardır ya da değerlidir. Fiatı olan şeyin yerine eşdeğeri olan başka bir şey de konabilir, her türlü fiatın üstünde olan, yani eşdeğeri olmayan şey ise değerlidir. Başka bir ifadeyle “bir şeyin kendisinin amaç olmasının tek koşulunu oluşturan şeylerin yalnızca göreli bir değeri, yani fiatı değil, iç değeri vardır, yani değerlidir” (Kant, 1995; s.52).
Kant’ta akıl sahibi bir varlığın kendisinin amaç olabilmesini sağlayan tek koşul ahlâklılıktır. “Çünkü ancak onunla bu varlık amaçlar krallığında yasa koyucu bir üye olabilir. Böylece ahlâklılık ve insanlık, aynı şeyi sağlayabildiklerine göre, değerli olan tek şeydir” (Kant, 1995; s.52).
Sonuç olarak, görülmektedir ki, Kant’ta akıl sahibi varlık olarak insanın aklının bir olgusu, bir ürünü olan, kendisi de akıl gibi biçimsel bir niteliğe sahip olan ahlâk yasası, akıl sahibi varlığın eylemlerinin ahlâksal değerini belirlemede tek olanaklı yasa olduğu gibi, akıl sahibi varlıkların biraraya gelerek oluşturacakları bir toplumsal düzenin olanaklılığı için de tek olanaklı yasadır. Yine, aynı anlama gelebilecek olan bir ifadeyle, Kant’ta sürekli barış içinde olan bir toplum düzeni ancak insanın değerli bir varlık olduğu temel ilkesine dayanır.
Popper ise, toplum anlayışının temellerini, bütün organizmaların daha iyi bir dünya arayışı içinde olduğu düşüncesiyle atar. Ona göre insanlar, hayvanlar, bitkiler hattâ tek hücreliler, hepsi her zaman aktiftir. Durumlarını iyileştirmek ya da en azından olası bir kötüleşmeden kaçınmak için çaba harcarlar. “Böylece yaşamla -hattâ tek hücrelinin yaşamıyla- birlikte tamamen yeni bir şey, daha önce hiç olmayan bir şey doğar: Sorunlar ve etkin çözüm arayışları; değerlendirmeler, değerler; denemeler ve yanılgılar” (Popper, 2001; s.7). Bu nedenle, yaşadığımız dünya, sürekli bir devinim ve daha iyi bir dünya arayışı içerisinde olması nedeniyle, gittikçe güzelleşmiş ve daha fazla yaşam sevinci getirmiştir (Popper, 2001).
Popper’a göre diğer bütün organizmalar gibi insan da daha iyi bir dünya arayışı içindedir. İnsan gerçekliği ise birbiriyle kesişen üç dünyadan oluşur. İlki, fiziksel dünya ya da fiziksel durumların dünyası; ikincisi, bilinçli ya da düşünsel durumların dünyası; üçüncüsü de, insan aklının yarattığı nesnel ürünlerin dünyasıdır (Popper, 2001). Fiziksel olan dünya 1’de bütün canlı organizmalar sorun çözen varlıklardır. İşte, bu canlıların sorun çözme girişimleri sonucunda da dünya 2, yani bilinç dünyası ortaya çıkar.
Organizmalar günün her saatinde sorun çözmekle uğraşırlar, fakat bilincin yegâne görevi, her ne kadar bu onun en önemli biyolojik işlevi olsa da, yalnızca sorun çözmek değildir. Bilincin asıl işlevi, sorunun çözümünde başarı ve başarısızlığı önceden kestirmek ve organizmayı, izlediği doğru ya da yanlış yol konusunda sevinç ve üzüntülerle uyarmaktır (Popper, 2001; s.29).
Bununla da Dünya 3, yani “kültür” dünyası, insanoğlunun yarattığı eserler dünyası, kitap, senfoni, resim, heykel, ayakkabı, uçak, bilgisayar gibi eserleri ve dünya 1’e ait olan, tencere ve sopa gibi maddi cisimleri de kapsayan dünya ortaya çıkar (Popper, 2001).
Bu noktada Popper, önemli bir belirlemede bulunarak dünya 3’ün insan açısından önemini vurgular. Bizler ortaya çıkan eserin ya da ürünün asıl sahibi olma sıfatını taşırken çıkardığımız ürünle birlikte biçimleniriz. İnsandaki asıl yaratıcılık da budur zaten: Bir yandan yaratırken, diğer yandan kendimizi de değiştirmek. Bu öyle bir süreçtir ki, ancak bu üç yönü, bu üç dünyayı tümüyle anlamaya çalıştığımızda ve birbiriyle etkileşimini araştırdığımızda anlaşılır olacaktır (Popper, 2001; s.39).
Popper’a göre, düşünce tarihinde daha iyi bir dünya arayışının ürünü olan toplum anlayışlarının çoğunluğunu “kapalı toplum” anlayışları oluşturur. Ona göre kapalı bir toplum ise, yarı-biyolojik bağlarla, ortak çabalar, ortak tehlikeler, ortak sevinçler ve kaderlerle birbirine bağlanmış, bir sürüyü ya da bir kabileyi andıran yarı-organik bir birimdir (Popper, 1994; cilt I).
Bu yazı, aklı merkeze alarak toplumu düzenlemeyi amaçlayan üç farklı yaklaşımın ortaya koyduğu toplum tasarımlarından hangisinin ya da hangilerinin bilgisel bir temele sahip olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Bu amaçla, aklı biçimsel bir yapı olarak gören Kant’ın, aklı içerikli bir yapı olarak gören Popper’ın ve “dialektik akıl” olarak nitelendirdiği akıl anlayışıyla aklı bilgiyle varlık arasındaki ilgi olarak gören Sartre’ın toplum tasarımları serimlenerek, bu tasarımlardan Kant’ın toplum tasarımı önplana çıkarılacaktır.
Kant’ın toplumsal düzen anlayışını dile getirdiği “amaçlar krallığı” düşüncesinin temeline koyduğu aklın ürünü olan ahlâk yasası, akıl sahibi olan bütün varlıkların istemelerini belirleyebilecek nitelikte olan bu tek yasa, onun toplum anlayışının bilgisel temelini oluşturur. Çünkü, Popper ve Sartre’dan farklı olarak, Kant’ta ahlâk yasasının varlıksal temeli olan akıl, nesnel geçerliliğe sahip olan, yani her insanda ortak olarak bulunan, insanı insan yapan biçimsel yapıdır. Başka bir ifadeyle Kant, nesnel geçerliliği, herkes için geçerliliği, toplum anlayışının merkezinde olan aklın temel özelliği olarak görür. Bununla da Kant, nesnel geçerliliği, bir varlık tarzı olarak düşüncede varolanlara ilişkin yargıların bilgiler olup olmadığının sınanabilmesi için bakılacak yer, temel yapar.
Felsefe tarihinde ortaya konan görüşler arasındaki fark, büyük ölçüde filozofların görüşlerinde kullandıkları temel kavramlara yükledikleri farklı anlamlardan kaynaklanır. Temel bir felsefe kavramı olan “akıl” kavramı merkezinde bakıldığında, filozoflar “akıl nedir?” ya da “aklın yapısı nedir?” sorularına verdikleri farklı cevaplarla, öncelikle varlık ve bilgi anlayışlarını, bunun dolaylı sonucu olarak da etik ve toplum anlayışlarını şekillendirdikleri söylenebilir. Toplum anlayışları söz konusu edilerek filozofların “aklın yapısı nedir?” sorusuna verdikleri cevaplarla toplumsal düzeni nasıl şekillendirdiklerine bakıldığında ise, bu noktada üç farklı yaklaşım ön plana çıkarılabilir. İlki, aklı biçimsel bir yapı olarak görüp bu merkezde toplumsal düzene bakan Kant’ın yaklaşımı; ikincisi, aklı içerikli bir yapı olarak görüp bundan hareketle topluma bakan Popper’ın yaklaşımı; üçüncü ve son olarak, bu iki yaklaşımdan farklı olarak Sartre’ın “dialektik akıl” olarak adlandırdığı akıl temelinde toplumsal düzen oluşturmaya ilişkin yaklaşımı önplana çıkarılabilir.
Kant’ta insana ilişkin söylenebilecek ilk ve en temel şey, insanın akıl sahibi varlık olduğudur. Kant’a (1905; s.5) göre, akıl sahibi varlık olarak “insanın aklı, bilgilerinin bir türünde özel bir kaderle karşı karşıyadır. İnsan aklı bu bilgisinde öyle sorular tarafından rahatsız edilmektedir ki, akıl onları ne cevaplandırabiliyor, ne de yadsıyabiliyor”. Aklın sormaktan kendini alamadığı sorular ise üç şeye, Kant’ın ifadesiyle aklın ürünü olan üç ideye ilişkindir. Bu ideler özgürlük, Tanrı ve ölümsüzlük ideleridir. Aklın ürünü olan bu ideler mümkün deneyin sınırlarının ötesinde olan, transzendent ilkelerdir; yani bu idelerin gerçeklikleri teorik aklın alanında, bilme alanında değildir.
Kant’a (1994) göre bu ideler yalnız pratik aklın alanında, eylem alanında gerçekliğe sahiptirler. Kant için özgürlük kavramı sisteminin bütün yapısının kilit taşını oluşturur. Çünkü ona göre “özgürlük aynı zamanda, teorik aklın bütün ideleri içinde, doğrudan doğruya kavrayamasak da olanaklılığını a priori olarak bildiğimiz tek idedir; çünkü özgürlük ahlâk yasasının koşuludur” (Kant, 1994; s.4). Ahlâk yasası ise akıl sahibi olan bütün varlıkların istemelerini belirleyebilecek nitelikte olan tek yasadır ve şu şekilde dile getirilebilir. “Öyle eyle ki, senin istemenin maksimi, hep aynı zamanda genel bir yasamanın ilkesi olarak da geçerli olabilsin” (Kant, 1994; s.35). Kant, “ahlâk yasası” dediği bu yasayı temele alarak “pratik buyruğu”da şu şekilde ortaya koyar:
Her defasında insanlığa, kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun (Kant, 1995; s.46).
Kant, 1795’te yazdığı “Sürekli Barış Üstüne Felsefi Bir Deneme” de ifade ettiği türden kalıcı bir barış durumunun, başka bir ifadeyle ideal bir toplum düzeninin kurulmasının olanaklılığının temelini ahlâk yasasında, dolayısıyla da “pratik buyruk” da görür. Çünkü ona göre, akıl sahibi bir varlığın eylemlerinin ahlâksal değerini belirleme niteliğinde olabilecek tek yasa ahlâk yasasıdır. Ahlâk yasası ise aklın bir “olgusu”dur. “Çünkü istemenin kaçınılmaz olan, ama aynı zamanda deneysel ilkelere dayanmayan bir belirlemesine olgu” (Kant, 1994; s.62) denir. Bu durumda Kant’a (1994; s.36) göre “saf akıl kendi başına pratiktir ve (insana) ahlâk yasası diye adlandırdığımız genel bir yasa verir”. Aklın bu olgusu, yani pratik yasanın bilinci yadsınamaz. Bunu insan eylemlerinin ahlâka uygun olup olmadığı üzerindeki yargılama biçimlerinde açıkça görebiliriz. Çünkü ahlâk yasası aklın bir ürünü olduğundan, insan kendi öz varoluşunu zorunlu olarak bu yasaya göre tanımlar. Yani, başka bir ifadeyle “istemenin ahlâksal olarak iyi olması için ne yapmak gerektiğini bulabilmek için, keskin derinlere ulaşan bir bakışımın olması gerekmez” (Kant, 1995; s.19).
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Kant’ta ahlâk yasası aklın bir olgusu olduğundan, yani biçimsel bir niteliğe sahip olduğundan, yalnız akıl sahibi varlıkların istemeleri için bir ölçü olabilir. Kant’a göre, ahlâk yasası insan eylemlerinin “yapma” olarak adlandırılan kısmına ilişkin değildir. Kişi, her durumda neyin yapılması gerektiğini kendisi bulmak zorundadır. “Çünkü ahlâksal değer söz konusu olduğunda, sorun olan, gördüğümüz eylemler değil, eylemlerin görmediğimiz o iç ilkeleridir” (Kant, 1995; s.23).
Etiğinde attığı bu temellerin ardından Kant, bu temeller üzerine “amaçlar krallığı” düşüncesini koyar :
Kendini ve eylemlerini yargılayabilmek için her akıl sahibi varlığın, istemesinin bütün maksimleri aracılığıyla kendini genel yasa koyucu olarak görmesini gerektiren bir akıl sahibi varlık kavramı, ona bağlı olan çok verimli bir kavrama, bir amaçlar krallığı kavramına götürür (Kant, 1995;s.50).
Başka bir ifadeyle Kant, akıl sahibi bir varlığın eylemlerinin ahlâksal değerini belirlemek için ortaya koyduğu ahlâk yasasını, ahlâklı bir toplumsal düzen, ya da aynı anlama gelecek olan bir ifadeyle sürekli barış içinde olan bir toplumsal düzenin kurulması için de temel yaparak, yani bu düzenin olanaklılığı için ölçü yaparak “amaçlar krallığı”nı bir ideal olarak ortaya koyar. Kant (1995; s.51) ‘krallık’ derken ise, çeşitli akıl sahibi varlıkların, ortak yasalar aracılığıyla kurulan sistematik birliğini” anlar. Kant’a (1995) göre araç olarak değil, kendi başına amaç olarak görülmesi gereken akıl sahibi bir varlık, bu amaçlar krallığında genel yasa koyucu olarak bulunduğu ve bu yasalara kendisi de bağlı olduğu zaman, bu krallığın bir üyesidir. Yasa koyucu olarak başkasının hiçbir istemesine bağlı olmadığı zaman ise, bu krallığın başıdır. Kant “Sürekli Barış Üstüne Felsefi Bir Deneme” de bu düşüncesini başka bir şekilde şöyle ifade eder:
Temel sözleşme düşüncesinden doğmuş tek anayasa olan cumhuriyetçi anayasa, bir ulusun bütün yasalarına temel olmalıdır. Cumhuriyetçi anayasa, ilkin, bir toplum üyelerinin insan olmaları bakımından özgürlük; ikinci olarak, aynı zamanda uyruk olmaları bakımından da tek ve or tak bir yasa koyucuya bağlılık; üçüncü olarak da, uyruğun devletin üyeleri olmaları bakımından paylaştıkları eşitlik ilkesine dayanan tek düzendir (Kant, 1984; s.234).
Kant’a göre, amaçlar krallığında her şeyin ya fiatı vardır ya da değerlidir. Fiatı olan şeyin yerine eşdeğeri olan başka bir şey de konabilir, her türlü fiatın üstünde olan, yani eşdeğeri olmayan şey ise değerlidir. Başka bir ifadeyle “bir şeyin kendisinin amaç olmasının tek koşulunu oluşturan şeylerin yalnızca göreli bir değeri, yani fiatı değil, iç değeri vardır, yani değerlidir” (Kant, 1995; s.52).
Kant’ta akıl sahibi bir varlığın kendisinin amaç olabilmesini sağlayan tek koşul ahlâklılıktır. “Çünkü ancak onunla bu varlık amaçlar krallığında yasa koyucu bir üye olabilir. Böylece ahlâklılık ve insanlık, aynı şeyi sağlayabildiklerine göre, değerli olan tek şeydir” (Kant, 1995; s.52).
Sonuç olarak, görülmektedir ki, Kant’ta akıl sahibi varlık olarak insanın aklının bir olgusu, bir ürünü olan, kendisi de akıl gibi biçimsel bir niteliğe sahip olan ahlâk yasası, akıl sahibi varlığın eylemlerinin ahlâksal değerini belirlemede tek olanaklı yasa olduğu gibi, akıl sahibi varlıkların biraraya gelerek oluşturacakları bir toplumsal düzenin olanaklılığı için de tek olanaklı yasadır. Yine, aynı anlama gelebilecek olan bir ifadeyle, Kant’ta sürekli barış içinde olan bir toplum düzeni ancak insanın değerli bir varlık olduğu temel ilkesine dayanır.
Popper ise, toplum anlayışının temellerini, bütün organizmaların daha iyi bir dünya arayışı içinde olduğu düşüncesiyle atar. Ona göre insanlar, hayvanlar, bitkiler hattâ tek hücreliler, hepsi her zaman aktiftir. Durumlarını iyileştirmek ya da en azından olası bir kötüleşmeden kaçınmak için çaba harcarlar. “Böylece yaşamla -hattâ tek hücrelinin yaşamıyla- birlikte tamamen yeni bir şey, daha önce hiç olmayan bir şey doğar: Sorunlar ve etkin çözüm arayışları; değerlendirmeler, değerler; denemeler ve yanılgılar” (Popper, 2001; s.7). Bu nedenle, yaşadığımız dünya, sürekli bir devinim ve daha iyi bir dünya arayışı içerisinde olması nedeniyle, gittikçe güzelleşmiş ve daha fazla yaşam sevinci getirmiştir (Popper, 2001).
Popper’a göre diğer bütün organizmalar gibi insan da daha iyi bir dünya arayışı içindedir. İnsan gerçekliği ise birbiriyle kesişen üç dünyadan oluşur. İlki, fiziksel dünya ya da fiziksel durumların dünyası; ikincisi, bilinçli ya da düşünsel durumların dünyası; üçüncüsü de, insan aklının yarattığı nesnel ürünlerin dünyasıdır (Popper, 2001). Fiziksel olan dünya 1’de bütün canlı organizmalar sorun çözen varlıklardır. İşte, bu canlıların sorun çözme girişimleri sonucunda da dünya 2, yani bilinç dünyası ortaya çıkar.
Organizmalar günün her saatinde sorun çözmekle uğraşırlar, fakat bilincin yegâne görevi, her ne kadar bu onun en önemli biyolojik işlevi olsa da, yalnızca sorun çözmek değildir. Bilincin asıl işlevi, sorunun çözümünde başarı ve başarısızlığı önceden kestirmek ve organizmayı, izlediği doğru ya da yanlış yol konusunda sevinç ve üzüntülerle uyarmaktır (Popper, 2001; s.29).
Bununla da Dünya 3, yani “kültür” dünyası, insanoğlunun yarattığı eserler dünyası, kitap, senfoni, resim, heykel, ayakkabı, uçak, bilgisayar gibi eserleri ve dünya 1’e ait olan, tencere ve sopa gibi maddi cisimleri de kapsayan dünya ortaya çıkar (Popper, 2001).
Bu noktada Popper, önemli bir belirlemede bulunarak dünya 3’ün insan açısından önemini vurgular. Bizler ortaya çıkan eserin ya da ürünün asıl sahibi olma sıfatını taşırken çıkardığımız ürünle birlikte biçimleniriz. İnsandaki asıl yaratıcılık da budur zaten: Bir yandan yaratırken, diğer yandan kendimizi de değiştirmek. Bu öyle bir süreçtir ki, ancak bu üç yönü, bu üç dünyayı tümüyle anlamaya çalıştığımızda ve birbiriyle etkileşimini araştırdığımızda anlaşılır olacaktır (Popper, 2001; s.39).
Popper’a göre, düşünce tarihinde daha iyi bir dünya arayışının ürünü olan toplum anlayışlarının çoğunluğunu “kapalı toplum” anlayışları oluşturur. Ona göre kapalı bir toplum ise, yarı-biyolojik bağlarla, ortak çabalar, ortak tehlikeler, ortak sevinçler ve kaderlerle birbirine bağlanmış, bir sürüyü ya da bir kabileyi andıran yarı-organik bir birimdir (Popper, 1994; cilt I).