NİETZSCHE'DE HAKİKAT VE PERSPEKTİVİZM
|
Nevzat CAN
Mesleki yaşamına bir filolog olarak başlayan Nietzsche, yirminci yüzyıl felsefesinde önemli bir yere sahiptir. Düşünceleri pek çok düşünür tarafından tartışılan, yorumlanan Nietzsche'nin yapıtlarını okumak kolay fakat onları anlamak, hemen hemen diğer bütün düşünürlerin yapıtlarını anlamaktan daha zordur. Aslında Nietzsche'nin düşüncelerinin anlaşılmazlığı ve farklı biçimlerde yorumlanması bir rastlantı değildir. Çünkü O, engin bir düşünce ufkuna sahip olmasından dolayı eserlerinde geniş bir alanı tarayıp -parçalı bir şekilde olsa da- karmaşık bir bütünlüğe ulaşmak istemektedir. Ancak, parçalı yazı, her şeyden önce bir sistemin reddi, eksik olana tutku, düşüncenin tamamlanmamış hareketi olarak da düşünülebilir. Nietzsche'nin parçalı yazı dolayımında, postmodern düşüncenin yol açıcısı olduğu söylenegelmiştir hep. Zaten Nietzsche, dünyayı okumanın parçalı yazıyla olanaklı olacağını düşünüyor gibidir. Yapıtlarındaki bu parçalılık, eşyayı parçalı olarak görmesinden değil, eşyanın parçalı halinin onun zihninde yansımış olmasından kaynaklanmaktadır. Fakat bu parçalı yazı stilinden dolayı O'nun düşünceleri çoğu kez birbirleriyle çelişiyor gibi görünmektedir. Bu nedenle Nietzsche'yi okurken tüm bu parçalılığı kendi altında bir çatı gibi toplayan bütünlüğü görebilmek, O'nun düşüncelerinin anlaşılması açısından çok önemlidir. Öte yandan, bütünlüğü görmeye çalışmak, bütün bakış açılarını aynı anda içerecek bir tek bakış açısının olabilirliği anlamında alınmamalıdır. Çünkü, böyle bir şeyin olabilirliğine bizzat Nietzsche'nin kendisi karşıdır. Ayrıca, Nietzsche'nin yapıtlarında kullandığı kavramlar sabit ve içerikleri bir tek anlamla doldurulmuş şekilde tek tanımlı olarak kalmaz, kategoriler, her defasında değerlendirilir, değişik ton ve renklerde ve başka bir örtü altında okuyucunun dikkatine sunulur. Bu durum, hem okuyucunun içinde bulunduğu reel yapının çoğul-çeşitliliğinin okuyucuyu etkilemesi durumunun ve hem de metnin bir tek anlam içerisine sıkıştırılamayacak olan dinamizminin okuyucu tarafından fark edilmesinin önemine yapılan bir vurgudur.
Nietzsche'nin düşüncelerinin "her yerden" başladığını söylemek bir abartma olmaz kanımca. Çünkü, Nietzsche'de her şey bir kilim misali birbirini tutar, ancak temel güçlük şu noktadadır: Bu durumda "Her şey" nasıl "bir yerden" başlanarak söylenecektir? Nietzsche'yi anlamak için sadece ne söylediğine kulak vermek yeterli olmayıp, aynı zamanda onun düşüncelerini nasıl dile getirdiğine de, yani üslubuna da dikkat etmek gerekir. Bir başka ifadeyle Nietzsche'nin neyi nasıl dile getirdiği, onun düşüncelerinin anlaşılmasına anahtar görevi görmektedir. Çünkü, Nietzsche'nin düşüncesinde hakikat ve perspektivizm kavramlarının ve daha birçok kavramın ne anlama geldiğini tespit edebilmenin yolu, onun düşüncelerini ifade ederken kullandığı üslubun tam orta yerinden geçmeye bağlıdır.
Nietzsche, Kant'ın dünyaya ilişkin deneyimimizi anlaşılır ve hesaplanabilir kılma amacıyla dünyaya kategoriler dayattığımız görüşünü kabullenip, hakikate ilişkin bir tekabüliyet ( correspondance) kuramını reddetmektedir. Bu kuramla iddia edilen şudur: Biz, sahip olduğumuz kavram ve yargılar aracılığıyla "gerçekliğe" mutlak bir şekilde ulaşabiliriz. Bu görüş, felsefe tarihi içerisinde dogmatik rasyonalizmin hakikate ilişkin görüşüdür, ancak Nietzsche tarafından bütünüyie reddedilmektedir. Çünkü, uygunluk ya da tekabüliyet kuramı olarak adlandırılan bu kuram, zihnin kategorileriyle varlığın kategorilerinin birbirlerine denk düştüğü şeklindeki önkabule dayanmaktadır. Oysa, Nietzsche'nin okuyucuyu düşünmeye çağırdığı sorun, mantıksal aksiyomların realite için ne denli yeterli olduğu ya da bizim yalnızca gerçekliği yaratmamızı sağlayan araçlar olup olmadıklarıdır. Çünkü Nietzsche'ye göre "aynı şeyi hem onaylamayı hem de reddetmeyi başaramayız: Bu bir sübjektif deney yasasıdır, herhangi bir zorunluluğun ifadesi değildir, fakat yalnızca bir yetersizlik-kabiliyetsizliktir{ inability ). Eğer, Aristoteles'e göre, çelişme yasası bütün prensiplerin en kesini ise, üzerine bütün kanıtlamaların dayandığı nihai ve en temel (olanı) ise, eğer her aksiyomun prensibi onda bulunuyorsa, bu durumda onun temelinde hangi iddiaları koşul olarak ileri sürdüğü daha dikkatli bir şekilde düşünülmelidir. Ya onunla reel olanın, varolanın hakkında bir şey iddia edilir ( öne sürülür), ya da bu önerme şu anlama gelir: Aykırı nitelikler ona affedilmemelidir. Bu durumda, mantık, emredici ( imperative) olacaktır ki, gerçeğin bilgisi olarak değil fakat bizim tarafımızdan, gerçek diye adlandırılacak olan bir dünyanın düzenlenmesi ve varsayıîmasma yönelmiş olacaktır. Kısacası, mantıksal aksiyomlar realiteye uygun mudur, yoksa reel olanı, "realite" kavramını bizim için yaratacak olan ölçütler, araçlar mıdır sorusu yanıtlanmamış olarak durmaktadır.
Nietzsche'ye göre hakikat, "bulunacak" veya "keşfedilecek" bir şey değildir. "Hakikat iradesi bir sabitleştirmedir, gerçek ve sürekli kılmadir, nesnelerin sahte özelliğini ortadan kaldırmadır, onun varolanlar açısından yeniden yorumlanmasıdır. Bu yüzden "hakikat", orada bulunabilecek ya da keşfedilecek bir şey değildir. Aksine "hakikat", yaratılması gere-ken bir sürece isim veren bir şeydir. Daha ziyade temelde sonu olmayan bir galip gelme iradesidir. Sonsuza kadar giden bir süreç olarak, bir etkin belirlemeyle kendinde sabit ve belirlenmiş olan bir şeyin bilincine varma değildir. O, "güç istenci" için bir sözcüktür. Bir başka ifadeyle "hakikat", güç istencinin dile getirilmesidir. Dünyaya ilişkin yargılara gereksinim duymamızın nedeni de onların doğru olmaları değildir. Bu yargılar, bizim, dünyadaki güçlülük duygumuzu artırdıkları için onlara gereksinim duyarız. Dünyaya dair herhangi bir yargı yanlış olabilir ama yine de bu yargı, "yaşamı ilerletme" ve "türü koruma" gibi bir fonksiyonu yerine getirebilir. Bizim ilgilenmemiz gereken, dünyaya ilişkin yorumların "doğru" veya "yanlış" olup olmaması değildir. Nietzsche için önemli olan, dünyaya dair yorumların güç istencini denetim ve güçten yana mı, yoksa kaos ve güçsüzlükten yana mı geliştirdiğidir. Nietzsche, aynı perspektifi ahlâki değer ve yargılara da uygular. Ahlâki değer ve yargılara ilişkin çözümlemelerin, söz konusu değer ve yargıların varsaydığı "hakikat-iddialan" üzerinde değil, zengin, güçlü, bereketli ya da zayıf, tükenmiş ve yozlaştıncı yaşam biçimlerini yansıtıp yansıtmadığı sorunu üzerinde yoğunlaşması gerektiğini söyler. Yargıları bu şekilde düşünmek, radikal bir "perspektivizm" kapsamında ve "iyinin ve kötünün ötesinde" bir
bakış açısından hareketle düşünmek anlamına gelir. Çünkü, bu tür bir düşünme tarzı, insanın bilgi formlarının koşullanmış olduğunu, bir başka ifadeyle belirlenmişliğini kabul eder ve ahlâki ya da başka türde mutlaklarla ilgilenmez.
Nietzsche, koşulsuz ve mutlak "hakikat istemi"ne dair eleştirisini "özne" kavramına da yöneltir. O, Descartes'in bilginin temeline yerleştirdiği ve kendisinden asla şüphe edilemeyecek olarak kabul ettiği " cogito ergo sum"unda söz konusu edilen "özne"nin varoluşunun mitolojik olduğunu savunmaktadır. Çünkü, Nietzsche'ye göre burada "Ben"in varoluşu basitçe doğru ve "Ben" bir töz olarak kabul edilmektedir. Böyle bir kabul bizi insan ve dünya arasındaki ilişkiyi daima bir özne ve bir nesne düalizmi çerçevesinde düşünmeye yönelten dilbilgisel kategorilere olan inancımız yüzünden, insan ben'ini bir töz olarak düşünmeye ya da dünyadaki tüm eylemlerimizin nedeninin bu töz olduğu inancına götürür. Nietzsche'nin dile getirdiği şekliyle, insanlar, dilbilgisine olan inançlarını sürdürdükleri müddetçe Tanrı'dan kurtulamayacaklardır. Çünkü, şeylere, töze ve varlığa olan inanç, dilbilgiseî önyargılardan kaynaklanmaktadır. Bu dikkate değer ve aynı zamanda zihin bulandırıcı önermede birçok şey ima edilmektedir. Okuyucunun bunun anlamını tam olarak anlayabilmesi için ilk önce, Tanrı ile dilbilgisi arasındaki bağlantıyı özne kavramının sağladığını fark etmesi gerekir. Nietzsche, özne kavramının olduğu gibi, en yüksek özne olarak düşünülen "Tanrı" kavramının da dilbilgisindeki özne-nesne ayrımından kaynaklandığını düşünmektedir. Tanrı düşüncesinin kökeni dilbilgisinde olduğuna göre, Nietzsche, şu an kullanılan dilbilgisinin bütünüyle ortadan kaldırılıp yerine yeni bir dilbilgisinin ikame edilmesi gerektiğini söylemektedir. Böylece bu yeni dil'in yeni bir yorumlama sistemi oluşturacağım, buna bağlı olarak da bu dilin kavram ve bilgisine tekabül eden yeni bir gerçeklik ortaya çıkacaktır. Gerçeklik, süreçlerden oluşmasına karşın, dilin şeyleştirilmesi aracılığıyla gerçeklik'in süreçlerden oluştuğunu ve sürekli bir hareket ve değişim tarafından belirlendiği unutulmaktadır. Eskiden, değişim, oluş, görünüşün bir kanıtı olarak, bizi yanılgıya götüren bir şeylerin varlığının işaretleri olarak ele alınmaktaydı. Bugün ise tam tersine biz,, aklın önyargısının bizi birlik, aynılık, töz, neden, nesnellik, varlık gibi kavramları koymaya zorladığı ölçüde bir kesinlikle, kendimizi belirli ölçüde yanılsamalarla iç içe, yanılsamayı bir gereklilik olarak kabul etmeye zorladığını görüyoruz; ne kadar sıkı bir hesap yaparsak yapalım, yine de burada bir yanılsamanın bulunduğunun farkındayız. Büyük yıldızların hareketlerinde de durum bundan pek farklı değildir: Onlarda yanılgı bizim gözlerimize sahiptir, burada ise yanılgı değişmez bir avukat olarak bizim dilimize sahiptir. Kaynağı itibariyle dil, zaman içinde psikolojinin en çok dumura uğramış parçasıdır: Dilin metafiziğinin temel öncülleri bilinç seviyesine çıkarıldığında kaba bir fetişizmin içerisinde olduğumuzu görürüz: Yani, aklın içinde. İnsanın duyularının tanıklığını tahrif etmekte olan neden ise akıldır. Duyuların sağladığı delillere insan tarafından yüklenen anlam, onu ilk kez olarak bir yalanla; birlik, maddesellik, töz, süre yalanıyla tanıştırmaktadır. " Doğrudan doğruya Kant'a verilmiş bir karşılık gibi görünen, Kant'in temel tecrübe görüşünü, oldukça farklı bir nokta üzerinde durarak dahi olsa, kabul eden bu yorumunda, Nietzsche, fenomenal görünüşler dünyasının varolan 'tek dünya olduğunu, gerçek dünyanın ona sadece yalanla eklendiğini...' savunur." Kant'ın dış dünya hakkındaki deneyimin aşkın ben tarafından kuruluşu olarak gördüğü şeye, Nietzsche, yalan ve aldatma adını vermektedir. Hakikat, her şeye karşın vardır, ancak o yalnızca sübjektif görünüşlerin kaotik akışında, duyularımızın tanıklığında bulunmaktadır.
Nietzsche, "hakikati bir kadın olarak varsaysak bile, tüm felsefeciler dogmatik oldukları sürece, kadınları anlamada da güdük kalırlar", demektedir. Şimdiye kadar hakikate yaklaşımlanndaki iğrenç ciddiyetleri ve sıkıntı verici tutumları, bir kadının kalbini kazanmanın kaba ve uygun olmayan yöntemleri değil midir? Kesin olan bir şey varsa o da, kadının, kendinin elde edilmesine izin vermemesidir. Bugün her türden dogmatizm, hayal kırıklığına uğramış, bir kenarda perişan bir halde bulunmaktadır. Çünkü, dogmatizmin yıkıldığını ve her türlü dogmatizmin hezimete uğradığını söyleyenler var artık. Aslında Nietzsche, özgür istem, özne ve ruh kavramlarının, tarihin çeşitli dönemlerinde yaşamlarına düşsel bir özgürlüğün yanı sıra bir tözsellik duygusu da kazandırma amacıyla güçsüz ve ezilmiş insan grupları tarafından ortaya atılan kurmacalar oldukları yönündeki radikal anlayışı savunmaktadır. Özgürce isteyen bir öznenin icat edilmesiyle zayıflar, güçlü olanları eylemlerinden dolayı sorumlu tutabilir ve güçlerinden dolayı suçluluk duymalarına yol açabilirler. Aynı zamanda, kendilerinin güçten yoksun olmalarını da manevi özgürlüğün bir koşulu olarak yüceltebilirler. Oysa, Nietzsche açısından en sahici eylem, özgürce akan, sağlam bir sağlık ve güçten bilinçsizce kaynaklanan eylemdir. İnsan denen hayvanda bilincin ortaya çıkışı, ille de bir ilerleme belirtisi olarak değil, bir batış ya da bir güçsüzleşme belirtisi olarak görülmelidir.
Nietzsche'nin hakikat ve bilgiye ilişkin temelden yıkıcı olan görüşleriyle ilgili olan iki ana sorun vardır: Öncelikle, insan, kategorilerinden bağımsız olarak bir gerçekliğe ulaşamıyorsa ve neyin doğru , neyin yanlış olduğunu gerçek anlamda asla bilemiyorsa, Nietzsche nasıl oluyor da gerçekliğin "güç istemi" olduğunu iddia edebiliyor? İkincisi, Nietzsche görelilik sorunundan nasıl kaçınabilir? Bu sorulardan hareketle denilebilir ki, Nietzsche'nin perspektivizm öğretisinin önüne çıkan sorunlardan biri, öğretisinin destekliyor göründüğü yorumsal çoğulculuğun, -yani dünyaya ilişkin tek bir hakikat bulunmadığını, yalnızca, yükselen ve alçalan yaşam biçimlerinin gereksinimine hizmet eden farklı yorumlar bulunduğunu savunan görüşün- kolayca, tüm hakikat iddialarının eşit geçerliliğe sahip onaylayın bir güç isteminin dışavurumlarından başka bir şey olarak görülmediği teorik bir anarşizme dönüşecek biçimde yozlaşabileceğidir. Nietzsche, bu yorumsal çoğulculuğa bağlı olarak fizikçilerin kibirle dile getirdikleri "doğanın yasaya uygunluğu" şeklindeki anlayışın da aslında, bir yorum olduğunu vurgulamaktadır. Bunun bir olgu sorunu olmadığını, bir metin sorunu hiç olmadığını, aksine yalnızca anlamın, kendisiyle modern ruhun demokratik güdülerine aşırı imtiyaz tanınan çocuksu bir düzeltilmesi ve saptırılması olduğunu söylemektedir.
Nietzsche, fizikçilerin doğaya ilişkin yasalılık şeklinde ileri sürdükleri görüşün bir yorum olduğunu, bir metin olmadığını ve birinin çıkıp aynı "doğa"yı, karşıt niyetlerle ve yorumlama biçimleriyle okuyabileceğim; aynı fenomenler konusunda, daha doğrusu güç istemlerinin despotik tarzda saygısız ve amansız tatbikiyle -bir yorumcu "güç istenci"nin istisna kabul etmez ve kayıt-şart tanımayan bütün boyutlarını öylesine canlı bir biçimde ortaya koyabilir ki, hemen her kelime, hatta despotluk kelimesinin kendisi bile sonunda uygunsuz veya zayıflatıcı ve darlaştıncı bir metafora dönüşebilir fakat o, her şeye karşın yorumunu, bu dünya hakkında sizin söylediğiniz şeyle aynı şeyi söyleyerek bitirebilir. Yani onda yasalar bulunduğu için değil, aksine doğada kesinlikle yasalar olmadığı için onun zorunlu ve hesaplanabilir bir kaynağa sahip olduğunu ve her gücün her an nihai sonuçlara yol açtığını söyleyerek bitirebilir, demektedir. Birisi çıkıp, bunun da "sadece bir yorum" olduğunu belirterek Nietzsche'nin konumuna itiraz etseydi, Nietzsche buna "pekala, bu çok daha iyi" şeklinde cevap verirdi herhalde.
Mesleki yaşamına bir filolog olarak başlayan Nietzsche, yirminci yüzyıl felsefesinde önemli bir yere sahiptir. Düşünceleri pek çok düşünür tarafından tartışılan, yorumlanan Nietzsche'nin yapıtlarını okumak kolay fakat onları anlamak, hemen hemen diğer bütün düşünürlerin yapıtlarını anlamaktan daha zordur. Aslında Nietzsche'nin düşüncelerinin anlaşılmazlığı ve farklı biçimlerde yorumlanması bir rastlantı değildir. Çünkü O, engin bir düşünce ufkuna sahip olmasından dolayı eserlerinde geniş bir alanı tarayıp -parçalı bir şekilde olsa da- karmaşık bir bütünlüğe ulaşmak istemektedir. Ancak, parçalı yazı, her şeyden önce bir sistemin reddi, eksik olana tutku, düşüncenin tamamlanmamış hareketi olarak da düşünülebilir. Nietzsche'nin parçalı yazı dolayımında, postmodern düşüncenin yol açıcısı olduğu söylenegelmiştir hep. Zaten Nietzsche, dünyayı okumanın parçalı yazıyla olanaklı olacağını düşünüyor gibidir. Yapıtlarındaki bu parçalılık, eşyayı parçalı olarak görmesinden değil, eşyanın parçalı halinin onun zihninde yansımış olmasından kaynaklanmaktadır. Fakat bu parçalı yazı stilinden dolayı O'nun düşünceleri çoğu kez birbirleriyle çelişiyor gibi görünmektedir. Bu nedenle Nietzsche'yi okurken tüm bu parçalılığı kendi altında bir çatı gibi toplayan bütünlüğü görebilmek, O'nun düşüncelerinin anlaşılması açısından çok önemlidir. Öte yandan, bütünlüğü görmeye çalışmak, bütün bakış açılarını aynı anda içerecek bir tek bakış açısının olabilirliği anlamında alınmamalıdır. Çünkü, böyle bir şeyin olabilirliğine bizzat Nietzsche'nin kendisi karşıdır. Ayrıca, Nietzsche'nin yapıtlarında kullandığı kavramlar sabit ve içerikleri bir tek anlamla doldurulmuş şekilde tek tanımlı olarak kalmaz, kategoriler, her defasında değerlendirilir, değişik ton ve renklerde ve başka bir örtü altında okuyucunun dikkatine sunulur. Bu durum, hem okuyucunun içinde bulunduğu reel yapının çoğul-çeşitliliğinin okuyucuyu etkilemesi durumunun ve hem de metnin bir tek anlam içerisine sıkıştırılamayacak olan dinamizminin okuyucu tarafından fark edilmesinin önemine yapılan bir vurgudur.
Nietzsche'nin düşüncelerinin "her yerden" başladığını söylemek bir abartma olmaz kanımca. Çünkü, Nietzsche'de her şey bir kilim misali birbirini tutar, ancak temel güçlük şu noktadadır: Bu durumda "Her şey" nasıl "bir yerden" başlanarak söylenecektir? Nietzsche'yi anlamak için sadece ne söylediğine kulak vermek yeterli olmayıp, aynı zamanda onun düşüncelerini nasıl dile getirdiğine de, yani üslubuna da dikkat etmek gerekir. Bir başka ifadeyle Nietzsche'nin neyi nasıl dile getirdiği, onun düşüncelerinin anlaşılmasına anahtar görevi görmektedir. Çünkü, Nietzsche'nin düşüncesinde hakikat ve perspektivizm kavramlarının ve daha birçok kavramın ne anlama geldiğini tespit edebilmenin yolu, onun düşüncelerini ifade ederken kullandığı üslubun tam orta yerinden geçmeye bağlıdır.
Nietzsche, Kant'ın dünyaya ilişkin deneyimimizi anlaşılır ve hesaplanabilir kılma amacıyla dünyaya kategoriler dayattığımız görüşünü kabullenip, hakikate ilişkin bir tekabüliyet ( correspondance) kuramını reddetmektedir. Bu kuramla iddia edilen şudur: Biz, sahip olduğumuz kavram ve yargılar aracılığıyla "gerçekliğe" mutlak bir şekilde ulaşabiliriz. Bu görüş, felsefe tarihi içerisinde dogmatik rasyonalizmin hakikate ilişkin görüşüdür, ancak Nietzsche tarafından bütünüyie reddedilmektedir. Çünkü, uygunluk ya da tekabüliyet kuramı olarak adlandırılan bu kuram, zihnin kategorileriyle varlığın kategorilerinin birbirlerine denk düştüğü şeklindeki önkabule dayanmaktadır. Oysa, Nietzsche'nin okuyucuyu düşünmeye çağırdığı sorun, mantıksal aksiyomların realite için ne denli yeterli olduğu ya da bizim yalnızca gerçekliği yaratmamızı sağlayan araçlar olup olmadıklarıdır. Çünkü Nietzsche'ye göre "aynı şeyi hem onaylamayı hem de reddetmeyi başaramayız: Bu bir sübjektif deney yasasıdır, herhangi bir zorunluluğun ifadesi değildir, fakat yalnızca bir yetersizlik-kabiliyetsizliktir{ inability ). Eğer, Aristoteles'e göre, çelişme yasası bütün prensiplerin en kesini ise, üzerine bütün kanıtlamaların dayandığı nihai ve en temel (olanı) ise, eğer her aksiyomun prensibi onda bulunuyorsa, bu durumda onun temelinde hangi iddiaları koşul olarak ileri sürdüğü daha dikkatli bir şekilde düşünülmelidir. Ya onunla reel olanın, varolanın hakkında bir şey iddia edilir ( öne sürülür), ya da bu önerme şu anlama gelir: Aykırı nitelikler ona affedilmemelidir. Bu durumda, mantık, emredici ( imperative) olacaktır ki, gerçeğin bilgisi olarak değil fakat bizim tarafımızdan, gerçek diye adlandırılacak olan bir dünyanın düzenlenmesi ve varsayıîmasma yönelmiş olacaktır. Kısacası, mantıksal aksiyomlar realiteye uygun mudur, yoksa reel olanı, "realite" kavramını bizim için yaratacak olan ölçütler, araçlar mıdır sorusu yanıtlanmamış olarak durmaktadır.
Nietzsche'ye göre hakikat, "bulunacak" veya "keşfedilecek" bir şey değildir. "Hakikat iradesi bir sabitleştirmedir, gerçek ve sürekli kılmadir, nesnelerin sahte özelliğini ortadan kaldırmadır, onun varolanlar açısından yeniden yorumlanmasıdır. Bu yüzden "hakikat", orada bulunabilecek ya da keşfedilecek bir şey değildir. Aksine "hakikat", yaratılması gere-ken bir sürece isim veren bir şeydir. Daha ziyade temelde sonu olmayan bir galip gelme iradesidir. Sonsuza kadar giden bir süreç olarak, bir etkin belirlemeyle kendinde sabit ve belirlenmiş olan bir şeyin bilincine varma değildir. O, "güç istenci" için bir sözcüktür. Bir başka ifadeyle "hakikat", güç istencinin dile getirilmesidir. Dünyaya ilişkin yargılara gereksinim duymamızın nedeni de onların doğru olmaları değildir. Bu yargılar, bizim, dünyadaki güçlülük duygumuzu artırdıkları için onlara gereksinim duyarız. Dünyaya dair herhangi bir yargı yanlış olabilir ama yine de bu yargı, "yaşamı ilerletme" ve "türü koruma" gibi bir fonksiyonu yerine getirebilir. Bizim ilgilenmemiz gereken, dünyaya ilişkin yorumların "doğru" veya "yanlış" olup olmaması değildir. Nietzsche için önemli olan, dünyaya dair yorumların güç istencini denetim ve güçten yana mı, yoksa kaos ve güçsüzlükten yana mı geliştirdiğidir. Nietzsche, aynı perspektifi ahlâki değer ve yargılara da uygular. Ahlâki değer ve yargılara ilişkin çözümlemelerin, söz konusu değer ve yargıların varsaydığı "hakikat-iddialan" üzerinde değil, zengin, güçlü, bereketli ya da zayıf, tükenmiş ve yozlaştıncı yaşam biçimlerini yansıtıp yansıtmadığı sorunu üzerinde yoğunlaşması gerektiğini söyler. Yargıları bu şekilde düşünmek, radikal bir "perspektivizm" kapsamında ve "iyinin ve kötünün ötesinde" bir
bakış açısından hareketle düşünmek anlamına gelir. Çünkü, bu tür bir düşünme tarzı, insanın bilgi formlarının koşullanmış olduğunu, bir başka ifadeyle belirlenmişliğini kabul eder ve ahlâki ya da başka türde mutlaklarla ilgilenmez.
Nietzsche, koşulsuz ve mutlak "hakikat istemi"ne dair eleştirisini "özne" kavramına da yöneltir. O, Descartes'in bilginin temeline yerleştirdiği ve kendisinden asla şüphe edilemeyecek olarak kabul ettiği " cogito ergo sum"unda söz konusu edilen "özne"nin varoluşunun mitolojik olduğunu savunmaktadır. Çünkü, Nietzsche'ye göre burada "Ben"in varoluşu basitçe doğru ve "Ben" bir töz olarak kabul edilmektedir. Böyle bir kabul bizi insan ve dünya arasındaki ilişkiyi daima bir özne ve bir nesne düalizmi çerçevesinde düşünmeye yönelten dilbilgisel kategorilere olan inancımız yüzünden, insan ben'ini bir töz olarak düşünmeye ya da dünyadaki tüm eylemlerimizin nedeninin bu töz olduğu inancına götürür. Nietzsche'nin dile getirdiği şekliyle, insanlar, dilbilgisine olan inançlarını sürdürdükleri müddetçe Tanrı'dan kurtulamayacaklardır. Çünkü, şeylere, töze ve varlığa olan inanç, dilbilgiseî önyargılardan kaynaklanmaktadır. Bu dikkate değer ve aynı zamanda zihin bulandırıcı önermede birçok şey ima edilmektedir. Okuyucunun bunun anlamını tam olarak anlayabilmesi için ilk önce, Tanrı ile dilbilgisi arasındaki bağlantıyı özne kavramının sağladığını fark etmesi gerekir. Nietzsche, özne kavramının olduğu gibi, en yüksek özne olarak düşünülen "Tanrı" kavramının da dilbilgisindeki özne-nesne ayrımından kaynaklandığını düşünmektedir. Tanrı düşüncesinin kökeni dilbilgisinde olduğuna göre, Nietzsche, şu an kullanılan dilbilgisinin bütünüyle ortadan kaldırılıp yerine yeni bir dilbilgisinin ikame edilmesi gerektiğini söylemektedir. Böylece bu yeni dil'in yeni bir yorumlama sistemi oluşturacağım, buna bağlı olarak da bu dilin kavram ve bilgisine tekabül eden yeni bir gerçeklik ortaya çıkacaktır. Gerçeklik, süreçlerden oluşmasına karşın, dilin şeyleştirilmesi aracılığıyla gerçeklik'in süreçlerden oluştuğunu ve sürekli bir hareket ve değişim tarafından belirlendiği unutulmaktadır. Eskiden, değişim, oluş, görünüşün bir kanıtı olarak, bizi yanılgıya götüren bir şeylerin varlığının işaretleri olarak ele alınmaktaydı. Bugün ise tam tersine biz,, aklın önyargısının bizi birlik, aynılık, töz, neden, nesnellik, varlık gibi kavramları koymaya zorladığı ölçüde bir kesinlikle, kendimizi belirli ölçüde yanılsamalarla iç içe, yanılsamayı bir gereklilik olarak kabul etmeye zorladığını görüyoruz; ne kadar sıkı bir hesap yaparsak yapalım, yine de burada bir yanılsamanın bulunduğunun farkındayız. Büyük yıldızların hareketlerinde de durum bundan pek farklı değildir: Onlarda yanılgı bizim gözlerimize sahiptir, burada ise yanılgı değişmez bir avukat olarak bizim dilimize sahiptir. Kaynağı itibariyle dil, zaman içinde psikolojinin en çok dumura uğramış parçasıdır: Dilin metafiziğinin temel öncülleri bilinç seviyesine çıkarıldığında kaba bir fetişizmin içerisinde olduğumuzu görürüz: Yani, aklın içinde. İnsanın duyularının tanıklığını tahrif etmekte olan neden ise akıldır. Duyuların sağladığı delillere insan tarafından yüklenen anlam, onu ilk kez olarak bir yalanla; birlik, maddesellik, töz, süre yalanıyla tanıştırmaktadır. " Doğrudan doğruya Kant'a verilmiş bir karşılık gibi görünen, Kant'in temel tecrübe görüşünü, oldukça farklı bir nokta üzerinde durarak dahi olsa, kabul eden bu yorumunda, Nietzsche, fenomenal görünüşler dünyasının varolan 'tek dünya olduğunu, gerçek dünyanın ona sadece yalanla eklendiğini...' savunur." Kant'ın dış dünya hakkındaki deneyimin aşkın ben tarafından kuruluşu olarak gördüğü şeye, Nietzsche, yalan ve aldatma adını vermektedir. Hakikat, her şeye karşın vardır, ancak o yalnızca sübjektif görünüşlerin kaotik akışında, duyularımızın tanıklığında bulunmaktadır.
Nietzsche, "hakikati bir kadın olarak varsaysak bile, tüm felsefeciler dogmatik oldukları sürece, kadınları anlamada da güdük kalırlar", demektedir. Şimdiye kadar hakikate yaklaşımlanndaki iğrenç ciddiyetleri ve sıkıntı verici tutumları, bir kadının kalbini kazanmanın kaba ve uygun olmayan yöntemleri değil midir? Kesin olan bir şey varsa o da, kadının, kendinin elde edilmesine izin vermemesidir. Bugün her türden dogmatizm, hayal kırıklığına uğramış, bir kenarda perişan bir halde bulunmaktadır. Çünkü, dogmatizmin yıkıldığını ve her türlü dogmatizmin hezimete uğradığını söyleyenler var artık. Aslında Nietzsche, özgür istem, özne ve ruh kavramlarının, tarihin çeşitli dönemlerinde yaşamlarına düşsel bir özgürlüğün yanı sıra bir tözsellik duygusu da kazandırma amacıyla güçsüz ve ezilmiş insan grupları tarafından ortaya atılan kurmacalar oldukları yönündeki radikal anlayışı savunmaktadır. Özgürce isteyen bir öznenin icat edilmesiyle zayıflar, güçlü olanları eylemlerinden dolayı sorumlu tutabilir ve güçlerinden dolayı suçluluk duymalarına yol açabilirler. Aynı zamanda, kendilerinin güçten yoksun olmalarını da manevi özgürlüğün bir koşulu olarak yüceltebilirler. Oysa, Nietzsche açısından en sahici eylem, özgürce akan, sağlam bir sağlık ve güçten bilinçsizce kaynaklanan eylemdir. İnsan denen hayvanda bilincin ortaya çıkışı, ille de bir ilerleme belirtisi olarak değil, bir batış ya da bir güçsüzleşme belirtisi olarak görülmelidir.
Nietzsche'nin hakikat ve bilgiye ilişkin temelden yıkıcı olan görüşleriyle ilgili olan iki ana sorun vardır: Öncelikle, insan, kategorilerinden bağımsız olarak bir gerçekliğe ulaşamıyorsa ve neyin doğru , neyin yanlış olduğunu gerçek anlamda asla bilemiyorsa, Nietzsche nasıl oluyor da gerçekliğin "güç istemi" olduğunu iddia edebiliyor? İkincisi, Nietzsche görelilik sorunundan nasıl kaçınabilir? Bu sorulardan hareketle denilebilir ki, Nietzsche'nin perspektivizm öğretisinin önüne çıkan sorunlardan biri, öğretisinin destekliyor göründüğü yorumsal çoğulculuğun, -yani dünyaya ilişkin tek bir hakikat bulunmadığını, yalnızca, yükselen ve alçalan yaşam biçimlerinin gereksinimine hizmet eden farklı yorumlar bulunduğunu savunan görüşün- kolayca, tüm hakikat iddialarının eşit geçerliliğe sahip onaylayın bir güç isteminin dışavurumlarından başka bir şey olarak görülmediği teorik bir anarşizme dönüşecek biçimde yozlaşabileceğidir. Nietzsche, bu yorumsal çoğulculuğa bağlı olarak fizikçilerin kibirle dile getirdikleri "doğanın yasaya uygunluğu" şeklindeki anlayışın da aslında, bir yorum olduğunu vurgulamaktadır. Bunun bir olgu sorunu olmadığını, bir metin sorunu hiç olmadığını, aksine yalnızca anlamın, kendisiyle modern ruhun demokratik güdülerine aşırı imtiyaz tanınan çocuksu bir düzeltilmesi ve saptırılması olduğunu söylemektedir.
Nietzsche, fizikçilerin doğaya ilişkin yasalılık şeklinde ileri sürdükleri görüşün bir yorum olduğunu, bir metin olmadığını ve birinin çıkıp aynı "doğa"yı, karşıt niyetlerle ve yorumlama biçimleriyle okuyabileceğim; aynı fenomenler konusunda, daha doğrusu güç istemlerinin despotik tarzda saygısız ve amansız tatbikiyle -bir yorumcu "güç istenci"nin istisna kabul etmez ve kayıt-şart tanımayan bütün boyutlarını öylesine canlı bir biçimde ortaya koyabilir ki, hemen her kelime, hatta despotluk kelimesinin kendisi bile sonunda uygunsuz veya zayıflatıcı ve darlaştıncı bir metafora dönüşebilir fakat o, her şeye karşın yorumunu, bu dünya hakkında sizin söylediğiniz şeyle aynı şeyi söyleyerek bitirebilir. Yani onda yasalar bulunduğu için değil, aksine doğada kesinlikle yasalar olmadığı için onun zorunlu ve hesaplanabilir bir kaynağa sahip olduğunu ve her gücün her an nihai sonuçlara yol açtığını söyleyerek bitirebilir, demektedir. Birisi çıkıp, bunun da "sadece bir yorum" olduğunu belirterek Nietzsche'nin konumuna itiraz etseydi, Nietzsche buna "pekala, bu çok daha iyi" şeklinde cevap verirdi herhalde.