"İSLAM DÜŞÜNCESİ" ve "İSLAM FELSEFESİ" ÜZERİNE
|
Abduikuddûs BİNGÖL
Son dönemlerde üzerinde araştırmaların yoğunlaştığı konulardan birisi de İslâm Felsefesi'dir. Kültür hayatımız açısından da önem taşıyan ve gerek üniversite gerekse üniversite dışında toplumumuzun oldukça büyük bir kesimi tarafından, daha var olup olmadığından başlayarak, adı ve içeriği konusunda çeşitli tartışmaların sürüp gittiği bu konunun tartışılmasında istedim ki benim de bir katkım olsun.
Hemen belirteyim ki, ben burada geniş çaplı muhteva tahlillerine girmeden, İslâm Kültür Tarihinin tabiî seyri içerisinde, belki de hemen hepinizin bildiği bazı tesbitler yaparak "İslâm Düşüncesi" ve "İslâm Felsefesi" terimlerinden neyi anladığımı ifade etmeye çalışacağım.
Öyleyse öncelikle "İslâm", "düşünce" ve "felsefe" terimlerinden bu bağlamda neyi kastettiğimi belirlemem gerekmektedir. Bu da "İslâm" ve islâmdaki entellektüel hareket veya akımların niteliklerini belirlemeyi zorunlu kılar.
"İslâm" her şeyden önce bir dindir. Kendi ifadesiyle en son ilâhî dindir. Kitabı Kur'an-ı Kerim, Peygamberi Hz. Muhammed (S.A.V.) vasıtasıyla insanlığa indirilen en son ilâhî mesajları ihtiva eder. Bu anlamıyla "İslâm", değişmez ilkelere dayanan, başka bir ifade ile değişmez inanç ve prensipler üzerine kurulmuş olan ilâhî bir sistemdir. Aynı şekilde İslâm, bu sistemin etrafında oluşan bir toplumun, bir uygarlığın, bir medeniyetin de adıdır. Bu anlamda İslâm, M.S. VII. yüzyılda, ortaya çıktığı andan itibaren, çağımıza kadarki çok geniş zaman periyodu içinde ve yayıldığı-yayılmaya devam eltiği tüm coğrafî mekanlardaki İslâmdır. Biz burada islâmı, işte bu ikinci anlamında almakla birlikte, bunu M.S. VII-VIII. yüzyıllarda XV-XVI. yüzyıllar arasında uzanan dönemle de sınırlı tutmak istiyoruz. Zira ancak bu dönemde kendi iç dinamikleri ve dış etkenlerle İslâm, yayılmış olduğu ülkelerde evrensel boyutta önemli ve etkili büyük bir uygarlık hareketi ortaya koymaya muvaffak olmuştur.
"Düşünce"den, en geniş anlamıyla, şüpheden idrâke, tasavvurdan tasdike kadar insan aklına ait hâdiselerin, insanın zihnî faaliyetlerinin bütününü kasdediyorum. Bir şeyi daha iyi bilmek, daha iyi anlamak için insanın nazar-ı dikkatini o konu üzerinde sabitleştirme olayını, kısacası, düşünme eylemini anlıyorum.
"Felsefe"nin ne olduğu meselesine gelince, o her ne kadar felsefenin kendi tarihi kadar eski ve bir o kadar da üzerinde anlaşma sağlanamayan bir konu olsa da, ben burada felsefeden, bu terimden herkesin ilk anladığı şeyi, "hikmet sevgisini", "kendisine filozof denilen kimselerin, varlığı ne ise o olması bakımından bilme yolunda sarfeltikleri aklî çaba ve gayretlerin tümünü" kastediyorum.
Filozofun kim olduğunu sorarsanız, O, çıkar kaygısı dışında uyumlu evren ve insan önünde, saygılı şaşkınlığa düşerek eleştirici bir anlayışla her türlü, ya da herhangi bir gerçeklik üzerinde parça parça, ya dà kullî (Universel) düşünen, olup bitenleri tüm çıplaklığıyla görebilen hakikat araştırıcısıdır, "Hikmet'i arayan insandır, "Muhibb-i Hikmettir".
Öyle görülüyor ki, filozofun yaptığı iş, yâni felsefe, insan eliyle var olmamış bulunan ilk nedenler, ilk ilkeler, cevher, ezelî ebedî gerçeklikler gibi konuları ele almak, tenkidî ve tahlilî bir anlayışla bunlar üzerinde aklî bir yargıya varmak, onlarla ilgili edindiği bilgiye göre davranmak, ya da davranışlar önermektir. Felsefenin özü işte bu eleştirici anlayıştan oluşur.
Bu kısa belirlemelere, "İslâm Düşüncesi" ve "İslâm Felsefesi" terimlerinde, "Batı Felsefesi", "Hint Düşüncesi"... vb. terimlerde olduğu gibi, "İslâm"ın, "Düşünce" ve "Felsefe" terimlerini belirleyici bir özellik taşıdığını ve bununla İslâm Kültür çevresinde düşünce ve felsefe faaliyetlerine işaret edildiğini de ilâve edelim.
İmdi, hiç kuşkusuz bizatihi İslâm'ın kendisi ne insan düşüncesinin mahsûlüdür, ne de felsefî bir sistemdir. Yâni Kur'an felsefe kitabı değildir. Bununla beraber Kur'an bir yandan Allah ve Sıfatları, insan ve Kudreti, Kaza ve Kader, insan hürriyeti, tarihî olaylar, geçmiş dinler, içinde yaşadığımız kâinatın ne olduğunu kavrama... vb. gibi, insan düşüncesine konu olan hemen her alanda mesajlar vererek, onu düşünmeye ve bilmeye davet ederken, öte yandan bir ahlâk sistemini, bir siyasî ve ekonomik düzeni de ortaya koyar.
Kur'an düşünmeyi ne günah sayar ne de suç. Üstelik düşünce için bir sınır da koymamıştır. Hatta üzerinde düşünülecek konu iman esasları olsa da. İşte bizatihi Kur'an'dan kaynaklanan bu dinamizmle, İslâmda aklî (rasyonel) esasları araştırma daha ilk dönemlerde, denilebilir ki Hz. Muhammed (S.A.V.)ın kendisiyle başlamıştır. O'nun daimî duası, "Allah'ım bana hakikati bütün çıplaklığıyla göster" olmuştur. Bununla beraber başlangıç yıllarında müslümanların bilim ve düşünce hayatı daha ziyade Kur'an ve Sünnetle temsil edilmektedir.
Ancak başdöndürücü bir hızla islâmın kısa sürede yayılması ve yabancı kültürlerle temasa geçerek kısmen de olsa onları sınırlan içine alması, -ki zaten başka dinlere dahi açık olan bir dinin, başka kültürlere kapalı olması düşünülemezdi- sınırları ve çerçevesi çok geniş olan bir düşünce ve ilim hayatını da beraberinde getirdi. Kuşkusuz bunda Yunan felsefî mirasının Arapçaya çevrilme faaliyetlerinin ve siyasî olayların da önemli etkileri vardı.
Artık bu ikinci dönemde İslâm düşüncesi çeşitli şekiller almıştır. Peki nedir, bunlar?
Bir kere Kur'an ve hadis ilimleri yanında müslümanların sosyal hayatını düzenleyen bir "Fıkıh" ilmi gelişti. Ahlâkî ve hukukî konuların içinde eritilmeye çalışıldığı bu sistemle, islâm dini sanki formülleştirilerek ifade edilmek isteniyordu.
Buna karşılık Fakihlerin mutlak itaat kavramı yerine ilâhî aşkı ön plana çıkaran Tasavvuf doğdu. Tasavvuf öncelikle bir hayat tarzı olarak peygamber ve arkadaşlarının hayat tarzlarını örnek alıyordu. Bir yandan İslâmın iman esaslarını yabancı kültürlerden gelen fikirlere karşı savunma zaruretinden Kelâm ilmi ortaya çıktı. Diğer taraftan matematik, tıp, astronomi ve diğer tabiat bilimlerinin yanında, "tercüme hareketleri" ile birlikte mantık ve Yunan felsefe geleneği İslâm dünyasına intikal etti. Bunun sonucu olarak hem İslâm dünyasında felsefî düşünce doğmuş, hem de başta kelâm ve tasavvuf olmak üzere İslâm düşüncesinin hemen her alanı felsefeden etkilenmiş, onların karakterinde köklü değişiklikler olmuştur. Meselâ Fıkhın üzerinde soyut bir
düşünce, usûl-ü Fıkıh oluşmuş, başlangıçta bir zühd ve takva hayatı olarak ortaya çıkan tasavvuf doktriner hâl almış, kelâm adeta felsefîleşmiştir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, İslâm dünyasında ortaya çıkan felsefe hareketi, felsefi bir düşünce olması bakımından diğer felsefelerden hiç bir farkı yoktur. Bu felsefî sistemin ortaya çıkışında kullanılan malzeme her ne kadar Grek ve Greko-Romen dönem felsefelerinden tevarüs etmiş olsa da, sistemin mimarları "Yunan tarzında felsefe yapanlar" (hellenizan felsefe) diye adlandırılsa da, bunu yalnız helenistik felsefenin kadroları içinde düşünmek, onun var oluşunu görmemezliklen gelmek olur. Kaldı ki, eklektik bir görünüm arzeden bu sistem, sadece basit bir devşirmecilik değildir. Aksine oldukça önemli orijinal yönleri vardır.
Her şeyden önce bu insanlar, antik dünyadan farklı bir dünyaya göz açmışlardı. Bu dünyanın dini, dili, siyasî ve ahlâkî problemleri farklıydı. İslâm dini bütünüyle kainatı algılamakta yeni bir model getirmişti. İşte bu sözünü ettiğim insanlar, sistelerini kurarken Yunan felsefesinden almış oldukları felsefî sonuçların ve bu metodların müsaadesi nispetinde bu yeni problemleri de ele almak, felsefi sistemin bütün metafizik sınırları boyunca, kendisine tekabül eden İslâmın dinî metafiziğini de hesaba katmak zorundaydılar. Bunun içindir ki, bu kimseler Kur'anın sınırlarından çıkmamaya özen göstererek ve fakat feylesofça davranarak varlık, bilgi ve değer alanlarında ince ince bütün ayrıntılarıyla düşüncelerini ortaya koymuşlar, varlık alanında "vücûd" ile "mahiyet" ayırımını mümkîn varlığa (mümkînül-vücûd) has kılıp Zorunlu Varlık (Vacibul-Vücûd) da bu ikisinin hep bir olduğu teziyle orijinal bir felsefe görüşünün de sahibi olmuşlardır.
İslâm dünyasında, felsefenin doğuş yıllarına kadar geçen zaman içerisinde, gelişen İslâm Düşüncesi, her ne kadar İslâm Felsefesine de yansımışsa da, yine de filozofların özellikle metafizik alanda ulaştıkları bazı sonuçlar sünnî düşünceyi tatmin etmemişti. Bunun için de felsefe Gazzâlî'nin şahsında netleşen şiddetli bir tepkiye manız kaldı. Bu tepkiler karşısında felsefî düşünce, varlığını sürdürebilmek için kendisine Sünnîliğin dışında yaşayacağı yeni bir ortam bulmak zorundaydı ki, bunu "tasavvufta ve "kelâm"da buldu.
Şöyle ki, başlangıç döneminde sadece bir özel hayat tarzı, bir ahlâk düsturu olarak ortaya çıkan tasavvuf, felsefenin yolunu ve yordamını da kullanarak bilgide gnostique (irfanı) bir anlayışa, varlıkta da "Vahdet-i Vücûd" nazariyesine ulaşmış, İbn Haldun'un da belirttiği gibi tasavvuf artık felsefileşmiştir.-Muhyiddin İbnül-Arabî (öl. 1240) felsefenin mirasını gerçek anlamda değerlendiren mutassavvıflardan biridir.
"İslâm dininin inançla ilgili öğelerini rakip teoloji ve dokrinlere karşı savunmayı kendisine amaç edinen spekülatif karakterli bir düşünce hareketi" şeklinde tanımlayabileceğimiz Kelâm'a gelince, ele aldığı Allah'ın varlığı, sıfatları, ispatı, yaradılış, Peygamberlik, mucize, irade, insan hürriyeti... vb, gibi problemler, felsefenin de konulan olup, kelâmcılar bu konularda nassları çok aşarak filozoflar gibi aklı, mantığı, hatta bilimsel verileri ön plana çıkarmışlardır. Üstelik bunlar İslâm filozoflarının, hatta Aristoteles ve Eflâtun'un görüşlerinden de etkilenmişlerdir. Böylece Kelâm "bilgi teorisi" ve "metafiziği" içine alan bir düşünce sistemi istikametinde gelişmiştir. Bunun içindir ki Fahreddin Razi (öl.1209) İbn Teymiyye tarafından filozof addedilmiş ve Kelâm dahi hadisçilerin hücumlarına maruz kalmıştır.
Kelâm'ın bu konuda felsefeden aldığı en önemli miras, varlığın "Vacip" ve "Mümkîn" diye ikiye ayrılması görüşüdür. Daha sonra bu görüş, Allah'ın varlığı ile ilgili kelâmî delillerin ağırlık noktasını oluşturacak ve "İslâm Atomculuğu" denen kendine özgü yepyeni bir görüşü de ortaya çıkaracaktır.
Öyle görülüyor ki, aralarındaki ihtilaflı noktalar sürekli olmakla birlikte, Kelâm da gelişme sürecinde felsefeye yaklaşmış, tasavvuf gibi o da adetâ felsefileşmiştir. Öte yandan Aristocu çizgide İslâm filozoflannca geliştirilmiş şekliyle mantık "Usûl ilimleri"nde oldukça etkili olmuştur. Bu anlamda onlar da felsefî düşünceden nasiplerini almışlardır. Bunlara Dil Bilimi, Belagat ve Hitabet alanlarında da felsefenin etkili olduğunu ilâve edelim.
Bütün bu düşünce akımlarının birbirlerine karşı takındıkları tavırlardan, hatta aynı düşünce akımı içindeki ihtilaflardan bahsetmek herhalde maksadı aşar. Ancak bu fikir hareketlerinin boyutları hakkında bir fikir vermesi bakımından sonuçta yüz civarında kelâm okulunun, en az dört büyük felsefe geleneğinin, yirmi civarında Fıkıh ve hukuk okulunun tarihin sahnesine çıkmış olduğunu belirtmekle yetineceğim.
İslâm dünyasında entellektüel faaliyetlerin işte bu geniş boyutları ve çok yönlü yapısı içerisinde "İslâm Felsefesi" teriminin kapsamında bugün bir mutabakat yoktur. Nitekim günümüz araştırmacıları da bu kavramın sınırları hakkında farklı görüşler ileri sürmektedirler. Bu farklılık özellikle metafizik alanda spekülatif karakterli zihnî çabaların, adı felsefe olmayan disiplinlerde de meselâ tasavvuf ve kelâmda da görülmesinden kaynaklanmaktadır. Üstelik söz konusu bu disiplinler felsefenin kendilerine terkettiği mirastan da son derece yararlanmışlar ve onun yolunu ve yordamını da çok iyi kullanmışlardır. O halde bu türden düşünce akımlarını da felsefe mi addedeceğiz? Daha doğrusu felsefenin sınırları içinde mi sayacağız?
Bu soruya başlangıçta yaptığımız belirlemeleri göz önünde bulundurarak cevap verecek olursak, "Tasavvuf ve "Kelâm" gibi disiplinlerin bizatihi felsefe sayılamayacağını söylememiz gerekir. Zaten bu disiplinlerin gelişim süreçlerinde bu türden bir kaygı da yoktur. Nitekim kelâm önceden de belirttiğimiz gibi başlangıçta İslamın dini akidesini müdafaa için ortaya çıkmıştır, metod olarak da "akıl" ile "nass"ı beraber kullanmış, ama "akıl"i "nass"a tâbi kılmıştır. Tasavvuf ise özellikle fakihlerin İslâmı sistemleştirme çabaları karşısında bir aksül-amel olarak doğmuş dinî bir hayat tarzıdır, daha başka bir ifade ile İslâm dininin belli bir yorumu gibidir. O halde bu türden disiplinler, en azından İslâm düşüncesinin oluşum safhasında "varlığı ne ise o olması bakımından bilmek" gibi bir endişeden değil, dinî kaygıdan doğmuşlardır.
Ancak gelinen son noktada bunların almış oldukları felsefî karakteri de görmemezlikten gelemeyiz. Yine de, söz konusu bu disiplinlerdeki zihnî faaliyetlerin hakikat olduğu önceden belirlenmiş olan dinî hükümlerin etrafında gelişmiş olması onları felsefî düşüncenin özünde var olan laik (la dinî) olma niteliğinden mahrum kılar. Fakat, tarihî seyri içerisinde felsefenin kazandığı yeni boyutlar dikkate alınarak, söz konusu bu disiplinleri objesi İslâmın akidesi olan diğer bir ifade ile İslâm dininin akidesi üzerine inşa edilmiş bir tür felsefî faaliyet olarak görmek mümkündür.
İşte bunlar bana şunu düşündürmektedir: Evvela, İslâm dünyasındaki A'dan Z'ye her türlü zihnî faaliyetleri kapsayacak bir terim olarak "İslâm Düşüncesi" terimini, bu düşünce içinde şu veya bu anlamıyla değil, herkesin anladığı anlamda yalnız felsefî düşünceyi kapsaması bakımından da "İslâm Felsefesi" terimini kullanmak bu konuda acaba bir çözüm olur mu?
İkinci olarak, eğer İslâm düşüncesinin çağdaş düşünce tarihinde bir yeri olacaksa bu tarihî mirasın tarafsız bir şekilde çok iyi tahlil edilerek gerçek değerinin ortaya koyulması gerekir. Bu da öncelikle İlâhiyyat sahasında çalışanlarla felsefecilerin işbirliğini öngörmektedir. Çünkü İslâm düşüncesinde hususiyle metafizik sahada ilâhî olanla ilâhî olmayan taraf o kadar iç içedir ki, bunların tefriki ancak böyle kollektif bir çalışma ile mümkün görülmektedir. Böylece, hem düşünce hayatı hem de dinî hayat bundan nasibini alacak, belki de din yasasının özündeki dinamizm yeniden hayatiyet kazanacaktır.
Son dönemlerde üzerinde araştırmaların yoğunlaştığı konulardan birisi de İslâm Felsefesi'dir. Kültür hayatımız açısından da önem taşıyan ve gerek üniversite gerekse üniversite dışında toplumumuzun oldukça büyük bir kesimi tarafından, daha var olup olmadığından başlayarak, adı ve içeriği konusunda çeşitli tartışmaların sürüp gittiği bu konunun tartışılmasında istedim ki benim de bir katkım olsun.
Hemen belirteyim ki, ben burada geniş çaplı muhteva tahlillerine girmeden, İslâm Kültür Tarihinin tabiî seyri içerisinde, belki de hemen hepinizin bildiği bazı tesbitler yaparak "İslâm Düşüncesi" ve "İslâm Felsefesi" terimlerinden neyi anladığımı ifade etmeye çalışacağım.
Öyleyse öncelikle "İslâm", "düşünce" ve "felsefe" terimlerinden bu bağlamda neyi kastettiğimi belirlemem gerekmektedir. Bu da "İslâm" ve islâmdaki entellektüel hareket veya akımların niteliklerini belirlemeyi zorunlu kılar.
"İslâm" her şeyden önce bir dindir. Kendi ifadesiyle en son ilâhî dindir. Kitabı Kur'an-ı Kerim, Peygamberi Hz. Muhammed (S.A.V.) vasıtasıyla insanlığa indirilen en son ilâhî mesajları ihtiva eder. Bu anlamıyla "İslâm", değişmez ilkelere dayanan, başka bir ifade ile değişmez inanç ve prensipler üzerine kurulmuş olan ilâhî bir sistemdir. Aynı şekilde İslâm, bu sistemin etrafında oluşan bir toplumun, bir uygarlığın, bir medeniyetin de adıdır. Bu anlamda İslâm, M.S. VII. yüzyılda, ortaya çıktığı andan itibaren, çağımıza kadarki çok geniş zaman periyodu içinde ve yayıldığı-yayılmaya devam eltiği tüm coğrafî mekanlardaki İslâmdır. Biz burada islâmı, işte bu ikinci anlamında almakla birlikte, bunu M.S. VII-VIII. yüzyıllarda XV-XVI. yüzyıllar arasında uzanan dönemle de sınırlı tutmak istiyoruz. Zira ancak bu dönemde kendi iç dinamikleri ve dış etkenlerle İslâm, yayılmış olduğu ülkelerde evrensel boyutta önemli ve etkili büyük bir uygarlık hareketi ortaya koymaya muvaffak olmuştur.
"Düşünce"den, en geniş anlamıyla, şüpheden idrâke, tasavvurdan tasdike kadar insan aklına ait hâdiselerin, insanın zihnî faaliyetlerinin bütününü kasdediyorum. Bir şeyi daha iyi bilmek, daha iyi anlamak için insanın nazar-ı dikkatini o konu üzerinde sabitleştirme olayını, kısacası, düşünme eylemini anlıyorum.
"Felsefe"nin ne olduğu meselesine gelince, o her ne kadar felsefenin kendi tarihi kadar eski ve bir o kadar da üzerinde anlaşma sağlanamayan bir konu olsa da, ben burada felsefeden, bu terimden herkesin ilk anladığı şeyi, "hikmet sevgisini", "kendisine filozof denilen kimselerin, varlığı ne ise o olması bakımından bilme yolunda sarfeltikleri aklî çaba ve gayretlerin tümünü" kastediyorum.
Filozofun kim olduğunu sorarsanız, O, çıkar kaygısı dışında uyumlu evren ve insan önünde, saygılı şaşkınlığa düşerek eleştirici bir anlayışla her türlü, ya da herhangi bir gerçeklik üzerinde parça parça, ya dà kullî (Universel) düşünen, olup bitenleri tüm çıplaklığıyla görebilen hakikat araştırıcısıdır, "Hikmet'i arayan insandır, "Muhibb-i Hikmettir".
Öyle görülüyor ki, filozofun yaptığı iş, yâni felsefe, insan eliyle var olmamış bulunan ilk nedenler, ilk ilkeler, cevher, ezelî ebedî gerçeklikler gibi konuları ele almak, tenkidî ve tahlilî bir anlayışla bunlar üzerinde aklî bir yargıya varmak, onlarla ilgili edindiği bilgiye göre davranmak, ya da davranışlar önermektir. Felsefenin özü işte bu eleştirici anlayıştan oluşur.
Bu kısa belirlemelere, "İslâm Düşüncesi" ve "İslâm Felsefesi" terimlerinde, "Batı Felsefesi", "Hint Düşüncesi"... vb. terimlerde olduğu gibi, "İslâm"ın, "Düşünce" ve "Felsefe" terimlerini belirleyici bir özellik taşıdığını ve bununla İslâm Kültür çevresinde düşünce ve felsefe faaliyetlerine işaret edildiğini de ilâve edelim.
İmdi, hiç kuşkusuz bizatihi İslâm'ın kendisi ne insan düşüncesinin mahsûlüdür, ne de felsefî bir sistemdir. Yâni Kur'an felsefe kitabı değildir. Bununla beraber Kur'an bir yandan Allah ve Sıfatları, insan ve Kudreti, Kaza ve Kader, insan hürriyeti, tarihî olaylar, geçmiş dinler, içinde yaşadığımız kâinatın ne olduğunu kavrama... vb. gibi, insan düşüncesine konu olan hemen her alanda mesajlar vererek, onu düşünmeye ve bilmeye davet ederken, öte yandan bir ahlâk sistemini, bir siyasî ve ekonomik düzeni de ortaya koyar.
Kur'an düşünmeyi ne günah sayar ne de suç. Üstelik düşünce için bir sınır da koymamıştır. Hatta üzerinde düşünülecek konu iman esasları olsa da. İşte bizatihi Kur'an'dan kaynaklanan bu dinamizmle, İslâmda aklî (rasyonel) esasları araştırma daha ilk dönemlerde, denilebilir ki Hz. Muhammed (S.A.V.)ın kendisiyle başlamıştır. O'nun daimî duası, "Allah'ım bana hakikati bütün çıplaklığıyla göster" olmuştur. Bununla beraber başlangıç yıllarında müslümanların bilim ve düşünce hayatı daha ziyade Kur'an ve Sünnetle temsil edilmektedir.
Ancak başdöndürücü bir hızla islâmın kısa sürede yayılması ve yabancı kültürlerle temasa geçerek kısmen de olsa onları sınırlan içine alması, -ki zaten başka dinlere dahi açık olan bir dinin, başka kültürlere kapalı olması düşünülemezdi- sınırları ve çerçevesi çok geniş olan bir düşünce ve ilim hayatını da beraberinde getirdi. Kuşkusuz bunda Yunan felsefî mirasının Arapçaya çevrilme faaliyetlerinin ve siyasî olayların da önemli etkileri vardı.
Artık bu ikinci dönemde İslâm düşüncesi çeşitli şekiller almıştır. Peki nedir, bunlar?
Bir kere Kur'an ve hadis ilimleri yanında müslümanların sosyal hayatını düzenleyen bir "Fıkıh" ilmi gelişti. Ahlâkî ve hukukî konuların içinde eritilmeye çalışıldığı bu sistemle, islâm dini sanki formülleştirilerek ifade edilmek isteniyordu.
Buna karşılık Fakihlerin mutlak itaat kavramı yerine ilâhî aşkı ön plana çıkaran Tasavvuf doğdu. Tasavvuf öncelikle bir hayat tarzı olarak peygamber ve arkadaşlarının hayat tarzlarını örnek alıyordu. Bir yandan İslâmın iman esaslarını yabancı kültürlerden gelen fikirlere karşı savunma zaruretinden Kelâm ilmi ortaya çıktı. Diğer taraftan matematik, tıp, astronomi ve diğer tabiat bilimlerinin yanında, "tercüme hareketleri" ile birlikte mantık ve Yunan felsefe geleneği İslâm dünyasına intikal etti. Bunun sonucu olarak hem İslâm dünyasında felsefî düşünce doğmuş, hem de başta kelâm ve tasavvuf olmak üzere İslâm düşüncesinin hemen her alanı felsefeden etkilenmiş, onların karakterinde köklü değişiklikler olmuştur. Meselâ Fıkhın üzerinde soyut bir
düşünce, usûl-ü Fıkıh oluşmuş, başlangıçta bir zühd ve takva hayatı olarak ortaya çıkan tasavvuf doktriner hâl almış, kelâm adeta felsefîleşmiştir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, İslâm dünyasında ortaya çıkan felsefe hareketi, felsefi bir düşünce olması bakımından diğer felsefelerden hiç bir farkı yoktur. Bu felsefî sistemin ortaya çıkışında kullanılan malzeme her ne kadar Grek ve Greko-Romen dönem felsefelerinden tevarüs etmiş olsa da, sistemin mimarları "Yunan tarzında felsefe yapanlar" (hellenizan felsefe) diye adlandırılsa da, bunu yalnız helenistik felsefenin kadroları içinde düşünmek, onun var oluşunu görmemezliklen gelmek olur. Kaldı ki, eklektik bir görünüm arzeden bu sistem, sadece basit bir devşirmecilik değildir. Aksine oldukça önemli orijinal yönleri vardır.
Her şeyden önce bu insanlar, antik dünyadan farklı bir dünyaya göz açmışlardı. Bu dünyanın dini, dili, siyasî ve ahlâkî problemleri farklıydı. İslâm dini bütünüyle kainatı algılamakta yeni bir model getirmişti. İşte bu sözünü ettiğim insanlar, sistelerini kurarken Yunan felsefesinden almış oldukları felsefî sonuçların ve bu metodların müsaadesi nispetinde bu yeni problemleri de ele almak, felsefi sistemin bütün metafizik sınırları boyunca, kendisine tekabül eden İslâmın dinî metafiziğini de hesaba katmak zorundaydılar. Bunun içindir ki, bu kimseler Kur'anın sınırlarından çıkmamaya özen göstererek ve fakat feylesofça davranarak varlık, bilgi ve değer alanlarında ince ince bütün ayrıntılarıyla düşüncelerini ortaya koymuşlar, varlık alanında "vücûd" ile "mahiyet" ayırımını mümkîn varlığa (mümkînül-vücûd) has kılıp Zorunlu Varlık (Vacibul-Vücûd) da bu ikisinin hep bir olduğu teziyle orijinal bir felsefe görüşünün de sahibi olmuşlardır.
İslâm dünyasında, felsefenin doğuş yıllarına kadar geçen zaman içerisinde, gelişen İslâm Düşüncesi, her ne kadar İslâm Felsefesine de yansımışsa da, yine de filozofların özellikle metafizik alanda ulaştıkları bazı sonuçlar sünnî düşünceyi tatmin etmemişti. Bunun için de felsefe Gazzâlî'nin şahsında netleşen şiddetli bir tepkiye manız kaldı. Bu tepkiler karşısında felsefî düşünce, varlığını sürdürebilmek için kendisine Sünnîliğin dışında yaşayacağı yeni bir ortam bulmak zorundaydı ki, bunu "tasavvufta ve "kelâm"da buldu.
Şöyle ki, başlangıç döneminde sadece bir özel hayat tarzı, bir ahlâk düsturu olarak ortaya çıkan tasavvuf, felsefenin yolunu ve yordamını da kullanarak bilgide gnostique (irfanı) bir anlayışa, varlıkta da "Vahdet-i Vücûd" nazariyesine ulaşmış, İbn Haldun'un da belirttiği gibi tasavvuf artık felsefileşmiştir.-Muhyiddin İbnül-Arabî (öl. 1240) felsefenin mirasını gerçek anlamda değerlendiren mutassavvıflardan biridir.
"İslâm dininin inançla ilgili öğelerini rakip teoloji ve dokrinlere karşı savunmayı kendisine amaç edinen spekülatif karakterli bir düşünce hareketi" şeklinde tanımlayabileceğimiz Kelâm'a gelince, ele aldığı Allah'ın varlığı, sıfatları, ispatı, yaradılış, Peygamberlik, mucize, irade, insan hürriyeti... vb, gibi problemler, felsefenin de konulan olup, kelâmcılar bu konularda nassları çok aşarak filozoflar gibi aklı, mantığı, hatta bilimsel verileri ön plana çıkarmışlardır. Üstelik bunlar İslâm filozoflarının, hatta Aristoteles ve Eflâtun'un görüşlerinden de etkilenmişlerdir. Böylece Kelâm "bilgi teorisi" ve "metafiziği" içine alan bir düşünce sistemi istikametinde gelişmiştir. Bunun içindir ki Fahreddin Razi (öl.1209) İbn Teymiyye tarafından filozof addedilmiş ve Kelâm dahi hadisçilerin hücumlarına maruz kalmıştır.
Kelâm'ın bu konuda felsefeden aldığı en önemli miras, varlığın "Vacip" ve "Mümkîn" diye ikiye ayrılması görüşüdür. Daha sonra bu görüş, Allah'ın varlığı ile ilgili kelâmî delillerin ağırlık noktasını oluşturacak ve "İslâm Atomculuğu" denen kendine özgü yepyeni bir görüşü de ortaya çıkaracaktır.
Öyle görülüyor ki, aralarındaki ihtilaflı noktalar sürekli olmakla birlikte, Kelâm da gelişme sürecinde felsefeye yaklaşmış, tasavvuf gibi o da adetâ felsefileşmiştir. Öte yandan Aristocu çizgide İslâm filozoflannca geliştirilmiş şekliyle mantık "Usûl ilimleri"nde oldukça etkili olmuştur. Bu anlamda onlar da felsefî düşünceden nasiplerini almışlardır. Bunlara Dil Bilimi, Belagat ve Hitabet alanlarında da felsefenin etkili olduğunu ilâve edelim.
Bütün bu düşünce akımlarının birbirlerine karşı takındıkları tavırlardan, hatta aynı düşünce akımı içindeki ihtilaflardan bahsetmek herhalde maksadı aşar. Ancak bu fikir hareketlerinin boyutları hakkında bir fikir vermesi bakımından sonuçta yüz civarında kelâm okulunun, en az dört büyük felsefe geleneğinin, yirmi civarında Fıkıh ve hukuk okulunun tarihin sahnesine çıkmış olduğunu belirtmekle yetineceğim.
İslâm dünyasında entellektüel faaliyetlerin işte bu geniş boyutları ve çok yönlü yapısı içerisinde "İslâm Felsefesi" teriminin kapsamında bugün bir mutabakat yoktur. Nitekim günümüz araştırmacıları da bu kavramın sınırları hakkında farklı görüşler ileri sürmektedirler. Bu farklılık özellikle metafizik alanda spekülatif karakterli zihnî çabaların, adı felsefe olmayan disiplinlerde de meselâ tasavvuf ve kelâmda da görülmesinden kaynaklanmaktadır. Üstelik söz konusu bu disiplinler felsefenin kendilerine terkettiği mirastan da son derece yararlanmışlar ve onun yolunu ve yordamını da çok iyi kullanmışlardır. O halde bu türden düşünce akımlarını da felsefe mi addedeceğiz? Daha doğrusu felsefenin sınırları içinde mi sayacağız?
Bu soruya başlangıçta yaptığımız belirlemeleri göz önünde bulundurarak cevap verecek olursak, "Tasavvuf ve "Kelâm" gibi disiplinlerin bizatihi felsefe sayılamayacağını söylememiz gerekir. Zaten bu disiplinlerin gelişim süreçlerinde bu türden bir kaygı da yoktur. Nitekim kelâm önceden de belirttiğimiz gibi başlangıçta İslamın dini akidesini müdafaa için ortaya çıkmıştır, metod olarak da "akıl" ile "nass"ı beraber kullanmış, ama "akıl"i "nass"a tâbi kılmıştır. Tasavvuf ise özellikle fakihlerin İslâmı sistemleştirme çabaları karşısında bir aksül-amel olarak doğmuş dinî bir hayat tarzıdır, daha başka bir ifade ile İslâm dininin belli bir yorumu gibidir. O halde bu türden disiplinler, en azından İslâm düşüncesinin oluşum safhasında "varlığı ne ise o olması bakımından bilmek" gibi bir endişeden değil, dinî kaygıdan doğmuşlardır.
Ancak gelinen son noktada bunların almış oldukları felsefî karakteri de görmemezlikten gelemeyiz. Yine de, söz konusu bu disiplinlerdeki zihnî faaliyetlerin hakikat olduğu önceden belirlenmiş olan dinî hükümlerin etrafında gelişmiş olması onları felsefî düşüncenin özünde var olan laik (la dinî) olma niteliğinden mahrum kılar. Fakat, tarihî seyri içerisinde felsefenin kazandığı yeni boyutlar dikkate alınarak, söz konusu bu disiplinleri objesi İslâmın akidesi olan diğer bir ifade ile İslâm dininin akidesi üzerine inşa edilmiş bir tür felsefî faaliyet olarak görmek mümkündür.
İşte bunlar bana şunu düşündürmektedir: Evvela, İslâm dünyasındaki A'dan Z'ye her türlü zihnî faaliyetleri kapsayacak bir terim olarak "İslâm Düşüncesi" terimini, bu düşünce içinde şu veya bu anlamıyla değil, herkesin anladığı anlamda yalnız felsefî düşünceyi kapsaması bakımından da "İslâm Felsefesi" terimini kullanmak bu konuda acaba bir çözüm olur mu?
İkinci olarak, eğer İslâm düşüncesinin çağdaş düşünce tarihinde bir yeri olacaksa bu tarihî mirasın tarafsız bir şekilde çok iyi tahlil edilerek gerçek değerinin ortaya koyulması gerekir. Bu da öncelikle İlâhiyyat sahasında çalışanlarla felsefecilerin işbirliğini öngörmektedir. Çünkü İslâm düşüncesinde hususiyle metafizik sahada ilâhî olanla ilâhî olmayan taraf o kadar iç içedir ki, bunların tefriki ancak böyle kollektif bir çalışma ile mümkün görülmektedir. Böylece, hem düşünce hayatı hem de dinî hayat bundan nasibini alacak, belki de din yasasının özündeki dinamizm yeniden hayatiyet kazanacaktır.
1 Yorum
hem açıklayıcı hemde bilgi verici emeginiz için tşkler