JACQUES LACAN: BİR OZAN - FİLOZOF - PSİKİYATRİN SORUNLARI - 2

Yazımın başında Lacan'ın kuramının «dallar arası ilişkilerinden söz etmiştim. Bu ilişkiler, kuşkusuz, psikanalize getirdiklerinden ancak soyut bir biçimde ayrılabilir; hatta belirtmek gerekir ki, Lacan'ın psikanaliz kuramı asıl bu ilişkilerin tanınması ve tanımlanmasıyla gerçek anlamda aydınlatılabilir. Ancak tam da bu noktada hatırı sayılır güçlüklerle karşılaşmaktayız. Lacan'ı kendi dillerine çevirmeyi başaran Amerikalılar, onu «karanlık», «anlaşılmaz» bulmaktan geri kalmamışlardır. Ölümünden aşağı yukarı bir yıl önce, Lacan üzerine Die Zeit'ta bir yazı yayımlayan genç Alman yazarı Bodo Kirchhoff şöyle diyor: «Lacan'ın çalışmasını sergilemek olanaksızdır, bu konuda ancak ima ve işaretle bulunulabilir». Buradaki olanaksızlık nerelerde kaynaklanıyor? İlkin Lacan tek tek hastalık olaylarını inceleyen bir hekim yazar, kitaplarının başlıkları genel olarak pek az şey anlatıyor: bunlar da «imleyen» gibi; anlamak için, içinde yer aldığı «ağı» tanımak gerek. Ayrıca Ecrits dışındaki tüm yapıtları, seminer çalışmalarının yazıya geçirilmesinden oluşuyor: Yani Lacan sözlü bir düşünür. Onu anlamak için dinlemek gerekirdi, diyenler var. Konuşmacı ve yazar olarak Lacan, Fransızcayla, çokanlamlı sözcüklerle sürekli oynuyor, tıpkı bir ozan gibi. Ama ozandan ayrı olarak bu oynamalarla estetik etkiden çok ve öncelikle kavramları derinleştirmeye çalışması, «aykırılık» ları «anlam»ın kuruluşuna ait görmesi işi büsbütün güçleştiriyor. Aslına bakılırsa, Lacan'ın dilbilimden, yazınbilimden, halkbilimden, insanbilimden ne aldığını ve onlara ne verdiğim saptama, ondan sonra, bu saptamanın ışığında psikanaliz öğretisini yorumlama ve geliştirmede nerelere vardığını göstermek gerekir. Freud'un kendi döneminin bilimleriyle olan ilişkisi üzerinde durulmuştur; Lacan'ın da bilimlerle ilişkisi aydınlatılmalıdır. Bu tür çalışmalar (örneğin, Lacan'ın Saussure ve Jakobson'la ilişkisinin bilinenden daha açık olarak ve derinliğine inilerek gösterilmesi) bildirdiğim özel güçlükleri ortadan kaldırmayacaktır, ama hiç değilse Lacan'a —Fransız yazarlarının, örneğin Jean-Luc Nancy ve Philippe Lacoue-Labarthe'm şimdiye değin yaptıklarının tersine— daha çözümleyici bir tutumla yaklaşmanın yararlı sonuçlarını ortaya koyacaktır. Bu da ilerde varılması istenebilecek kapsayıcı bir bireşim yolunda ileri bir aşamadır.

Böyle bir çalışma için Lacan'ın felsefeyle ilişkisi yönünden küçük bir taslak önerisinde bulunmayı deneyeceğim. Ölümü üzerine «Le Monde» da çıkan ilk yazılardan birini yazan Christian Deiacampagne şöyle diyor: «... Lacan'ın düşünceleri, belki de, geleneksel anlamıyla felsefede en çok izler bıraktı.» Lacan bir filozof muydu? Bir anlamda, evet. Yalnız öyle bir filozof ki, felsefe için ilk şaşırtıcı işlemleri, hem de kesinlikle tanımlanabilen işlemleri yaptıktan sonra bunlardan bildiğimiz anlamda fenomenolojik, ontolojik sonuçlar çıkaracağına tüm bir psikanaliz ve insan bilim kuramının ormanına dalan, tek tek ağaçlarına göre bu ormanı irdelemeye başlayan bir filozof. Felsefeyle uğraşıyorsanız şunu sormak zorunda kalıyorsunuz: felsefe atmosferine çıkıştan sonra, bu dalış neden? Felsefe için o denli verimli olabilecek yeni ürünler niçin derlenmeden bırakılıyor? Acaba henüz Platon'un bütünlememiş olduğu bir Sokrates de böyle miydi? Sözünü ettiğim işlemlerin başlıca ikisi Descartes ve Hegel felsefeleri üzerindedir. Lacan «Descartes'i bir karabasan gibi okuyalım!» diyor. Yukarda Lacan'ın Freud'un izinde özne kavramını bilinçaltını da içine alacak biçimde genişlettiğine değinmiştim: bu genişlemenin önemli bir sonucu öznenin kendi kendisine «cogito» gibi salt bir seziş-düşünüşle erişememesidir. Araya, «Ayna Aşaması» nda gösterildiği gibi insan vücudunun imgesi, ama aynı zamanda dilsel «imleyen» ler girmektedir. Cogitoya vücut imgesinin ve dilsel imin maddesel varlığı karışmaktadır. Lacan, Descartes'ın «Cogito» kavramını eleştirirken onun yeni bir genişletici tanımım yapmış, ama bu tanımı felsefe yönünden geliştirmeden bırakmıştır. Benzer bir nokta HegePle ilişkisinde de ortaya çıkmaktadır. Hegel'in Tin'in Fenomenolojisi yapıtının ünlü «Kendinin Bilincinin Bağımsızlığı ve Bağımlılığı; Efendilik ve Kölelik» başlığını taşıyan bölümü Marx'tan sonra ikinci kez Lacan'ca çok dogru bir açıdan yapısalcı bir dil felsefesi açısından vorumlanmış ve yine orada bırakılmıştır.

Bence bu tür bırakmaların Lacan'da açıklanabilir bir nedeni vardır: Lacan'ın bütün amacı psikanaliz (ve dolayısıyla insanbilim) alanında kuramla eylemin birliğini gözetmek ve yaratmak olmuştur. «Logos», onda, ortaya çıktığı anda «bilgi» anlamından «dil» anlamına geçmekte ya da dönüşmektedir: «dil»e, yani Lacan'ın psikanalizin belkemiği olarak gördüğü, diyaloga, yeni, sağaltıcı bir dialektike. Bu büyük eylem kuramının yeniden kuramlaştırılması, yani örneğin Lacan'ın Descartes ve Hegel'den (ama aynı zamanda bir Kant, bir Husserl ve Heidegger'den) ayrıldığı noktalarla birlikte onların düşüncesini nasıl başka bir düşünce çevrenine doğru geliştirmiş olduğunun gösterilmesi, kuşkusuz Lacan düğümünü çözmeye önemli bir katkı olacaktır. Ama biz, daha çözülmeden, bu düğümü bir kez daha elimize alalım. Lacan'ın bizim kültür çevremize kadar ulaşan çekimi, albenisi nereden ileri gelmektedir? Bunu yalnızca bir Paris modasına bağlamak yanlıştır. Yüzyılımızın başından beri Freud'un öğretisinin yeni kuşakların düşüncelerini nasıl etkilemiş olduğunu, bu etkinin çok çeşitli alanlarla (bilim, sanat-yazın, felsefe) yayıldığını göz önünde bulunduralım. Freud, tıp ve psikiyatri mesleğinden olmayanlarca da okunmuştur, klinik kaydı olmayan hastalarca da, diyelim. Bu geniş alımlayıcı kitlesine Freud'dan sonra ne getirmiştir Lacan? Psikanaliz «dil»le diyalogla yapılıyordu, ama çözümleyicinin de bu dil olayının içinde bulunduğu unutuluyordu; hastayla konuşan hekim kendi konuşmasını bir yolunu bulup soyutluyordu.. Lacan belki de ilk kez bilinçle bilinçsizi özdeş bir dilsel imler dizgesinin içinde, onun ağına düşmüş olarak gördüğü ölçüde, hastayla hekimin konuşmasını da dizgesel bir bütün olarak ele almış böylece ilk kez «Freud'un dili» kuramsal bir sorun olarak karşımıza çıkmıştır.

Lacan'ın bize armağan ettiği düğüm, onun kendi ellerinde kendisi için de bir düğümdür ve bu düğüm dilin yazının, konuşmanın, diyalogun, «text»in halkalarından oluşmakta, burada psikanalizin diliyle dilin psikanalizi birbirine kavuşmaktadır. Bu kavuşma noktasında bir de bakıyoruz ki, daha önce tatmin edilmemiş istek «ben», «libido», «baskı», ((transfer» vb. başlıkları altında gördüğümüz ve bizden ayrı fiziksel varlıkları olduğunu düşündüğümüz her şey bir soru ile yanıtının karşılıklı ve sonsuz çekiminde içerilmektedir, soru yanıtını araya dursun, yanıt da soruyu beklemektedir. Ünlü bir seminerinde, Poe'nun «Çalınmış Mektup» öyküsü üzerine olan seminerinde Lacan «bir mektup varacağı yere daima varır», diyor. Niçin «varır?» Çünkü, yine Lacan'ın çok yinelenmiş bir formülüyle, «bilinçsiz bir dil gibi yapılaşmıştır». Psikanalizin çözümlediği «isteksin, «libido» nun gerçek eyleminin «dil» de olduğunun, baskıya alınmış isteğin kendisiyle ilişkisini —koptuğu noktada— «dil» de sağladığını ve sürdürdüğünü göstermesi psikanalizi bir çeşit mitoloji ve metafizike dönüşmekten kurtarmakta ve kavramlara yeni bir dayanıklılık getirmektedir. Lacan'ın çekimi karanlıkla aydınlığı sürekli birbiriyle çiftleştirmesindedir, ama «dil» üzerine eğilirsek, belki de onun bu çiftleşmeden başka birşey olmadığını, her saptadığımız açık ve ilk anlamına belirli olmayan başka bir «anlamsın eşlik ettiğini biz kendimiz görebileceğiz. Bunun için her yanıtı yeni bir soru izlemektedir. Lacan'm gerçekten bir «albeni»si varsa, bu «albeni» kendi kuramsal-olmayan, günlük dilimizle (yanıtlar) psikanalizin kuramsal-bilimsel dilini (sorular) eşdeğer kılarak, birlikte ve aynı özgürlüğe kavuşturmasındadır. Lacan'ın öğrencilerinden Shoshana Felman'ın filozof j.L. Austin için söylediğini Lacan'ın tüm çabaları için de yineleyebiliriz: «... Herşeyden önce kuram için duyulan isteği iletmek isteyen bir istek kuramının başarısı —ya da eyleme konması—»
1 | 2

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP