PRAGMATİZMİN SÜREKLİLİK TEZİ ÜZERİNE BİR NOT

Ayşen FURTUN

Pragmatizmin kökeninin mantıkçı kimliğiyle tanınan C.S. Peirce'a kadar uzandığı kabul edilir. Ancak Peirce'ın geliştirdiği pragmatik yöntem sınırlı bir alana uygulanabiliyordu ve düşünürce sis­tematik bir biçimde ortaya konamadığından ötürü William James tarafından geliştirilirken bir anlamda sınırlanmış, bir anlamda ge­nişlemiştir.

Peirce'a göre fiil tek başına bir hedef olamaz, yalnız uygulama­da bir kavrama anlamını verebilmek için tecrübe yoluyla var olur ve fiilin sonuçlarıyla, yani varlık alanındaki değişmeler ile anlam belirlenir. Ancak bu prosedürde değişik anlamlar söz konusu olabil­diği gibi mümkün olan en kapsamlı ve en genel anlam özellikle be­lirli bir menfaate hizmet gibi sınırlı bir anlama nazaran geçerli ka­bul edilecektir. Buna göre bir bilim adamı belirli koşullar verildiğinde birşeyin varlık kazanacağının iddia edilmesi halinde yalnız o şeyin tecrübe ve deney yoluyla o koşullarda oluşup oluş­madığını sınamak gereksinimini duyar. Böylece Peirce genel pren­sipten yani zihnin, genel düşünce kalıplarını tecrübe yoluyla bir kez oluştuktan sonra bunları somut olaylarda tekrar kullanırken önceki genel çağrışımlara yollama yapmasından yanadır.

W. James ise, genelden ve kapsamlıdan daha çok özel durumla ilgilenir ve partiküler sonuçlara önem vererek genellemelere gerek duymadan pragmatik yöntemi kullanıldığı alan bakımından genişle­tir. Sınırlama partiküler prosedürdeki kopukluktan kaynaklanır; zira burada Peirce'ın her amaç ve durum için uygulanması mümkün ola­bilen, olabildiğince genelleştirilmiş varlık değişimlerinin sonucu olarak oluşan rasyonel zihin alışkanlıklarının Önemi zedelenmekte­dir. Gene de James'in hümanist kişiliğinin bir sonucu olan bu görü­şü tam da pragmatizmin öngördüğü evrimini tamamlamamış, halen bir oluşum süreci içinde olup yeni ve gelecek sonuçlarla ilgilenen bir dünyayı belirlemektedir. Diğer bir deyişle, pragmatizmin tartış­masız kabul edilen niteliği, hedefler ve araçlar ilişkisinde düşünce faktörüyle ancak sürdürülebilmesi mümkün olan kaçınılmaz bir sü­reklilik, kısaca evrim niteliğidir. Dolayısıyla bilimin dahi bu pers­pektifte bilince dıştan gelen çağrışımlardan ibaret olmadığı ve öz­gün, çeşitliliğe sahip varoluşların tıpkı değersiz ve önemsiz olanlar gibi kaynaklan itibarıyla farklı olmayıp yalnız uygulamada yarat­tıkları etki, yarar ve önem itibarıyla anlam buldukları anlaşılır.

Belirtmek gerekiyor ki, James aynı zamanda bir eğitimci ve felsefî sorunları günlük hayata taşımaya, bu yoldan insan davranışı­nı yararlı yönde etkilemeye çalışan biri olarak teorinin moral yö­nüyle ilgilenmiş, somut hayatın değişik davranış kalıpları yarattığı­nı görmüştür. Ona göre içsel sempati güdülerimizle sahip olduğumuz inançlar gerçekte davranışa yol gösteren kurallardır ve özel sonuçlarına göre davranışı değişik biçimlerde etkilerler. Bu ne­denle, birlik ve tutarlılık, James için birincil önemde değildir. Aynı şekilde, tarihsel süreçte ampirizmi pragmatizmle kaynaştırmaya ça­lışan devrin anlayışının da tutarlı kavramlar bütünü olarak anlaşılan bilimsel yaklaşımda değişikliklere neden olduğu dikkati çeken bir husustur. Artık ampirizmdeki gibi kurulmuş, tamamlanmış, fıks bir fenomenler dünyası değil, sonuçlan inceleyerek deneysel yoldan bilimi ve geleceği bu veriler ışığında düzenlemek şeklinde sürekli bir amaç taşıyan pragmatizm egemendir. Pragmatizme göre, hipo­tezler, somut olayın gerçeklikleriyle karşılanmadığı sürece yalnız hipotez olarak kalır ve her ne kadar, bu karşılama gelecek ve olası tüm sonuçlara işaret edemiyorsa da, kaçınılmaz önemdedir; zira, teorik olarak bile, moral ve pratik kesinliğin ötesinde mutlak doğru­lama yoktur. Önemli fark burada tamamlanmış, kesin şeylerin yeri­ni, bilimsel doğrular olma niteliğini muhafaza etmesine rağmen, henüz tamamlanmamış, oluşum sürecinde fenomenlerin, gerçekle­rin almış olmasıdır.

Gene, genel-partiküler ayrımı değerlendirilirken, J. Dewey'in yaptığı şekilde, James'in materyalizm ve teizm veya monizm-plüralizm karşıtlığı örnekleri de dikkate alınabilir. Materyalizmde, özel görüşümüze göre yaratıcı neden, ister Tanrı ve ister madde ol­sun, tamamlanmış bir düzen söz konusudur ve şeylerin anlamını da kendisi belirler. Teizmde ise, Tanrı, gelecekte idealist düşünce ve değerlerin güvencesidir. Aynı şekilde, geleceğe yönelik olarak, monizm-plüralizm örneğinde de bu felsefî görüşler mimari estetik, klâsik oranlar, bütünlük ve karşısında çeşitlilik, özgünlük, değişiklik ve hattâ düzensizlik olmak üzere, sonuçlan itibarıyla, kendilerini tercihlerimizde belli ederler; tercihlere, kavramlara ve düşünceye bir anlam verirler. James, buna, "inanma isteği" veya "hakkı" diyor. İnsan bir seçim yapmak zorunda kaldığında veya seçimi reddetti­ğinde, karar risklerini taşımakta; seçmeyi reddederek dahi bir seçim yapmaktadır. Ayrıca, günlük hayatta, bu seçimlerde, kanıtların var­lığı her zaman yol gösteremiyor; kanıtlara başvurmadan da sonuç­lar tercihi belli ediyor; şu şartla ki, bunun için o tercihi yaptıran dü­şünce ve inanç biçimine uygun davranmak gereklidir.

Dewey ise, daha genel bir plânda, bu inancın sanıldığı gibi Amerikan felsefesinin hâkim unsuru kabul edilen "hayatı kolaylaş­tırıcı amaç-araç" ilişkisinde, amacı belirleyen inanç olmadığı görü­şündedir. Bu inanç, bilgiye ve akla inançtır ve somut olarak fiilde varlık kazanmalıdır. İnanç, pratik niteliği dolayısıyla, genel kap­samlı olmayabilir; ancak, aklî niteliği dolayısıyla yaşam ilişkilerini kolaylaştırabilecektir.

Sonuç olarak, James'in moral açıdan değerlendirdiği bu çeşit­lenmiş yönüyle teori mantıksal olarak, amaçlar-araçlar hitopezinin zihinde nasıl kurulduğunu inceler. Bunun için, pragmatizmin psiko­lojik temelinde yer alan "davranışçılığı" dikkate almamız gerekir.  Burada, beyin dış etkilere uygun tepkilerin oluştuğu bir koordinas­yon merkezidir. Bu yolla, canlılar, çevreye uyum sağlarken, insan dolaylı tepki şeklindeki kavramlaştırma faaliyetiyle çevresini kont­rol altına alır. Söz konusu etkileşimde belirgin olan öge bir tekrar­dan çok en iyi şekilde ilişkilendirmedir. Pragmatizmin amacı da, geçmiş tecrübeye dayanarak zihin alışkanlıklarını kurmak ve bunla­rı tamamlanmamış bir evrende yeni durumlara uyarlayıp geliştir­mek biçiminde ortaya çıkar. Bu süreçte, sübjektif ilgi kökenli fayda ihmal edilemeyecek bir unsur olarak zihnî süreci kontrol altında tutmakta, seçici ve ayırıcı olmaktadır. Sonuçta verilecek tepki, hi­potezler ve veriyle uyum halindedir. Bu evrimde geleceğin ve geç­mişin rolü de dikkate değer bir husustur; bu kavramları eş değerde tutmayıp geçmişi yok saymak, günün veya geleceğin kendi kendini tekrarlamasına göz yummak bedeline katlanmak demektir. .

  • Gizlilik Politikası ve Şartlar
  •   © 2007

    Back to TOP