Spinoza - Siyaset İncelemesi (İkinci Bölüm) - 2
|
X. — Bu kişi bir başkasını egemenliği altına alır, onun elini kolunu bağlar, tüm silahlarını, tüm savunma ve kaçma yollarını elinden alır, ya da onu korkutmayı bilir, ya da onu iyiliklerle kendine bağlar, öyle ki, kendine bağladığı bu kişi, kendinden çok onu hoşnut etmeye ve kendi arzusundan çok efendisinin arzusuna göre yaşamaya dikkat eder. Bir insanı egemenlik altına almanın birinci ve ikinci yolu yalnızca bedenle ve ruhla ilgilidir, oysa üçüncü yolla ya da dördüncü yolla hem beden hem ruh ele geçirilir, ama bunlar ancak korku ve umut sürdükçe sürebilirler; bu duygular yokolmaya yüz tutarsa, efendisi olunan kişi gene kendi kendinin efendisi durumuna gelir.
XI. — Ruh bir başkası tarafından kandırılmaya ne ölçüde yatkınsa, yargılama yetisi de o ölçüde bir başkasının istemine bağımlı duruma gelebilir. Ruhun doğrudan doğruya akıldan yararlandığı Ölçüde kendi kendinin olması buradan gelir. Ayrıca insanın gücünü beden gücünden çok ruh gücüyle ölçmek gerektiğinden, akla göre davranan ve onun yönetiminde yaşayan insanlar en yüksek düzeyde kendi kendilerinin olan insanlardır. Böylece bir insana aklın yönetiminde yaşadığı ölçüde özgür derim ben çünkü bu ölçüler içinde de, yalnız kendi doğasınca tam olarak bilinebilecek nedenlere göre eylemde bulunmak zorundadır, bu durumda bu, nedenler de onu eyleme zorlamaktadırlar. Gerçekte özgürlük, daha önce gösterdiğimiz gibi, eylemin zorunluluğunu ortadan kaldırmaz, tersine bu zorunluluğu getirir.
XII. — Bir kişiyle şu ya da bu şeyi yapmak yada tersine yapmamak konusunda sözle üstlenilen yükümlülük, verilen söze ters düşecek biçimde davranma olanağı bulunduğu zaman, söz veren kişinin istemi değişmedikçe geçerliliğini korur. Gerçekte, üstlendiği yükümlülüğü bırakmak gücüne sahip olan kişi hukukundan vazgeçmiş değildir, ama yalnızca söz vermiştir.
Demek ki, doğal hukuk gereği kendi kendinin yargıcı durumunda olan kişi, üstlendiği yükümlülüğün kendisine yararlı sonuçlardan çok zararlı sonuçlar getireceğini (doğru ya da yanlış olarak) düşünüyorsa ve üstlendiği yükümlülüğü bırakmakta çıkarı bulunduğuna inanmışsa, doğal hukuka dayanarak bu yükümlülüğü bırakacaktır.
XIII. — İki kişi aralarında anlaşır ve güçlerini birleştirirlerse, birlikte daha güçlü olacaklardır ve bunun sonucunda doğa üzerinde tek başlarınayken sahip oldukları hukuktan daha büyük bir hukuka sahip olacaklardır, ve güçlerini birleştiren insanlar ne kadar çoğalırsa, hukukları da o ölçüde artacaktır.
XIV. — İnsanlar, öfkeye, arzuya, ya da bazı kin duygularına kapılıp birbirleriyle anlaşmazlığa düşerler ve birbirlerine karşıt duruma gelirler, ve güçleri ne kadar çoğalırsa o ölçüde korkunçlaşırlar ve öbür hayvanlardan daha usta ve daha kurnaz olurlar. İnsanlar nasıl doğaları gereği bu duyguların etkisinde kalıyorlarsa, yine doğaları gereği birbirlerine düşman olmaktadırlar: diyelim herhangi biri benim en büyük düşmanımdır, benim için çok korkunç biridir o, kendimi ondan sakınmam gerekir.
XV. — Doğal durumda, her kişi bir başka kişinin baskısına uğramayacak biçimde kendini koruyabildiği sürece kendinin efendisidir, ve insanın doğal hukuku her kişinin gücüyle belirlendiği sürece, tek başına herkesten sakınmaya çalışmak boşunadır, doğal hukuku korumanın güvenceli hiçbir yolu bulunmadığından, bu hukuk gerçekte varolmayacaktır, ya da olsa olsa tam anlamıyla kuramsal bir varlığa sahip olacaktır. Elbette, kişiyi korkutan nedenler ne kadar çoksa, kişinin gücü ve dolayısıyla hukuku da o kadar azdır. Ayrıca karşılıklı yardımlaşma olmadan insanlar ne yaşamlarını sürdürebilir ne de ruhunu geliştirebilir.
Burada şu sonuca varıyoruz: yalnızca insan türünü ilgilendiren doğal hukuk, nisanların ortak hukuklarının bulunması, birlikte oturacakları ve birlikte işleyecekleri topraklarının bulunması, güçlerini sürdürmek, kendilerini korumak, her türlü şiddete karşı çıkmak ve ortak bir isteme uygun olarak yaşamak istemeleri dışında düşünülemez. Gerçekte, bir bütünde birleşmiş insanların sayısı ne kadar çok olursa, bunların ortak hukukları da o kadar büyük olacaktır. İnsan doğal durumda kendi kendisinin efendisi olamayacağı için, skolastikler insanı toplumsal hayvan diye adlandırdılar, buna ben de katılıyorum.
XVI. — İnsanlar ortak hukuklara sahip olduklarında ve sanki tek bir düşünceyle yönetiliyormuş gibi olduklarında, her insanın güç bakımından, kendisinden daha güçlü olan birleşmiş öbür insanlar karşısında daha az hukuka sahip olduğu kesindir, yani gerçekte her insan, doğa üzerinde ancak ortak yasanın kendisine verdiği kadar hukuka sahiptir. Öte yandan, her insan ortak yasanın kendisinden istediği her şeyi yerine getirmek zorundadır ya da öbür insanların onu buna zorlamaya hakları vardır.
XVII. — Çoğunluk gücünün belirlediği bu hukuku kamu gücü diye adlandırmak alışılagelmiş bir şeydir ve çoğunluk gücü, genel istem gereği, kamuyla ilgili şeylerden sorumlu olan güce kesinlikle sahiptir, yani bu güç, yasaları saptamakla, yorumlamakla ve kaldırmakla, şehirleri savunmakla, savaşa ya da barışa karar vermekle, vb'yle yükümlüdür. Bu görev tüm halkın meydana getirdiği bir meclisin elindeyse, kamu gücü demokrasi diye adlandırılır. Meclis, seçilmiş bir kaç kişiden meydana geliyorsa, aristokrasi sözkonusudur, ve kamuyla ilgili işlerin ve dolayısıyla gücün tek kişide toplanması durumunda mutlak yönetim kendini gösterir.
XVIII. — Bu bölümde şimdiye kadar söylediklerimiz açıkça şunu gösteriyor: doğal durumda günah diye bir şey yoktur, ya da biri günah işliyorsa, bunu bir başkasına karşı değil kendine karşı işlemektedir: gerçekte doğal hukuka göre, hiç kimse istemediği halde bir başkasını hoşnut etmek zorunda değildir, ve o kişiye göre hiçbir şey, yaradılışı gereği iyi ya da kötü diye belirlediği şeyler dışında, iyi ya da kötü değildir. Ve doğal hukuk, kişinin gücünü aşan şeyler bir yana, hiçbir şeyi yasaklamaz. Oysa hukuka göre günah, hiç kimsenin yapamayacağı bir eylemdir. İnsanlar doğal bir yasa tarafından yönetilmeye zorlanmış olsaydı, her kişi, zorunlu biçimde, yol gösterici olarak aklı seçecekti, çünkü doğa yasaları Tanrı'nın saptadığı yasalardır, onun varlığının özgürlüğüyle aynı özgürlükte yasalardır, dolayısıyla bu yasalar tanrısal doğanın zorunluluğundan doğarlar, bu yüzden de ölümsüzdürler ve bozulamazlar. Ama insanlar akıldan çok isteğin peşine düşerler, bununla birlikte doğanın düzenini bozmazlar, ama zorunlu olarak ona boyun eğerler; demek ki, vurdumduymaz kişi ve aklıkıt kişi doğal hukuk tarafından yaşamlarını bilgece düzenlemeye zorlanamazlar, nasıl hasta kişi sağlıklı bir bedene sahip olmaya zorlanamazsa.
XIX. — Demek ki günah ancak bir devlet içinde düşünülebilir, yani ancak şu şeyin iyi öbürünün kötü olduğunu ortaklaşmaya bağlı buyurma hakkına dayanarak belirlediğimiz zaman, hiç kimsenin ortak buyrultu ya da onaylama dışında bir şey yapmaya hakkı olmadığı zaman düşünülebilir. Gerçekte günah, yasaya göre yapılamayacak bir şeyi, ya da yasa tarafından yasak edilmiş bir şeyi yapmak demektir. Buna karşılık yasaya uyma, yasaya göre iyi olan şeyi yapmak konusunda sürekli bir istemdir, ve ortak bir buyrultuya uygun olarak yapılmalıdır.
XX. — Bununla birlikte, günahı sağlıklı aklın buyruklarına karşıt olarak yapılan bir şey, uyarlılığı da isteklerini aklın buyruklarına uyarak düzenlemekte sürekli bir istem olarak görmek alışkanlığındayız. İnsan özgürlüğü, insanlara tanınan başıbozukluk ve aklın yönetiminde kölelik demek olsaydı bunu kabul edebilirdim. Ama insan özgürlüğü, insanlar aklın yönetiminde yaşadıkları ve arzularını bir düzene koyabildikleri ölçüde büyük olduğuna göre, büyük bir yanlışa düşmeden, uyarlılığı akıllıca bir yaşam olarak adlandıramayız, ve günah gerçekte ruhun güçsüzlüğüdür, kendi kendine karşı başıboşluğu değildir, ve ona özgürlükten çok kölelik demek yerinde olur.
XXI. — Bununla birlikte, akıl ahlaklı davranmayı, dinginlik ve iç barış içinde yaşamayı öğretir, bu ancak kamu gücünün varolduğu yerde sözkonusu olabilir, bunun dışında, çoğunluk tek bir kafaya sahipmişçesine yönetilir, devlette de olması gereken budur, aklın kurallarına uygun olarak konmuş yasalar olmasaydı, aklın buyruğuna karşıt olanı günah diye adlandıran böylesine uyarsız bir dil kullanılmazdı, çünkü en iyi düzenlenmiş devlet yasaları akla uygun konulmak gerekir. Daha önce söylediğim gibi, doğal durumdaki insan günah işliyorsa kendine karşı işliyordur, dördüncü bölümde, kamu gücünü elinde bulunduran ve doğal hukuktan yararlanan kişinin, doğal hukuka uyarak hangi anlamda yasalarca sorumlu tutulabileceği ve günah işleyebileceği görülecektir.
XXII. — Din sözkonusu olduğunda, insanın Tanrı'yı ve yetkin bir ruhu ne kadar çok severse o kadar özgür ve o kadar kendiyle uyumlu olacağı kesindir. Bununla birlikte, görmezden geldiğimiz doğanın düzenini değil de yalnızca aklın dinle ilgili buyruklarını gözönünde bulundurduğumuz sürece, ve aynı zamanda aklın dinle ilgili bu buyruklarını, Tanrı'nın bizde de sesini duyurduğu açınım olarak ya da yasalar biçiminde ortaya çıkmış peygamberler olarak düşündüğümüz sürece, insani bir dille konuşmak gerekirse, şu insanın, kendisini bütünsel bir ruhla seven Tanrı'yı dinlediğini, ve tersine, kendini kör arzuya kaptıran bir başka insanın da günah işlediğini söyleyebiliriz.
Ama aynı zamanda şunu da anımsamalıyız: nasıl kil çömlekçinin gücüne boyun eğiyorsa biz de Tanrı'nın gücüne öyle boyan eğiyoruz; çömlekçi, aynı topraktan kimiyle onurlandığı kimiyle utandığı kaplar yapar, aynı biçimde insan da, ruhumuza yasalar gibi ya da peygamberlerin yasaları gibi basılmış olan Tanrı'nın bu buyrultularıyla tersleşen bir biçimde davranabilir, ama tüm evrene kazılmış olan ve tüm doğanın düzenini ilgilendiren ölümsüz buyrultuyla tersleşen bir biçimde davranamaz.
XXIII. — Demek ki, günah ve uyarlılık (kesin anlamında) nasıl ancak bir devlet içinde düşünülebilirse, adalet ve adaletsizlik de, aynı biçimde, ancak bir devlet içinde düşünülebilir. Gerçekte doğada şu bireyin hakkı değil de öbür bireyin hakkıdır diyebileceğimiz hiçbir şey yoktur, her şey herkesindir, yani her birey gücü olduğu ölçüde hakka sahiptir. Tersine, hangi şeyin şu bireye ve hangi şeyin öbür bireye ait olduğuna ortak yasanın karar verdiği bir devlette, her kişiye hakkını vermek konusunda sürekli bir istemi olan kişi adaletli, bir başkasına ait olanı kendisine mal etmeye çalışsansa adaletsiz diye adlandırılır.
XXIV. — Övgüye ve kınamaya gelince, bunları Ethica'da açıkladık, bu duygular, erdem fikrinin ya da tersine, insan güçsüzlüğünün yol açtığı sevinç ya da üzüntü duygularıdır.
XI. — Ruh bir başkası tarafından kandırılmaya ne ölçüde yatkınsa, yargılama yetisi de o ölçüde bir başkasının istemine bağımlı duruma gelebilir. Ruhun doğrudan doğruya akıldan yararlandığı Ölçüde kendi kendinin olması buradan gelir. Ayrıca insanın gücünü beden gücünden çok ruh gücüyle ölçmek gerektiğinden, akla göre davranan ve onun yönetiminde yaşayan insanlar en yüksek düzeyde kendi kendilerinin olan insanlardır. Böylece bir insana aklın yönetiminde yaşadığı ölçüde özgür derim ben çünkü bu ölçüler içinde de, yalnız kendi doğasınca tam olarak bilinebilecek nedenlere göre eylemde bulunmak zorundadır, bu durumda bu, nedenler de onu eyleme zorlamaktadırlar. Gerçekte özgürlük, daha önce gösterdiğimiz gibi, eylemin zorunluluğunu ortadan kaldırmaz, tersine bu zorunluluğu getirir.
XII. — Bir kişiyle şu ya da bu şeyi yapmak yada tersine yapmamak konusunda sözle üstlenilen yükümlülük, verilen söze ters düşecek biçimde davranma olanağı bulunduğu zaman, söz veren kişinin istemi değişmedikçe geçerliliğini korur. Gerçekte, üstlendiği yükümlülüğü bırakmak gücüne sahip olan kişi hukukundan vazgeçmiş değildir, ama yalnızca söz vermiştir.
Demek ki, doğal hukuk gereği kendi kendinin yargıcı durumunda olan kişi, üstlendiği yükümlülüğün kendisine yararlı sonuçlardan çok zararlı sonuçlar getireceğini (doğru ya da yanlış olarak) düşünüyorsa ve üstlendiği yükümlülüğü bırakmakta çıkarı bulunduğuna inanmışsa, doğal hukuka dayanarak bu yükümlülüğü bırakacaktır.
XIII. — İki kişi aralarında anlaşır ve güçlerini birleştirirlerse, birlikte daha güçlü olacaklardır ve bunun sonucunda doğa üzerinde tek başlarınayken sahip oldukları hukuktan daha büyük bir hukuka sahip olacaklardır, ve güçlerini birleştiren insanlar ne kadar çoğalırsa, hukukları da o ölçüde artacaktır.
XIV. — İnsanlar, öfkeye, arzuya, ya da bazı kin duygularına kapılıp birbirleriyle anlaşmazlığa düşerler ve birbirlerine karşıt duruma gelirler, ve güçleri ne kadar çoğalırsa o ölçüde korkunçlaşırlar ve öbür hayvanlardan daha usta ve daha kurnaz olurlar. İnsanlar nasıl doğaları gereği bu duyguların etkisinde kalıyorlarsa, yine doğaları gereği birbirlerine düşman olmaktadırlar: diyelim herhangi biri benim en büyük düşmanımdır, benim için çok korkunç biridir o, kendimi ondan sakınmam gerekir.
XV. — Doğal durumda, her kişi bir başka kişinin baskısına uğramayacak biçimde kendini koruyabildiği sürece kendinin efendisidir, ve insanın doğal hukuku her kişinin gücüyle belirlendiği sürece, tek başına herkesten sakınmaya çalışmak boşunadır, doğal hukuku korumanın güvenceli hiçbir yolu bulunmadığından, bu hukuk gerçekte varolmayacaktır, ya da olsa olsa tam anlamıyla kuramsal bir varlığa sahip olacaktır. Elbette, kişiyi korkutan nedenler ne kadar çoksa, kişinin gücü ve dolayısıyla hukuku da o kadar azdır. Ayrıca karşılıklı yardımlaşma olmadan insanlar ne yaşamlarını sürdürebilir ne de ruhunu geliştirebilir.
Burada şu sonuca varıyoruz: yalnızca insan türünü ilgilendiren doğal hukuk, nisanların ortak hukuklarının bulunması, birlikte oturacakları ve birlikte işleyecekleri topraklarının bulunması, güçlerini sürdürmek, kendilerini korumak, her türlü şiddete karşı çıkmak ve ortak bir isteme uygun olarak yaşamak istemeleri dışında düşünülemez. Gerçekte, bir bütünde birleşmiş insanların sayısı ne kadar çok olursa, bunların ortak hukukları da o kadar büyük olacaktır. İnsan doğal durumda kendi kendisinin efendisi olamayacağı için, skolastikler insanı toplumsal hayvan diye adlandırdılar, buna ben de katılıyorum.
XVI. — İnsanlar ortak hukuklara sahip olduklarında ve sanki tek bir düşünceyle yönetiliyormuş gibi olduklarında, her insanın güç bakımından, kendisinden daha güçlü olan birleşmiş öbür insanlar karşısında daha az hukuka sahip olduğu kesindir, yani gerçekte her insan, doğa üzerinde ancak ortak yasanın kendisine verdiği kadar hukuka sahiptir. Öte yandan, her insan ortak yasanın kendisinden istediği her şeyi yerine getirmek zorundadır ya da öbür insanların onu buna zorlamaya hakları vardır.
XVII. — Çoğunluk gücünün belirlediği bu hukuku kamu gücü diye adlandırmak alışılagelmiş bir şeydir ve çoğunluk gücü, genel istem gereği, kamuyla ilgili şeylerden sorumlu olan güce kesinlikle sahiptir, yani bu güç, yasaları saptamakla, yorumlamakla ve kaldırmakla, şehirleri savunmakla, savaşa ya da barışa karar vermekle, vb'yle yükümlüdür. Bu görev tüm halkın meydana getirdiği bir meclisin elindeyse, kamu gücü demokrasi diye adlandırılır. Meclis, seçilmiş bir kaç kişiden meydana geliyorsa, aristokrasi sözkonusudur, ve kamuyla ilgili işlerin ve dolayısıyla gücün tek kişide toplanması durumunda mutlak yönetim kendini gösterir.
XVIII. — Bu bölümde şimdiye kadar söylediklerimiz açıkça şunu gösteriyor: doğal durumda günah diye bir şey yoktur, ya da biri günah işliyorsa, bunu bir başkasına karşı değil kendine karşı işlemektedir: gerçekte doğal hukuka göre, hiç kimse istemediği halde bir başkasını hoşnut etmek zorunda değildir, ve o kişiye göre hiçbir şey, yaradılışı gereği iyi ya da kötü diye belirlediği şeyler dışında, iyi ya da kötü değildir. Ve doğal hukuk, kişinin gücünü aşan şeyler bir yana, hiçbir şeyi yasaklamaz. Oysa hukuka göre günah, hiç kimsenin yapamayacağı bir eylemdir. İnsanlar doğal bir yasa tarafından yönetilmeye zorlanmış olsaydı, her kişi, zorunlu biçimde, yol gösterici olarak aklı seçecekti, çünkü doğa yasaları Tanrı'nın saptadığı yasalardır, onun varlığının özgürlüğüyle aynı özgürlükte yasalardır, dolayısıyla bu yasalar tanrısal doğanın zorunluluğundan doğarlar, bu yüzden de ölümsüzdürler ve bozulamazlar. Ama insanlar akıldan çok isteğin peşine düşerler, bununla birlikte doğanın düzenini bozmazlar, ama zorunlu olarak ona boyun eğerler; demek ki, vurdumduymaz kişi ve aklıkıt kişi doğal hukuk tarafından yaşamlarını bilgece düzenlemeye zorlanamazlar, nasıl hasta kişi sağlıklı bir bedene sahip olmaya zorlanamazsa.
XIX. — Demek ki günah ancak bir devlet içinde düşünülebilir, yani ancak şu şeyin iyi öbürünün kötü olduğunu ortaklaşmaya bağlı buyurma hakkına dayanarak belirlediğimiz zaman, hiç kimsenin ortak buyrultu ya da onaylama dışında bir şey yapmaya hakkı olmadığı zaman düşünülebilir. Gerçekte günah, yasaya göre yapılamayacak bir şeyi, ya da yasa tarafından yasak edilmiş bir şeyi yapmak demektir. Buna karşılık yasaya uyma, yasaya göre iyi olan şeyi yapmak konusunda sürekli bir istemdir, ve ortak bir buyrultuya uygun olarak yapılmalıdır.
XX. — Bununla birlikte, günahı sağlıklı aklın buyruklarına karşıt olarak yapılan bir şey, uyarlılığı da isteklerini aklın buyruklarına uyarak düzenlemekte sürekli bir istem olarak görmek alışkanlığındayız. İnsan özgürlüğü, insanlara tanınan başıbozukluk ve aklın yönetiminde kölelik demek olsaydı bunu kabul edebilirdim. Ama insan özgürlüğü, insanlar aklın yönetiminde yaşadıkları ve arzularını bir düzene koyabildikleri ölçüde büyük olduğuna göre, büyük bir yanlışa düşmeden, uyarlılığı akıllıca bir yaşam olarak adlandıramayız, ve günah gerçekte ruhun güçsüzlüğüdür, kendi kendine karşı başıboşluğu değildir, ve ona özgürlükten çok kölelik demek yerinde olur.
XXI. — Bununla birlikte, akıl ahlaklı davranmayı, dinginlik ve iç barış içinde yaşamayı öğretir, bu ancak kamu gücünün varolduğu yerde sözkonusu olabilir, bunun dışında, çoğunluk tek bir kafaya sahipmişçesine yönetilir, devlette de olması gereken budur, aklın kurallarına uygun olarak konmuş yasalar olmasaydı, aklın buyruğuna karşıt olanı günah diye adlandıran böylesine uyarsız bir dil kullanılmazdı, çünkü en iyi düzenlenmiş devlet yasaları akla uygun konulmak gerekir. Daha önce söylediğim gibi, doğal durumdaki insan günah işliyorsa kendine karşı işliyordur, dördüncü bölümde, kamu gücünü elinde bulunduran ve doğal hukuktan yararlanan kişinin, doğal hukuka uyarak hangi anlamda yasalarca sorumlu tutulabileceği ve günah işleyebileceği görülecektir.
XXII. — Din sözkonusu olduğunda, insanın Tanrı'yı ve yetkin bir ruhu ne kadar çok severse o kadar özgür ve o kadar kendiyle uyumlu olacağı kesindir. Bununla birlikte, görmezden geldiğimiz doğanın düzenini değil de yalnızca aklın dinle ilgili buyruklarını gözönünde bulundurduğumuz sürece, ve aynı zamanda aklın dinle ilgili bu buyruklarını, Tanrı'nın bizde de sesini duyurduğu açınım olarak ya da yasalar biçiminde ortaya çıkmış peygamberler olarak düşündüğümüz sürece, insani bir dille konuşmak gerekirse, şu insanın, kendisini bütünsel bir ruhla seven Tanrı'yı dinlediğini, ve tersine, kendini kör arzuya kaptıran bir başka insanın da günah işlediğini söyleyebiliriz.
Ama aynı zamanda şunu da anımsamalıyız: nasıl kil çömlekçinin gücüne boyun eğiyorsa biz de Tanrı'nın gücüne öyle boyan eğiyoruz; çömlekçi, aynı topraktan kimiyle onurlandığı kimiyle utandığı kaplar yapar, aynı biçimde insan da, ruhumuza yasalar gibi ya da peygamberlerin yasaları gibi basılmış olan Tanrı'nın bu buyrultularıyla tersleşen bir biçimde davranabilir, ama tüm evrene kazılmış olan ve tüm doğanın düzenini ilgilendiren ölümsüz buyrultuyla tersleşen bir biçimde davranamaz.
XXIII. — Demek ki, günah ve uyarlılık (kesin anlamında) nasıl ancak bir devlet içinde düşünülebilirse, adalet ve adaletsizlik de, aynı biçimde, ancak bir devlet içinde düşünülebilir. Gerçekte doğada şu bireyin hakkı değil de öbür bireyin hakkıdır diyebileceğimiz hiçbir şey yoktur, her şey herkesindir, yani her birey gücü olduğu ölçüde hakka sahiptir. Tersine, hangi şeyin şu bireye ve hangi şeyin öbür bireye ait olduğuna ortak yasanın karar verdiği bir devlette, her kişiye hakkını vermek konusunda sürekli bir istemi olan kişi adaletli, bir başkasına ait olanı kendisine mal etmeye çalışsansa adaletsiz diye adlandırılır.
XXIV. — Övgüye ve kınamaya gelince, bunları Ethica'da açıkladık, bu duygular, erdem fikrinin ya da tersine, insan güçsüzlüğünün yol açtığı sevinç ya da üzüntü duygularıdır.