Michael Albert ile Anarşizm üzerine - 1
|
Tom Wetzel
Çeviren: Çağıl İvak
(1) Günümüzdeki anarşizmi konumlandırmaya çalışarak başlayalım. Anarşizmin bütününü oluşturan ana akımlar olduğunu düşünüyor musunuz?
Anarşizm oldukça bulanık bir terim, çeşitli anti-otoriter tutumları kapsıyor ve sonuçta karışıklığa yol açabilir. Irak’taki savaş söz konusu olduğunda, ya da WTO (Dünya Ticaret Örgütü) gibi kurumlara veya Amerika Kıtası Serbest Ticaret Bölgesi gibi tekliflere karşı sivil itaatsizlik gösteren insanların önemli bir bölümü muhtemelen anti-otoriter, doğrudan harekete geçmeyi savunan, dolaysız demokrasi hakkındaki fikirlerden etkilenmişlerdir. Zaten bu, protestocuların örgütlenme biçimlerine de belli bir ölçüde yansıyor; burada, San Francisco’daki savaş karşıtı eylemliliklerde kurulan Dayanışma Grupları(1) ve Sözcü Konseyleri(2) gibi.
En uçta, tabi ki, primitivistler ve aşırı anti-örgütlülükçüler var - ama etkileri sınırlı. Çünkü kendilerini daha geniş tabanlı bir “sol”un parçası olarak görmek istemiyorlar ve daha geniş tabanlı bir mücadeleye katılımları oldukça sınırlı. Bu fikirlerin asıl etki alanları, egemen görüş oldukları köklü iki anti-otoriter yayın, “Anarchy” ve “Fifth Estate”(3) .
Aşırı bireycilik anarşizmin her biçiminde asli bir unsur değil – sosyal anarşizmde böyle değil – ama anarşist çevrede varolan birkaç gerilim veya çelişki noktasından biri. Anarşizmin görece daha bireyci kanadından etkilenenlerde bu anti-örgütlülükçülük, nihilist bir tarz veya oy vermeyi reddetme gibi şeylerle kendini açığa vuruyor.
Bireycilik aynı zamanda, anarşizmi kollektif bir toplumsal mücadelenin metodu veya hedefi olarak değil, daha ziyade bireyin kendi yaşamını ne derece kontrol edebildiği, yani yaşam tarzına dair bir önerme olarak düşünenler arasında kendini gösteriyor.
Kimi anarşistler “her türlü otoriteye” karşı olduklarını söylüyor, peki, mesela, bir topluluk kendi ortak ekonomisinde özyönetim uygulayacak olursa ne olacak? Kendi üyeleri üzerinde “otorite” kurmuş olmayacak mı? Bu durumda, “her türlü otoriteye karşı olma” söylemi bireyci bir yönde yorumlanabilir – ya da devlet, sınıf yapısı veya ataerkillik gibi yukarıdan aşağı iktidar hiyerarşilerine karşı olma anlamına gelebilir. Sosyal anarşistler ikinci seçenekte konumlanacaklardır, ama bir aşırı bireyci, birey üzerindeki her türlü kontrole karşı çıkacaktır. İşte anarşizmdeki belirsizliklere bir örnek.
Sınıf mücadelesini toplumsal dönüşümün asli unsuru olarak görenler örgütlü olmaya daha yatkınlar. Sendikalistler, platformcular ve Avrupa otonomizmiyle konsey komünizmi’nden etkilenenler bu kanadı oluşturuyor.
Platformcular Amerika’daki nüfuzlarını son yıllarda arttırdılar. Platformcular, 20’lerde Ukraynalı anarşist Nestor Makhno ve çevresindekiler tarafından geliştirilen “liberter komünist platform” tezine inanıyorlar. Anti-otoriterlerin Rus Devrimi’nde yenilmelerine yol açan örgütsüzlüğü dikkate alan “Platform”, disipline olmuş, demokratik bir çekirdek örgütü savunuyor; daha geniş bir mücadele alanında etki sahibi olmak için, grupların yatay olarak örgütlendiği bir federasyon.
Leninizm’den ayrıştıkları noktaların başında, “Platform”un, toplumun yönetimini eline alması gerekenlerin halk kitleleri olduğu ve halkın bunu işçi konseyleri gibi özyönetime dayalı kitle kuruluşları yoluyla yapması gerektiğini savunması geliyor. Anarşist aktivist örgütlenmenin görevi bu sürece yardımcı olmak. Politik çekirdek örgütün iktidarı eline almasını savunan Leninist düşünceyi devretmeci buluyorlar, yani, ipleri halk kitlelerine değil parti elitlerinin eline verdiğini düşünüyorlar.
Amerika’daki en büyük Platformcu grup, “Kuzeydoğulu Anarşist”i yayınlayan Kuzey Doğu Anarko-Komünistler Federasyonu (NEFAC). Benzer ama daha küçük gruplar başka yerlerde de var. NEFAC çeşitli çiftçi ve sendika mücadelelerinde boy gösteriyor. Sanıyorum NEFAC’taki insanların önemli bir bölümü şirketlere karşı yürütülen küreselleşme karşıtı protesto hareketlerine katıldı ve yerel mücadeleler ve hareketler kurmaya karar verdi.
Bir de anti-otoriter sendikalistler var. Sendikalizm, anti-otoriter yönde bir toplumsal dönüşümün, alt tabakadaki işçilerin doğrudan kendilerini yönettikleri kitle endüstri kuruluşları geliştirerek ortaya çıkacağını savunan bir tez; yalnızca varolan mücadeleyi güçlendirme anlamında değil, son kertede özyönetime dayanan bir ekonomik sistemin yaratılması anlamında.
Ve IWW(4) ’yi buraya dahil etmeliyiz - şu anda bin kadar üyesi bulunan wobbly(5) ’ler. IWW kendini “anarşist” olarak adlandırmıyor – üyeleri tarafından yönetilen, kendini anti-kapitalist bir programa adamış ve işçilerin er ya da geç endüstrinin yönetimini eline alması gerektiğini savunan bir sendika olarak tanıtıyor.
Bundan sonra, kendini bir sendikadan ziyade anti-otoriterlerden oluşan bir grup olarak tanımlayan Dayanışmacı İşçi İttifakı (WSA) var. WSA da iç tüzüğünde “anarşist” kelimesini kullanmıyor. Devrimci bir işçi sınıfı hareketinin gelişmesini sağlamak için, taktiksel olarak hem halihazırdaki yerel AFL-CIO sendikalarını daha militan, özyönetime dayalı sendikalara dönüştürmeye çalışmayı, hem de üyelerin özyönetimine dayanan yeni sendikaların oluşumunu savunuyorlar. WSA, Taco Bell boykotu gibi çeşitli işçi dayanışmalarına katılıyor ve sendikalizm kavramını özyönetime dayalı topluluk örgütlenmesi olarak genişletiyor, yani, işyeri dışındaki alanlara da taşıyor.
Sınıf ve halk mücadelesi üzerindeki vurgu geçtiğimiz onyılda belli bir ölçüde gelişmiş gibi gözüküyor. Sınıf mücadelesi yaklaşımını reddeden köklü örgütlenme-yanlısı eğilimlerden biri, sosyal ekolojistler – Murray Bookchin’in fikirlerinden etkilenenler. Sendikalistler ve platformcular gibi onlar da, anarşizmdeki bireyci veya primitivist eğilimleri reddediyorlar. En önemli vurgu noktalarından biri, “liberter belediyecilik” diye adlandırdıkları, yerel şehir yönetimleri üzerinden bir çeşit doğrudan demokrasi kurmak.
Amerikan anarşist çevresinin en büyük zaaflarından biri, renkli topluluklar içinde kök salmakta zorlanması olmuştur. Bu durum bazı ırkçılık karşıtı mücadelelere katılım ve Devrimci Anti-otoriter Renkliler (RACE) gibi grupların oluşmasıyla biraz değişmeye başlıyor gibi
(2) Bu akımlar yalnızca stratejik farklılıklarıyla mı birbirinden ayrışıyor? Yoksa bir yandan da uzun-vadede değişik hedeflere mi sahipler? Daha açık sormak gerekirse, bu değişik akımların hedefleri ne?
Bireyin toplumsal kollektiviteyle ilişkisi, toplumun yapısını nasıl çözümlemek gerektiği, kapitalizme nasıl bir alternatif tasavvur edildiği gibi konular özelinde temelde belli felsefi farklılıkları olduğunu düşünüyorum.
Primitivist’ler teknolojinin toplumsal yapıdan önce geldiğini, toplumsal yapı tarafından şekillendirilmediğini düşünüyorlar. Ve amaçlarında, bir gerçeklikle ilişki eksikliği varmış gibi görünüyor. Onlar bir ekolojik felaket vasıtasıyla olacağını varsaysalar da, daha iyi bir yaşama nasıl ulaşacağımız konusunda ne düşündükleri konusunda kafam henüz net değil.
Bununla birlikte, kapitalizmin doğa üzerindeki etkileri ve türlü çeşitli teknolojilerin yıkıcı sonuçları konusunda duyulan kaygı anarşistler arasında oldukça yaygın, yalnızca primitivistlerle sınırlı değil.
Kimi anarşistlerin, kapitalizmin yerini alacak bir çeşit “hediye ekonomisi” görüşü var. Düşünce şu; insanlar şeyleri üretmek için gönüllü olarak çalışacaklar ve bunlar daha sonra diğer insanlara bedava sağlanacak. İnsanları hayatta kalabilmeleri için kontrol yapılarını kabullenmeye zorlayan gücü aşmak istiyorlar.
Bunun, sosyal ekolojistlerden Platformculara kadar tüm sosyal anarşistler arasında muhtemelen hala en çok destek gören kapitalizm sonrası toplum görüşü olan geleneksel “liberter komünizm” kavramıyla büyük bir benzerliği var. Liberter komünizmin hem çok bulanık, hem de çok katı bir anlamı var. En bulanık haliyle, basitçe toprak mülkiyetinin ve üretim gelirlerinin toplumsal olması artı ortak mülkiyet ve işyeri meclisleri gibi doğrudan demokrasi yapıları anlamına geliyor.
Düşünce, üretim sisteminin ortak mülkiyeti temelli, yatay olarak örgütlenen ve özyönetime dayalı bir toplumsal örgünün varolması. “Liberter komünizmin” katı anlamı ise, “Herkesden yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” sloganıyla hemfikir olmayı kapsıyor. Anarşistlerin kafası, ekonominin planlanması veya hangi ilkelere göre paylaşım yapılacağına kıyasla kontrol yapıları konusunda daha net – işçi ve halk meclisleri, ve bunların yatay olarak örgütlendikleri bir federasyon.
Sendikalistler arasında, “liberter komünizm”in katı anlamının arkasında tam bir oybirliği olduğunu söylemek mümkün değil. Ama daha yaygın olarak hemfikir olunan bir nokta var, en azından sınıf mücadelesi merkezli anarşistler arasında; kapitalizm sonrası toplumun, özyönetime dayalı yapılar ve pratikler – işçilerin özyönetiminde bir endüstri gibi - üzerinde şekillenmesi gerektiği.
Diğer yandan, sosyal ekolojistler, bir strateji olarak sınıf mücadelesi fikrini tümden reddediyorlar, aynı zamanda işçilerin özyönetiminde bir endüstri fikrini de kabul etmiyorlar. Bunun yerine, – bölge sakinlerinden oluşan - yerel ekonomiyi yönetecek, planlama gibi işlere bakacak halk meclislerini öneriyorlar. Yani, katılımcı demokrasi ve halkın kendini idaresi var ama emeğin özyönetimi yok.
Çeviren: Çağıl İvak
(1) Günümüzdeki anarşizmi konumlandırmaya çalışarak başlayalım. Anarşizmin bütününü oluşturan ana akımlar olduğunu düşünüyor musunuz?
Anarşizm oldukça bulanık bir terim, çeşitli anti-otoriter tutumları kapsıyor ve sonuçta karışıklığa yol açabilir. Irak’taki savaş söz konusu olduğunda, ya da WTO (Dünya Ticaret Örgütü) gibi kurumlara veya Amerika Kıtası Serbest Ticaret Bölgesi gibi tekliflere karşı sivil itaatsizlik gösteren insanların önemli bir bölümü muhtemelen anti-otoriter, doğrudan harekete geçmeyi savunan, dolaysız demokrasi hakkındaki fikirlerden etkilenmişlerdir. Zaten bu, protestocuların örgütlenme biçimlerine de belli bir ölçüde yansıyor; burada, San Francisco’daki savaş karşıtı eylemliliklerde kurulan Dayanışma Grupları(1) ve Sözcü Konseyleri(2) gibi.
En uçta, tabi ki, primitivistler ve aşırı anti-örgütlülükçüler var - ama etkileri sınırlı. Çünkü kendilerini daha geniş tabanlı bir “sol”un parçası olarak görmek istemiyorlar ve daha geniş tabanlı bir mücadeleye katılımları oldukça sınırlı. Bu fikirlerin asıl etki alanları, egemen görüş oldukları köklü iki anti-otoriter yayın, “Anarchy” ve “Fifth Estate”(3) .
Aşırı bireycilik anarşizmin her biçiminde asli bir unsur değil – sosyal anarşizmde böyle değil – ama anarşist çevrede varolan birkaç gerilim veya çelişki noktasından biri. Anarşizmin görece daha bireyci kanadından etkilenenlerde bu anti-örgütlülükçülük, nihilist bir tarz veya oy vermeyi reddetme gibi şeylerle kendini açığa vuruyor.
Bireycilik aynı zamanda, anarşizmi kollektif bir toplumsal mücadelenin metodu veya hedefi olarak değil, daha ziyade bireyin kendi yaşamını ne derece kontrol edebildiği, yani yaşam tarzına dair bir önerme olarak düşünenler arasında kendini gösteriyor.
Kimi anarşistler “her türlü otoriteye” karşı olduklarını söylüyor, peki, mesela, bir topluluk kendi ortak ekonomisinde özyönetim uygulayacak olursa ne olacak? Kendi üyeleri üzerinde “otorite” kurmuş olmayacak mı? Bu durumda, “her türlü otoriteye karşı olma” söylemi bireyci bir yönde yorumlanabilir – ya da devlet, sınıf yapısı veya ataerkillik gibi yukarıdan aşağı iktidar hiyerarşilerine karşı olma anlamına gelebilir. Sosyal anarşistler ikinci seçenekte konumlanacaklardır, ama bir aşırı bireyci, birey üzerindeki her türlü kontrole karşı çıkacaktır. İşte anarşizmdeki belirsizliklere bir örnek.
Sınıf mücadelesini toplumsal dönüşümün asli unsuru olarak görenler örgütlü olmaya daha yatkınlar. Sendikalistler, platformcular ve Avrupa otonomizmiyle konsey komünizmi’nden etkilenenler bu kanadı oluşturuyor.
Platformcular Amerika’daki nüfuzlarını son yıllarda arttırdılar. Platformcular, 20’lerde Ukraynalı anarşist Nestor Makhno ve çevresindekiler tarafından geliştirilen “liberter komünist platform” tezine inanıyorlar. Anti-otoriterlerin Rus Devrimi’nde yenilmelerine yol açan örgütsüzlüğü dikkate alan “Platform”, disipline olmuş, demokratik bir çekirdek örgütü savunuyor; daha geniş bir mücadele alanında etki sahibi olmak için, grupların yatay olarak örgütlendiği bir federasyon.
Leninizm’den ayrıştıkları noktaların başında, “Platform”un, toplumun yönetimini eline alması gerekenlerin halk kitleleri olduğu ve halkın bunu işçi konseyleri gibi özyönetime dayalı kitle kuruluşları yoluyla yapması gerektiğini savunması geliyor. Anarşist aktivist örgütlenmenin görevi bu sürece yardımcı olmak. Politik çekirdek örgütün iktidarı eline almasını savunan Leninist düşünceyi devretmeci buluyorlar, yani, ipleri halk kitlelerine değil parti elitlerinin eline verdiğini düşünüyorlar.
Amerika’daki en büyük Platformcu grup, “Kuzeydoğulu Anarşist”i yayınlayan Kuzey Doğu Anarko-Komünistler Federasyonu (NEFAC). Benzer ama daha küçük gruplar başka yerlerde de var. NEFAC çeşitli çiftçi ve sendika mücadelelerinde boy gösteriyor. Sanıyorum NEFAC’taki insanların önemli bir bölümü şirketlere karşı yürütülen küreselleşme karşıtı protesto hareketlerine katıldı ve yerel mücadeleler ve hareketler kurmaya karar verdi.
Bir de anti-otoriter sendikalistler var. Sendikalizm, anti-otoriter yönde bir toplumsal dönüşümün, alt tabakadaki işçilerin doğrudan kendilerini yönettikleri kitle endüstri kuruluşları geliştirerek ortaya çıkacağını savunan bir tez; yalnızca varolan mücadeleyi güçlendirme anlamında değil, son kertede özyönetime dayanan bir ekonomik sistemin yaratılması anlamında.
Ve IWW(4) ’yi buraya dahil etmeliyiz - şu anda bin kadar üyesi bulunan wobbly(5) ’ler. IWW kendini “anarşist” olarak adlandırmıyor – üyeleri tarafından yönetilen, kendini anti-kapitalist bir programa adamış ve işçilerin er ya da geç endüstrinin yönetimini eline alması gerektiğini savunan bir sendika olarak tanıtıyor.
Bundan sonra, kendini bir sendikadan ziyade anti-otoriterlerden oluşan bir grup olarak tanımlayan Dayanışmacı İşçi İttifakı (WSA) var. WSA da iç tüzüğünde “anarşist” kelimesini kullanmıyor. Devrimci bir işçi sınıfı hareketinin gelişmesini sağlamak için, taktiksel olarak hem halihazırdaki yerel AFL-CIO sendikalarını daha militan, özyönetime dayalı sendikalara dönüştürmeye çalışmayı, hem de üyelerin özyönetimine dayanan yeni sendikaların oluşumunu savunuyorlar. WSA, Taco Bell boykotu gibi çeşitli işçi dayanışmalarına katılıyor ve sendikalizm kavramını özyönetime dayalı topluluk örgütlenmesi olarak genişletiyor, yani, işyeri dışındaki alanlara da taşıyor.
Sınıf ve halk mücadelesi üzerindeki vurgu geçtiğimiz onyılda belli bir ölçüde gelişmiş gibi gözüküyor. Sınıf mücadelesi yaklaşımını reddeden köklü örgütlenme-yanlısı eğilimlerden biri, sosyal ekolojistler – Murray Bookchin’in fikirlerinden etkilenenler. Sendikalistler ve platformcular gibi onlar da, anarşizmdeki bireyci veya primitivist eğilimleri reddediyorlar. En önemli vurgu noktalarından biri, “liberter belediyecilik” diye adlandırdıkları, yerel şehir yönetimleri üzerinden bir çeşit doğrudan demokrasi kurmak.
Amerikan anarşist çevresinin en büyük zaaflarından biri, renkli topluluklar içinde kök salmakta zorlanması olmuştur. Bu durum bazı ırkçılık karşıtı mücadelelere katılım ve Devrimci Anti-otoriter Renkliler (RACE) gibi grupların oluşmasıyla biraz değişmeye başlıyor gibi
(2) Bu akımlar yalnızca stratejik farklılıklarıyla mı birbirinden ayrışıyor? Yoksa bir yandan da uzun-vadede değişik hedeflere mi sahipler? Daha açık sormak gerekirse, bu değişik akımların hedefleri ne?
Bireyin toplumsal kollektiviteyle ilişkisi, toplumun yapısını nasıl çözümlemek gerektiği, kapitalizme nasıl bir alternatif tasavvur edildiği gibi konular özelinde temelde belli felsefi farklılıkları olduğunu düşünüyorum.
Primitivist’ler teknolojinin toplumsal yapıdan önce geldiğini, toplumsal yapı tarafından şekillendirilmediğini düşünüyorlar. Ve amaçlarında, bir gerçeklikle ilişki eksikliği varmış gibi görünüyor. Onlar bir ekolojik felaket vasıtasıyla olacağını varsaysalar da, daha iyi bir yaşama nasıl ulaşacağımız konusunda ne düşündükleri konusunda kafam henüz net değil.
Bununla birlikte, kapitalizmin doğa üzerindeki etkileri ve türlü çeşitli teknolojilerin yıkıcı sonuçları konusunda duyulan kaygı anarşistler arasında oldukça yaygın, yalnızca primitivistlerle sınırlı değil.
Kimi anarşistlerin, kapitalizmin yerini alacak bir çeşit “hediye ekonomisi” görüşü var. Düşünce şu; insanlar şeyleri üretmek için gönüllü olarak çalışacaklar ve bunlar daha sonra diğer insanlara bedava sağlanacak. İnsanları hayatta kalabilmeleri için kontrol yapılarını kabullenmeye zorlayan gücü aşmak istiyorlar.
Bunun, sosyal ekolojistlerden Platformculara kadar tüm sosyal anarşistler arasında muhtemelen hala en çok destek gören kapitalizm sonrası toplum görüşü olan geleneksel “liberter komünizm” kavramıyla büyük bir benzerliği var. Liberter komünizmin hem çok bulanık, hem de çok katı bir anlamı var. En bulanık haliyle, basitçe toprak mülkiyetinin ve üretim gelirlerinin toplumsal olması artı ortak mülkiyet ve işyeri meclisleri gibi doğrudan demokrasi yapıları anlamına geliyor.
Düşünce, üretim sisteminin ortak mülkiyeti temelli, yatay olarak örgütlenen ve özyönetime dayalı bir toplumsal örgünün varolması. “Liberter komünizmin” katı anlamı ise, “Herkesden yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” sloganıyla hemfikir olmayı kapsıyor. Anarşistlerin kafası, ekonominin planlanması veya hangi ilkelere göre paylaşım yapılacağına kıyasla kontrol yapıları konusunda daha net – işçi ve halk meclisleri, ve bunların yatay olarak örgütlendikleri bir federasyon.
Sendikalistler arasında, “liberter komünizm”in katı anlamının arkasında tam bir oybirliği olduğunu söylemek mümkün değil. Ama daha yaygın olarak hemfikir olunan bir nokta var, en azından sınıf mücadelesi merkezli anarşistler arasında; kapitalizm sonrası toplumun, özyönetime dayalı yapılar ve pratikler – işçilerin özyönetiminde bir endüstri gibi - üzerinde şekillenmesi gerektiği.
Diğer yandan, sosyal ekolojistler, bir strateji olarak sınıf mücadelesi fikrini tümden reddediyorlar, aynı zamanda işçilerin özyönetiminde bir endüstri fikrini de kabul etmiyorlar. Bunun yerine, – bölge sakinlerinden oluşan - yerel ekonomiyi yönetecek, planlama gibi işlere bakacak halk meclislerini öneriyorlar. Yani, katılımcı demokrasi ve halkın kendini idaresi var ama emeğin özyönetimi yok.