Soru 75 : Mutlak varlık ile diyalektik gelişme arasında ne gibi bir ilişki vardır?
|
Hegel'in metodu, yani diyalektik metot da, kendisinden önceki filozoflardan (fichte, Schelling) tamamen farklıdır. Hegel'e göre, mutlak varlık (temel varlık), sadece varolmaklık değildir; bir değişme, gelişme ve ilerlemedir. Mutlak vârlfk, farkların ve karşıtlıkların (antitezlerin) ortaya konulmasıdır. Ama karşıtlıklar ve antitezler, mutlak varlıktan tamamen bağımsız değillerdir, ona tamamen karşı da değillerdir. Karşıtlıklar ve antitezler, mutlağın kendi-kendisine gerçekleştirdiği gelişmesinde sadece birer duraktır, birer uğraktır (moment). «Uğrak» kavramı, gerçeği adım adım ilerleyen bir şey gibi gören Hegel felsefesi bakımından büyük önem taşır. Nitekim marksist felsefede de bu kavramın, bir hayli önem taşıdığını görüyoruz. Çünkü varlık, birtakım aradurumlardan, dönemlerden, uğraklardan geçerek kendini gerçekleştirmekte ve ortaya koymaktadır. Demek ki Hegel felsefesinin en önemli amaçlarından biri, mutlak varlık içinde bir gelişme ve ilerleme ilkesi bulunduğunu ve bu ilerlemenin mutlağın sadece uğrakları olan farklar tarafından gerçekleştirildiğini göstermek, açıklamaktır. Farklar, mutlak varlığın kendisinden (içinden) çıkmalı ve sonunda yine bu tümel ve mutlak varlığa dönmeli; onun içinde erimeli ve onun sadece uğrakları olarak ele alınmalıdır.
Hegel'e göre, her kavramın kendine has bir antitezi vardır; her kavram kendi olumsuzlanmasını (negation -inkâr) kendi içinde taşır. Her soyut kavram tek taraflıdır ve bir ikinci kavrama götürür bizi, ama bu ikinci kavram onun karşıtıdır. Bu ilk iki kavram, yani tez ile antitez, bir üçüncü kavramda kaynaşırlar ve daha üst bir düzeye çıkarlar. Bu üçüncü aşama yani sentez, tez ile antitezin içindeki hakikî yanları daha zengin bir biçimde içinde taşır, ortaya koyar. Meselâ varlığın ne olduğunu düşünmeye kalksak ilk olarak hiç bir niteliği olmayan kendi kendisiyle daima aynı kalan soyut bir varlık kavramını aklımıza getiririz. Ama bu kavram aynı zamanda kendi karşıtını da birlikte getirir. Yani hiç bir belirlenmeyi (şöyle ya da böyle oluşu) içinde taşımayan soyut varlık kavramından sonra, yokluk (yada hiçlik) kavramını da düşünürüz. Ama bu ikinci kavramla da yetinemeyiz ve böylece, hem varlığı hem yokluğu içinde taşıyan ve onların doğru yanlarını daha yüksek bir düzeyde birleştirmiş olan «oluş» (değişme) kavramına varırız. Böylece düşüncemiz, tez, antitez ve sentez aşamalarından geçer. Bu geçiş, düşüncenin temel bir kanunudur. Aynı zamanda varlığın da kanunudur. Varolan her şey, bu şekilde, üç safhadan geçerek ortaya çıkar. Mutlak varlık da aynı aşamalardan (merhalelerden) geçer. Mutlak varlık, kendisini olumsuzlayarak, tek tek varlıklar ve çokluk haline gelir. Ama çokluk yani tabiattan gördüğümüz tek varlıklar, gelişmenin sadece bir uğrağıdır. Bu tek tek varlıklar uğrağı da kendisini olumsuzlayarak, bütünselliğe yani birliğe yönelir ve insan bilincinde yani kendini tanıyan bilinçte maddî ve maddî olmayan bütün varlıklar yani evren yeniden buluşmuş olur; manevî ve maddî bütün varlıklar yeniden birleşir. Böylece başlangıç noktasına yani mutlak varlığa daha yüksek bir düzeyde yani bilinçli düzeyde yeniden ulaşılmış olur. Bundan ötürü, insan bilinci, Fichte'de olduğu gibi evreni yarat¬mamaktadır, sadece varoluşagelen bütün evreni ve mutlak varlığı kendi içinde yeniden görmekte, yeniden bulmakta, yeniden üretmekte ve kavramaktadır.
Hegel'e göre, her kavramın kendine has bir antitezi vardır; her kavram kendi olumsuzlanmasını (negation -inkâr) kendi içinde taşır. Her soyut kavram tek taraflıdır ve bir ikinci kavrama götürür bizi, ama bu ikinci kavram onun karşıtıdır. Bu ilk iki kavram, yani tez ile antitez, bir üçüncü kavramda kaynaşırlar ve daha üst bir düzeye çıkarlar. Bu üçüncü aşama yani sentez, tez ile antitezin içindeki hakikî yanları daha zengin bir biçimde içinde taşır, ortaya koyar. Meselâ varlığın ne olduğunu düşünmeye kalksak ilk olarak hiç bir niteliği olmayan kendi kendisiyle daima aynı kalan soyut bir varlık kavramını aklımıza getiririz. Ama bu kavram aynı zamanda kendi karşıtını da birlikte getirir. Yani hiç bir belirlenmeyi (şöyle ya da böyle oluşu) içinde taşımayan soyut varlık kavramından sonra, yokluk (yada hiçlik) kavramını da düşünürüz. Ama bu ikinci kavramla da yetinemeyiz ve böylece, hem varlığı hem yokluğu içinde taşıyan ve onların doğru yanlarını daha yüksek bir düzeyde birleştirmiş olan «oluş» (değişme) kavramına varırız. Böylece düşüncemiz, tez, antitez ve sentez aşamalarından geçer. Bu geçiş, düşüncenin temel bir kanunudur. Aynı zamanda varlığın da kanunudur. Varolan her şey, bu şekilde, üç safhadan geçerek ortaya çıkar. Mutlak varlık da aynı aşamalardan (merhalelerden) geçer. Mutlak varlık, kendisini olumsuzlayarak, tek tek varlıklar ve çokluk haline gelir. Ama çokluk yani tabiattan gördüğümüz tek varlıklar, gelişmenin sadece bir uğrağıdır. Bu tek tek varlıklar uğrağı da kendisini olumsuzlayarak, bütünselliğe yani birliğe yönelir ve insan bilincinde yani kendini tanıyan bilinçte maddî ve maddî olmayan bütün varlıklar yani evren yeniden buluşmuş olur; manevî ve maddî bütün varlıklar yeniden birleşir. Böylece başlangıç noktasına yani mutlak varlığa daha yüksek bir düzeyde yani bilinçli düzeyde yeniden ulaşılmış olur. Bundan ötürü, insan bilinci, Fichte'de olduğu gibi evreni yarat¬mamaktadır, sadece varoluşagelen bütün evreni ve mutlak varlığı kendi içinde yeniden görmekte, yeniden bulmakta, yeniden üretmekte ve kavramaktadır.